Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye Sosyalist Hareketi’nin stratejik ittifakının bir ifadesi olarak hayata geçen Halkların Demokratik Kongresi, esasında HDK seçimlere giremeyeceği için seçim partisi formunda inşa edilen HDP’yi kendi bağrında olgunlaştırıp vücut verdi.
HDP, kuruluşuyla birlikte HDK’nin kendisine hedef koyduğu mücadele perspektifini programının başına koydu ve hedefini şöyle ilan etti:
“[…] tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT[IQ+] bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği, demokratik halk iktidarını hedefleyen bir siyasi partidir.”
Kongre tipinde ve doğrudan demokrasinin vücut bulduğu meclislere dayanan bir örgütlenme olarak HDK, ezilenlerin tarihsel ittifakı ve demokratik cephesi olma iddiasıyla bir “sokak iktidarı”, “özyönetim” girişimi olarak şekillendi. HDK, HDP’nin kuruluşuyla birlikte kadrolarının da büyük çoğunluğunu HDP’ye devretti. HDP özellikle Gezi Direnişi ve “Çatışmasızlık Süreci”nin kitleler içinde propaganda ve ajitasyon imkanlarını genişletmesi, 2014’te Selahattin Demirtaş’ın 4 milyona yakın oyla yüzde 10 barajına dayanması, Batı’da Kürt halkı dışında da, sosyal mücadele alanlarında da topladığı sempati ve siyasi meşruluğunun sınırlarını her geçen gün daha da artırmasıyla adım adım 7 Haziran seçimlerindeki başarıya ilerledi.
7 Haziran seçimleri, siyasi tarihimizde bir milat olmasıyla birlikte, bu başarının arka planında bileşenli yapısıyla bir konfederal parti esasına dayanarak inşa edilen HDP’nin programıyla da uyumlu olarak ezilenlerin demokratik talep ve mücadelelerinin sözcülüğüne soyunması, mücadele bayrağına yazması ve tüm bunları açık, şeffaf ve geniş kitleler tarafından görünür ve anlaşılır biçimde icra etmesi oldu. Böylece, siyasi iktidarın karşısında Demokrasi Cephesinin öncülüğünü üstlenmeye girişildi. Demirtaş’ın Karadeniz peştemalıyla Meclis’te söylediği “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sloganı ve 7 Haziran, bu ittifakın ve devamı halinde programında yer alan Demokratik Cumhuriyet hedefine ulaşma potansiyelinin gücünü gösteren simgeler olarak hafızalara kazındı. 3. Yol olarak tariflenen yol da esas itibariyle zaten bu yoldu ve HDP, bu iddiasıyla ve yürüttüğü politikayla bunu gerçekleştirebilme yeteneğini ortaya koydu.
AKP, tek başına iktidarını kaybettiği 7 Haziran’ın ardından “çöktürme harekat planı”nı devreye sokarak, MHP ve Ergenekoncularla birlikte Faşist İktidar Blokunu oluşturarak Demokratik Cumhuriyet programının ilerleyişinin karşısına Faşist Diktatörlükle çıktı. Bir taraftan savaş ve yıkım olanca vahşetiyle dünyanın gözleri önünde sürerken diğer taraftan toplumsal muhalefetin alanlarını daraltmaya, toplumsal ilişkileri dizayn etmeye; yasalar, yönetmelikler, referandumlar ve tabii ki faşist kurumsallaşmanın biçimi olarak tek adam rejimiyle birlikte özelleşmiş bir denetim\gözetim aygıtıyla adım adım devlet biçimini faşizme dönüştürmeye girişti.
Uzun yıllardır 7 Haziran’ı ortaya çıkaran nesnellikte politika yapmıyoruz. Bugün, savaş gerçeği, Kürdistan’ın nesnel gerçeği olmakla birlikte doğal olarak Kürdistan’daki mücadelenin temel gündemi de sömürgecilikten kurtuluştur. Batı’daki demokrasi mücadelesinin temel gündemi ise AKP-MHP-Ergenekon Faşist İktidar Bloku’nun faşizmi kurumsallaştırma girişimine karşı faşizmi yenmektir. Demokratik Cumhuriyet programının, ezilenlerin tarihsel ittifakının, 3. Yol’un, HDP/HDK’nin, yani bugün artık DEM Parti’nin ortak, stratejik hedefi bu mücadele ortaklığı olmalıdır. DEM Parti, Kürdistan’da anti-sömürgeci görevlerini icra ederken, Batı’da da ezilenlerin taleplerinin sözcü ve öncülüğünü üstlenmelidir. Bu stratejinin taktiksel karşılığı da muarızının faşistler olması hasebiyle, demokrasi cephesinin başına geçilmesi ve Faşist İktidar Bloku’nun karşısında bir Halk Cephesinin/Antifaşist Cephe’nin/Demokrasi Cephesinin inşasının üstlenilmesidir. Dolayısıyla, DEM Parti bu mücadele ortaklığına dayanmalı, AKP-MHP-Ergenekon iktidarına karşı antifaşistlerin, demokrasi güçlerinin, çıkarları Faşist İktidar Blokunun yenilmesi olan herkesin ilk baktığında göreceği adres olmalıdır.
DEM Parti esas olarak bu noktada, programının da işaret ettiği bu aktüel görevine uygun politikaları hayata geçirmediği oranda Batı’da marjinalize olma tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu tehlikeye eşlik eden medya ambargosu, tutuklama ve sürgün furyası da kitlelerle olan bağların kopmasına ve giderek merkezileşmeye, kendi içine bükülmeye yol açmaktadır. Sonuç ise, giderek “Kürt sorunu merkezli” bir yönelimle Batı’da sosyal mücadele alanlarından uzaklaşmata ya da temsili düzeyde bağ kurmaktır. DEM Parti, bu durumuyla Batı’daki “Kürtlerden kaçış” eğiliminin ve yer yer görünür olan “Niye sosyalistleri sırtımızda taşıyoruz” eğiliminin önüne geçip 3. Yol’u icra edecek olanaklarını kaybetmekte ve hatta kendi var oluş nedenlerini de tahrip etmektedir.
2019 ve 2023 Seçimlerinde, “faşizme kaybettirme” taktiğinin icra edilmesinin arkasındaki temel nesnellik ve taktik halka da bu perspektifle şekillendi. İki bölge arasındaki büyük fark, 3. Yol’un eski biçimiyle ya da her yerde aynı biçimiyle uygulanma olanaklarını da ortadan kaldırdı. Kürdistan ve Batı arasındaki bu nesnel farklılık, politikanın icra edilmesi noktasında da ihtiyaçları farklılaştırdı. Aksi de mümkün olamazdı.
Ancak bugün, 2019-2023 taktiğinin uygulandığı koşullar yerli yerinde durmasına ve Faşist İktidar Bloku, kurumsallaşma adına kendisini tahkim etmeye devam etmesine rağmen, DEM Parti’nin yöneliminde ciddi, bariz bir farklılık ortaya çıktı.
DEM Partinin yerel seçimlerdeki taktiğini açıklarken kullandığı ve seçtiği isim “kazan-kazan”. Bu formülasyonda henüz tam olarak kazanılacak şeyin ve iki kazandan birinin ne ve kim olduğu hala berraklaşmasa da bu formül daha çok piyango oyunlarındaki kazanma taktiğine benziyor. Kazancın büyük oranda şansa bağlı ve bu şansın da çok az olduğu, sen kazansan da kaybetsen de kasanın hep kazanan olduğu bir oyunda tüm mücadele kültürümüze, temel stratejimize ve geleceğimize yönelik tehdide rağmen ısrar ediliyor.
Önce parti yetkililerinin kendi ifadeleriyle “kazan-kazan” formülünün ne olduğunu açıklamaya çalışmakta fayda var. Sonrasında bunun kazı-kazan formülüne dönüşme ihtimaline bakacağız.
Aralık ayında öne sürülen bu stratejinin temel anahtar kavramı olarak “kent uzlaşısı” ifadesini görüyoruz. Özetle, her kentte ayrı ayrı değerlendirmeler yapılacak; o kentteki partiler, STK’lar, DKÖ’ler ve meslek örgütlerinin görüşleri alınacak, hangi ismi belediye başkanı olarak görmek istedikleri veya mevcut belediye başkanından memnun olup olmadıkları sorulacak. Örneğin, DEM Parti seçmeni bulunduğu kentteki mevcut belediye başkanından yüksek oranda memnunsa ve o isim üzerinde bir ‘kent uzlaşısı’ sağlandıysa o kentte aday çıkarmayacak ancak ‘taban’ mevcut belediye başkanından memnun değilse, bu başkan kent uzlaşısının sağlanmadığı bir isimse ve mevcut başkan DEM Parti’nin demokratik ilkelerine aykırı siyaset üretiyor ve söylemlerde bulunuyorsa o kentte DEM Parti, en güçlü adayı çıkarmayı tartışacak.
Olağan koşullarda dahi onlarca eleştiri yönelebilecekken faşizmin kurumsallaşma sürecinde seçimleri herhangi bir seçim gibi algılayarak yola çıkmak önceki iki seçimde faşizmin güncel tehdit olduğunu anlatanların, koşullarda ne değiştiğine değinmeden geliştirdikleri taktik, detaylandırılmaya ve berraklaşmaya muhtaç bir halde takipçileri tarafından ‘koşulsuz bir güvenle’ sahiplenilmesi gereken bir strateji olarak sunuluyor.
Bir kısım bunları taktik-manevra olarak anlatırken, bir kısım DEM Parti bileşeni de dahil olmak üzere bu tutumun aslında olması gereken tutum olduğunu, kesinlikle aday çıkarılması gerektiğini anlatıyor. Burada değişenin ne olduğunu DEM Parti İstanbul Milletvekili ve HDK Eş Sözcüsü Cengiz Çiçek açıklıyor: “Faşizm süreci evre değiştirmiş”.
“2019-2024:Faşizmin kurumsallaşmasından, Faşizmin toplumsallaşmasına” başlığı altında belirttiği üzere Çiçek aradan geçen zaman da faşizmin kurumsallaştığını ve artık toplumsallaşma evresine geçtiğini söylüyor, odaklanmamız gereken yerin muhalefetin tutumu olduğuna işaret ediyor, “(…) aradan geçen beş yıl, tek başına iktidarın faşizmi kurumsallaştırma süreci olarak değil, “muhalefetin” faşizmi Kürtlere yeğleyen ve bu yönüyle de faşizmin toplumsallaşmasına alan açan, onu besleyen dönem olarak da tanımlanmalı.” Bu tanımlamada “faşizmin toplumsallaşması” kavramının altında yatan anlatı ve kabulün ne olduğu muğlak ve anlaşılmaz olsa da aradan geçen 5 yıllık süreçte muhalefetin tutumlarından rahatsız olunduğu ve faşizmin gelişimine muhalefet içinden destek verildiğine yönelik bir eleştiri yattığını anlayabiliyoruz. Doğal olarak bu yoruma göre, muhalefetle yan yana durmak bile faşizme destek vermek anlamına gelme tehlikesini içeriyor. Çiçek aynı zamanda şu noktaya değinmiyor; eğer faşizm kurumsallaşmasını ilerletmiş ve hatta “toplumsallaşma” noktasına gelmişse odağımızın daha fazla Faşist İktidar Bloku’na yönelmesi gerekmez mi?
Peki, gerçekten faşizmin kurumsallaşmasına yol vermek anlamına gelen 2016 yılında “Anayasaya aykırı ama evet” tutumundan sonra bile hem yerel hem genel seçimlerde verilen desteği çekecek düzeyde ne değişti? Dokunulmazlıkları kaldırılan eşbaşkanların tutsak edilmesine kapı aralayan muhalefete verilen destek de yanlıştı denilerek geçmişle bir muhasebeye de girişilebilir elbette ama 2019 tutumunun başarıya ulaştığını da belirten aynı yazıdan bunu çıkarmak mümkün değil. Mesele muhalefetin zaman zaman iktidar ile aynı noktadan Kürt düşmanlığı yapması ise 2019’da başarıya ulaşanın ne olduğunun izahı da gerekir.
“Kürt hareketinin belirleyici politik özne olma gerçeğinden sadece iktidar bloku değil sistemin resmi muhalefet güçlerinin de rahatsızlık duyduğu aradan geçen beş yıllık pratiklerde daha da net görüldü.” (a.g.e.) diyerek “Kürt hareketinin belirleyici politik özne olma gerçeği”ni 2019 ve genel seçim stratejilerinin başarısı olarak özetlese de asıl başarı AKP-MHP bloğunun yaratmak istediği rejimin devlet nezdinde kurumsallaşmasına çelme taktığı yönündeki değerlendirmeler hala parti belgeleri arasında bulunabilir. Demek ki 2019 da başarı iki önemli noktaya işaret ediyor: İlki, “Kürt hareketinin belirleyici politik özne olması” ve ikincisi de “faşizmin kurumsallaşmasına çelme takılması”. Bu iki kazanım bizim 3. yol diye adlandırdığımız ana stratejinin hayata geçirilmesi için zorunlu bir taktiğin sonucu olarak elde edildi.
Cengiz Çiçek bir yandan da faşizmin toplumsallaşma sürecini nasıl engelleyebileceğimize dair ipuçları veriyor: “Faşizmin toplumsallaşmasının önüne geçmek, her fırsatta devletin kurucu kodlarına atıf yaparak toplumsal milliyetçiliği canlı tutan CHP’ye koşulsuz, şartsız destek vermekle değil kendi kazanımlarını öncelemekle mümkündür.” Kendi kazanımlarını öncelemeyen bir taktik ise “kazan-kaybettir” taktiğinin bir özeleştirisi olarak karşımıza çıkıyor. “Hele hele olası bir seçim yenilgisinde resmi muhalefetin kaça bölüneceğinin veya nereye savrulacağının belli olmadığı bir iklimde toplumun siyasal seçeneği ve esas mücadele zemini olma hedefini gözetmemek ve bunu ıskalamak, affedilir değildir” diyerek tüm bu karmaşıklık içerisinde bize asıl olanı gösteriyor.
Bizim bugüne kadar ki taktiğimizi “CHP’ye koşulsuz, şartsız destek vermek” olarak kabul etmek ve böyle anlatmak, bugüne kadar geliştirilen, tartışılan, icra edilmeye çalışan her şeyi tarumar ediyor. Bu kabul sonucu bu cümleleri ifade eden anlayış, nasıl bir 3. yol anlayışına sahip olduğu noktasında sorgulanmaya muhtaç hale gelir. Bizler 2019’da ezilenlerin tarihsel ittifakını toplumun en geniş yığınları arasında kurabilme olasılığı için oy hakkımızı stratejik bir hamleye çevirdik ve hatırlanacaktır ki bu hamle karşılıklı söylemlerle kendisine taraftar bulmaya başladı. 2018’de AKP’ye kaybettirmek için “her evden bir oy HDP’ye” diyenler CHP yetkilileri değil tam da bizim murat ettiğimiz şekilde o veya bu nedenle CHP taraftarı olan emekçilerdi. AKP’den alınan belediye başkanlıklarının HDP kitlesi tarafından nasıl sevinçle karşılandığı ve hatta “Boykot” çağrısı yapan kesimlerin bile seçimlerin ertesi günü “Halkın önünün açıldığı” yönündeki kutlama mesajlarını vurgulamadan geçmek de olmaz. Buradaki asıl sorun yaratılan bu etkinin ve kazanılan belediyelerin her şeyin çözümü olacağı, taktiğin seçimle biteceği tarzındaki yanlış ve basit algıdır. Belli ki Çiçek seçimlerle verilen desteğin sorunlarımıza çözüm olabileceğine inananlardan ve çözmediği içinde vazgeçilmesi gerektiğini anlatanlardan.
Esas mücadele zemini olarak hiç kimsenin seçimleri işaret etmediği bir ortamda seçim sonuçlarının doğrudan çözüm olacağını beklemek yanlış olur. Seçimde verilen oylar taktik halkanın önemli bir momenti olabilir ama seçim taktiğinin dolaysız olarak CHP’yi sola çekeceğini düşünmek ya da Çiçek’in ifadesi ile “faşizmin toplumsallaşmasını” engelleyeceğini düşünmek mücadelenin diğer taraflarında yapılması gerekenlerin layıkıyla yapılmamasını aklamaktır. Seçimler ancak faşizmin kurumsallaşmasına karşı halk yığınları içindeki tepkinin, muhalefet düzeyinin ne ölçüde olduğunun anlaşılması ve bu dolayımla toplumun en geniş zeminlerinde bir ortak mücadele motivasyonun yaratılmasının bir parçası olabilir. Çiçek’in kendi yaklaşımıyla ifade etmeye çalıştığı “kazan-kazan” taktiği ile de vazgeçilen şey tam olarak bu ortak direnme motivasyonudur. Antifaşist direnişin politik, örgütsel ve toplumsal ayaklarının ortaklaşması için gereğini yapmamış olmak seçim taktiğinin kendisini yanlışlamaz, tersine bunu yapmak için tekrardan denemeler yapmamızı, dolayısıyla ortak direniş motivasyonunun sürdürülmesi için çaba gösterilmesi gerektiğini gösterir.
Öte yandan eklemek gerekir ki, bu noktada hatayı CHP tarafında aramanın da bir faydası yok. CHP hakkındaki tüm eleştiriler haklı eleştirilerdir. Nitekim CHP, bir burjuva düzen partisidir. Devletin bekası için var olan, retçi ve inkarcı politikaları savunmaktan ve ortak olmaktan çekinmeyen bir partidir. Onunla her ilişkimizde, her temasımızda bu gerçeği unutmadan hareket etmek zorunludur. Zaten unutulduğunda CHP kelepçesini bileğimize geçmiş halde uyanmak kaçınılmaz olacaktır. Lakin eğer faşizme karşı ittifaka girişilen güçlerle ilişkiyi CHP ile DEM Parti’nin yönetici organlarından ibaret bir ilişki olarak kabul eder, pazarlıktan öteye gitmeyen bir ilişkide ısrar eder ve politikalarımızı kitlelerin karşısında açık, şeffaf, anlaşılabilir, belirgin farklılıklarıyla görünür hale getiremezsek CHP’nin kendi kendine DEM Parti’ye ve sosyalistlere yaklaşacağını, taviz vereceğini düşünmek açıkçası hem yanlış hem de fazla iyi niyetli olur. Peki burada CHP’nin hatası nedir? Olduğu gibi olmak mıdır? Burjuva karakterini apaçık ortaya koyup DEM Parti ile ilişkisinde icra etmesi midir? Bu zaten beklenen değil mi?
CHP, burjuva karakterine uygun biçimde ilişki kurmaktadır. Bu ilişkiyi bu biçiminden çıkarıp, icra ettiği politikayla kitleler içinde bir ilişki haline getirmesi gereken, sosyal mücadele alanlarında görünür hale gelerek kararlı antifaşistleri etrafında toplayarak düzen partilerinin kurduğu tarzda ilişkilenmelerden kaçınması gereken ezilenlerin temsilcisi olarak DEM Parti’dir. CHP’den, onun yöneticilerinden ne kadar ileri bir adım bekliyoruz? Akıllarını başlarına toplayıp DEM Parti’yle başka türlü ilişki kurmasını mı? Zaten ilişki tam olarak bu şekilde kurulduğu için olmayanların ve yapılmayanların hatası DEM Parti’dedir. Bu tür bir ilişkiye DEM Parti en baştan yol vererek, girişerek ilmiği yanlış bağlamıştır. Çuvaldızı önce kendimize batırmak zorundayız. Kendi politik hatalarımızı, dışımızda arayarak ancak kendimizi onaylamanın basit bir yolunu yaratmış oluruz; tespitlerle yetinir, totolojiden öteye gidemeyiz.
Eğer demokrasi cephesinin öncülüğünü üstlenecek, Faşist İktidar Bloku karşısında ezilenlerin ortak demokratik taleplerini mücadele bayrağına kazıyarak o bayrağı dalgalandıracak bir DEM Parti olmazsa, CHP hangi kitle basıncıyla DEM Parti’nin beklentilerine cevap verebilecek bir tutun almak zorunda kalacak? Potansiyel antifaşist güçleri etkileyecek, dışımızda yer alan ancak faşizme karşı mücadeleden çekinmeyen ve çıkarları faşizmin yenilgisinden geçen kitlelerle bağ kuracak bir politik çizgi izlenmeksizin, yukarıdan aşağı bu ilişkinin kurulabileceğini düşünerek hatayı en baştan DEM Parti yapmış olmuyor mu?
Faşizme karşı mücadele devrimciler ve demokratlar için bir tercih, düzen partileri için bir mecburiyet olarak görülür. Kitleler içinde faşizme karşı hoşnutsuzluk arttıkça, faşizm karşısında pasif konum alan ve kitlelerin huzursuzluklarına cevap veremeyen partiler, tam olarak kitlelerini kaybetmemek adına, yani yine kendi menfaatleri adına, kitlelerin kendilerinden koparak kararlı antifaşistlerin yanlarına geçme tehlikesine karşı mecburen bu tarafa dümen kırmak zorunda kalır. Örnek mi? 80 öncesi CHP’nin politikasına bakalım. Sosyalist Hareketi sınırlamak ve kitlelerin buraya yönelerek radikalleşmesini engellemek adına sosyalistlerden çalma sloganlar kullanıp “halkçı” bir görüntü yaratmak zorunda kalan Ecevit değil miydi? Bu gönüllü bir dümen kırma mıydı? Yoksa sosyalist hareketin, düzen partileriyle hareket eden kitlelerle kurduğu bağ sonucu genişlettiği meşruiyetinin ve etkileme becerisinin sonucu muydu?
Seçim sonrası olasılıklara bir de buradan bakmakta fayda var. “Olası bir seçim yenilgisinde” kaça bölüneceği belli olmayan muhalefetin alternatifi, sekter bir tutum sonucu tıpkı 30’larda Avrupa’nın faşizme teslim edilmesinde Enternasyonal’in tonlarca hatalı yaklaşımı olması gibi, “İstanbul’u AKP’ye hediye eden” bir taktiğin sorumlusu olarak DEM Parti mi olacak zannediyoruz? Bu durumda ispat edilen sadece Kürt Halkının seçim sonuçların tayin edici konumu olur. Diğer olasılık ise kazı-kazan oyunundaki kazanma ihtimali kadardır.
Böylesi bir sonuçta, ne türden olasılıklar olduğunu ve ne beklendiğini parti kimliğine sahip kişilerden ve kurumlardan yapılan açıklamalardan çıkarmak zor lakin “kazan-kazan” taktiğinin bir diğer ateşli savunucularından olan Veysi Sarısözen’in yazısına bakarak İstanbul’u AKP’nin kazanmış olmasının zaten hiçbir önemi yok! AKP yapacağını yapıyor ve bunun engellenmesinin tek koşulu da Öcalan’ın özgürlüğü olacaktır Sarısözen’e göre. Doğal olarak da CHP’ye verilecek destek için gerekli şartın da buna doğru adım atılması olarak gösteriyor. Peki diyelim ki İstanbul AKP için önemli değil, İstanbul’u da AKP kazandı ve diyelim ki süreç öyle bir ilerlesin ki; Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılarak yeniden görüşmeler başlasın ve DEM Parti ne 3. yol için ilerleme kaydedebilmiş ne de Sarısözen’in yazısında bahsettiği demokrasi cephesini kurabilmiş olsun. Tüm kozların AKP elinde olduğu bir masaya Öcalan’ı oturtup çözüm beklemenin teslimiyetçi bir anlayış olmadığına mı inanalım? Sarısözen’in açıkça seçimlerin kritikliğini görünmez kılarak çizdiği hattın tamamı geleceğe kaçışın, bir politikasızlığın sonucudur. Bugüne kadar seçim taktiğinin bütün sorumluluğunu yıllardır ağır tecrit altında bulunan Öcalan’a bırakarak onun elini kolu bağlayıp çözüm için adres olarak göstermekte de bir sorun görmeyecek kadar teslimiyetçi bir çizgide.
%13’lere kadar ilerlemiş ve daha da yükselme potansiyeli olan bir hareketi çözüm umudu olmaktan çıkarmak ancak onu toplumun kabul edemeyeceği bir marja sıkıştırarak mümkün. Muhalefetin tabanda, halk kitleleri arasında kurma olasılığı olan ittifakı engellemek için elindeki tüm imkanı kullanan faşistlere karşı bu mücadele ortaklığını kuvvetlendirecek taktik ve hamleler icra edilmelidir . “Kazan-kazan” olarak formüle edilen, ancak nereye denk düştüğü belirsiz bir taktik bu açıdan hatalıdır.
Bugün 3. Yol stratejisinin ana aksı, Türkiye’de demokrasiden, barıştan, adaletten ve özgürlüklerden yana olanların yan yana gelmesidir. Bu yan yana gelme işi seçimler vasıtasıyla gerçekleştirilmeyecek kadar katmanlı bir süreç ancak seçimlerde bile yan yana gelemeyenlerden kararlı, cüretli, direnişçi bir antifaşist cephe oluşturmasını beklemek hatta 3. yolun inşasında özne olmalarını beklemek de tam bir “kazı-kazan” olasılığıdır.
1- Artı Gerçek : Tarihe notlar: Kazan-kazan formülü nedir? – Cengiz Çiçek (https://artigercek.com/forum/tarihe-notlar-kazan-kazan-formulu-nedir-282086h)
2- Siyasi olan İstanbul değil Amed seçimidir – Veysi Sarısözen
https://yeniyasamgazetesi5.com/siyasi-olan-istanbul-degil-amed-secimidir/