MUSTAFA DURMUŞ – Diğer Yazıları
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilen siyasal partiler seçim bildirgelerini açıkladılar. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Halkların Demokrasi Partisi (HDP) işsizlik, yoksulluk ve hayat pahalılığı gibi halkın ekonomik sıkıntılarını azaltmayı ve toplumun bir bütün olarak refahını artırmayı hedefleyen taleplerde ve önerilerde bulundular[1]. Böylece belki de son otuz yıldır ilk kez genel seçimlerde bu tür ekonomik ve sosyal sorunlar ön plana çıkartıldı.
Bu önerilere karşılık, bildirgesinde “mega projeler, bölgesel güç olma, yapısal reformlar ve teknoloji atakları” vurgusu yapan AKP, muhalefetin bu önerilerinin “hayal ürünü” olduğunu, “bunlar için kaynak bulunmadığını” belirtirken, var olan büyüme stratejisinin güçlendirilmiş bir takım yeni ekonomik önlemlerle sürdürülmesinden başka bir yol olmadığını da açıkladı.
Öncelikle bu öneriler hayal değil. Çünkü hedefledikleri toplumsal sorunlar hayal ürünü değil. Tam tersine bu öneriler (yetersiz olsalar da) ciddi toplumsal ihtiyaçlara karşılık gelen öneriler. Çünkü küresel çapta, kapitalist toplumlarda, son yüzyılda, özellikle de ikinci paylaşım savaşı sonrasında, işsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliğinden kaynaklı sorunlar hiç bu denli ağır yaşanmadı. Öyle ki G-20 ülkelerinin hükümetleri, T. Piketty, J. Stiglitz gibi çok sayıda ana akım iktisatçı, IMF, DB, BM gibi uluslar arası kuruluşlar ve hatta Dünya Ekonomik Forumu[2] gibi zenginler kulübü dahi işsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımı sorunlarını artık öncelikli sorunlar olarak sıralamak zorunda kaldılar. Emek örgütleri ve sol, sosyalist akademisyenler ise uzunca bir zamandır bu ekonomik ve sosyal sorunlara zaten vurgu yapıyorlardı.
Türkiye’ye gelince, kırkın üzerinde dolar milyarderinin, servetlerinin değeri 50 milyon dolar ile 1 milyar dolar arasında bulunan 1250 ultra milyonerin[3] ve çok sayıda türedi zenginin, rantiyenin varlığına karşın 7 milyona yakın işsiz, 2012 yılı itibariyle 24 milyon civarında, devletin sosyal yardım hizmetleri servisinde kayıtlı kişinin varlığı[4], kayıt dışı çalışanlarla birlikte 10 milyon civarında işçinin net 1000 lirayı bulmayan, açlık sınırının (yaklaşık 1,400 lira) altında ve her türlü iş cinayetine ve meslek hastalığı riskine tabi bir biçimde çalıştırılıyor olması, aslında çok ileri taleplermiş gibi görünen bu taleplerin son derece normal ve gerçekçi talepler olduğunu ortaya koyuyor.
Bu taleplerin ses getirmesinin bir diğer nedeni, 12 yıllık AKP iktidarının bu sorunların üstünü hep örtmesi, iki büyük muhalefet partisinin de bu sorunlara neredeyse hiç değinmemesiydi. Muhtemelen HDP’nin, giderek hem AKP hem de CHP’nin tabanından kendine doğru olan kaymalarla barajı aşar bir görüntü vermesi, diğer başka faktörlerle birlikte, emekçi halkın sorunlarına dönük iktisadi konuların diğer muhalefet partileri, özellikle de kapsamlı bir şekilde CHP tarafından da gündeme taşınmasına neden oldu.
Kapitalizmin belki de kuruluşundan bu yana, işçiler ne zaman patronlarından ya da devletten ücretlerine zam isteseler “kaynak olmadığı” gerekçesiyle reddedildiler. Ücret artışlarını sadece örgütlü mücadeleleriyle, patronları buna mecbur bırakmak suretiyle, sağlayabildiler.
İşçilere, emekçilere dönük harcamalar için kaynak olmadığı ya da yeterli kaynak olmadığı açıklamalarının ardındaki ideoloji aslında standart iktisat ders kitaplarında yer alan iktisat biliminin tanımında kendini gösterir. Çünkü bu kitaplar iktisadı ‘kıt’ kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanmasının bilimi” olarak tanımlarlar.
Örneğin ünlü neo klasik iktisatçı L. Robbins’e göre iktisat, amaçlarla, “alternatif kullanımlara sahip kıt araçlar arasındaki ilişkiler” anlamında insan ilişkilerini inceleyen bir bilimdir.[1] Lipsey et al ise iktisadı, “kıt kaynakların sınırsız insan ihtiyaçları karşılama” konusundaki yetersizliğinden kaynaklanan ekonomik problemlerin çözümü ile uğraşan sosyal bir bilim[2] olarak tanımlarken, Samuelson’a göre iktisat, insanların ve toplumların para kullanarak ya da para kullanmadan zaman içinde çeşitli mallar üretmek ve bunları bugün ve gelecekte tüketmek üzere toplumdaki fertler ve gruplar arasında bölüştürmek için “kıt üretim kaynaklarını kullanma konusundaki tercihlerini inceleyen” bir bilimdir[3].
İktisadın bu şekilde tanımlanmasından da görüleceği gibi, ders kitaplarının daha ilk sayfalarında kitabın yazarının değer yargısı gerçekte iktisat bilimini ve ders kitaplarını kuşatmaktadır. Bu değer yargıları belli ideolojilere dayanmakta ve genelde burjuvazinin çıkarlarını yansıtan bu ideolojiler ders kitaplarına etkili bir biçimde yerleştirilmektedir.
Böylece yüz yılı aşkın bir süredir bizlere, ekonomide kaynakların kıt olduğu, bu nedenle de mevcut durumla idare etmenin gerekliliği bilimsel bir biçimde (!) anlatılmakta, bu durum üniversitelerde ders olarak öğretilmektedir.
Bu yaklaşımlara tarihte ilk radikal yanıtlar yine 19.yüzyılda, Marks ve Engels’ten geldi. Burjuva ideologlarının tersine, yoksulluğun, işsizliğin, açlığın ve bölüşüm adaletsizliğinin kapitalizmin sınıfsal sömürü ilişkilerinin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ve kapitalizm içinde bu sorunların sonsuza kadar ortadan kaldırılamayacağını ortaya koydular.
Böylece Marksistlere göre tıpkı işsizlik gibi, yoksulluk ve gelir adaletsizliği, kaynakların yetersizliğinden değil, üretim araçlarının bir avuç sermayedarın özel mülkiyetinde olmasından dolayı, bu kaynakların dağıtım biçiminden kaynaklanmaktadır.
Bilimsel araştırmaların sonuçları da ana akım iktisadın bu savının doğru olmadığını, tam tersine, mesela yoksulluğun nedeninin kaynakların yetersiz olmasından değil, bu kaynakların eşitsiz bölüşümünden kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Örneğin Dünya Gıda Örgütü’nün (FAO) bir raporuna göre (FAO, The State of Food Insecurity in the World, 2013) , küresel tarım 12 milyar insana yetecek kadar gıda (kişi başına günde 2200 kalori) üretme kapasitesine sahiptir. Bu sayı mevcut nüfusumuzun neredeyse iki katıdır. Buna rağmen açlık nedeniyle günümüzde onlarca milyon insan ölüyor. Her beş saniyede on yaşın altında 1 çocuk, her gün 37,000 insan açlıktan ölüyor ve 7 milyarlık dünya nüfusunun 1 milyarı kalıcı, kötü ya da eksik beslenme ile deforme olmuş durumdadır. Bu arada zenginlerin sayısı da, son krize rağmen giderek artıyor. Yani milenyumda açlık tehlikesi ya da her hangi bir nesnel yetersizlik söz konusu değildir. “Eğer bir çocuk açlıktan ölüyorsa, suikasta kurban gitmiş demektir. Açlığın nedeni yeterince besinin olmaması değil, bu besinlere herkesin erişebilmesini sağlayan gelirin herkeste mevcut olmamasıdır”.[3]
20.yüzyılın başlarında, ana akım neo klasik iktisadın çok önemli bir ismi ve faşist diktatör B. Mussolini’nin ekonomi danışmanlığını ve senatörlüğünü de yapmış olan W.Pareto sırasıyla; İtalya’da toprakların yüzde 80’inin nüfusun sadece yüzde 20’sine ait olduğunu ve eşitsizliğin böyle bir 80/20 kuralı[2] gibi doğal bir yol izlediğini söyleyerek, bu durumun sorgulanmaması gerektiğini ileri sürmüştü. Zira ona göre, iktisadın kanunları tıpkı fen bilimleri alanındaki doğa kanunları gibi kesin ve katıdır, uyulması gerekir. Ayrıca önemli olarak bir politika kuralı ortaya attı, Pareto Etkinliği: “Eğer bir ekonomide birilerinin durumunu iyileştirmek başka birilerinin durumunu kötüleştirmekle sağlanabiliyorsa, ekonomi etkindir, devlet böyle bir iyileştirmede bulunmamalıdır. Ancak birilerinin durumunu sabit tutarken başka birilerinin durumunu iyileştirebilecek politikalar ikinci en iyi olarak hayata geçirilebilir (Pareto İyileştirme)[3]. Adil ve rasyonel gibi gelen bu belirlemedeki ideolojik ve politik mesaj açıktır: Toplumun çok büyük bir kısmının refahını artırabilecek sosyal harcamaları karşılamak için servet zenginlerinden, örneğin bir servet vergisi ile vergi almak ya da zenginlerin hali hazırda düşük vergilerini yükseltmek doğru değildir. Çünkü bu ekonominin yasasına aykırıdır: Birilerinin durumunu iyileştirmek için birilerinin (zenginlerin) durumunu kötüleştirmemek gerekir. Böylece kural zenginlerden yana olan bir statükonun, haksız da olsa, sürdürülmesini gerektirir.
Ana akım iktisadın özellikle de sağ/muhafazakâr kanadı, yoksulluk ve gelir eşitsizliği sorununa sadece ilgisiz kalmadı, aynı zamanda bunlardan bazıları yoksulluğu iktisadi gelişme için gerekli de gördü. Onlara göre işçilerin reel ücretlerdeki artış yoksulluğu azaltır, ancak artık yoksulluktan kurtulan işçiler daha az çalışmak isteyeceklerinden, bu işgücü arzını, dolayısıyla da sermaye birikimini yavaşlatır, ülkenin ihracata dönük olarak üretilen mallarının uluslar arası piyasalarda rekabet gücünü kaybetmesine yol açar, ayrıca gelirleri artan işçilerin daha lüks tüketime yönelerek yoldan çıkmalarına, yozlaşmalarına neden olur.
Kısacası burjuva iktisat ideolojisi ve bu ideolojinin profesyonel misyonerleri konumundaki bazı iktisatçılar, yıllardır, “tembelliğe neden olduğu”, “yeni yatırımları caydırdığı” ve en yaygını “kaynakların yeterli olmadığı” gerekçelerinden hareketle, kitlesel işsizliği, işçilerin, köylülerin ve halkların yoksulluğunu ve gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğini meşrulaştırmaya çalışmakta ve bu sorunları hafifletmeye dönük, asgari ücretin yükseltilmesi gibi sosyal politikalara ve kamu bütçesinden yapılan bu yönlü sosyal harcamalara karşı çıkmaktadırlar.
Muhalefet partilerinin seçim bildirgelerinde yer alan halka dönük ekonomik taleplerin toplam maliyeti konusunda değişik tahminler yapılıyor. Örneğin CHP, tüm bu yeniden bölüşüm ve sosyal koruma programlarının maliyetinin 57 milyar lira civarında olacağını, buna karşılık AKP, CHP’nin bu programının en az 150 milyar liralık bir ek kaynağa ihtiyaç gösterdiğini, MHP ise böyle bir programın bütçeye getireceği yükün toplam 71,9 milyar TL olacağını açıkladılar.
Buradan hareketle de AKP temsilcileri ve hatta doğrudan Cumhurbaşkanı, bu taleplerin karşılanması halinde ekonominin ve kamu maliyesinin tıpkı 2001 krizindeki gibi yeni bir iktisadi krize sürükleneceğini belirterek, sadece bu taleplerin hayal ürünü olduğunu söylemediler, aynı zamanda son 12 yıllık dönemde özellikle borçlandırma ve yoksulluk yardımlarıyla siyasal iktidara mahkûm kılınmış olan halka bir anlamda aba altından sopa gösterdiler. Zira ekonomik istikrar bozulduğunda faizler fırlayacak, esnaf zor duruma düşecek, borçlular borcunu ödeyemeyecek ve şirketler de iflas edebilecekti. Diğer yandan aynı etkilere yol açabilecek bir diğer etken olan doların kurunun 2,70’in üzerine çıkmış olduğu gerçeği ya göz ardı edildi ya da küresel ekonomide olup bitenle veya içerdeki ekonomik istikrarı bozmaya niyetli çetelerin veya yapıların haince faaliyetleriyle açıklandı.
Bu taleplerin yerine getirilebilmesi için kullanılabilecek kabaca iki alan var: Birincil bölüşüm ve ikincil bölüşüm (yeniden bölüşüm) alanları ve bu alanlarda yapılacak kamusal düzenlemeler.
Bu alandaki düzenleme açısından, örneğin asgari ücretin 1400 TL (MHP), 1500 TL (CHP) ya da 1800 TL’ye (HDP) çıkartılması öneriliyorsa, bunun yolu bellidir. İşçi kendi emeği ile ürettiği değerden daha çok pay almalıdır. Yani patronun kârı azaltılmalı, buna karşın milyonlarca işçinin ücreti yükseltilmelidir.
Aynı şekilde, sadece çıplak ücret değil, diğer sosyal haklar; ücretli izin, ücretsiz yemek, ücretsiz işe ulaşım, iş güvenliği, sağlık harcamaları, kıdem tazminatı gibi, yine kendi emeğinin bir ürünü olan bu hakların parasal değeri de yükseltilmeli ve güvence altına alınmalıdır. Yani sadece işçinin asgari ücretini yükseltmek yetmeyecektir. İstihdamının güvenliği, işçi sağlığı ve sosyal hakları yeterli düzeye çıkarılmalı ve yasalarla korunmalıdır. Nitekim bu talepleri MHP ve ağırlıklı olarak hem CHP’nin bildirgesinde hem de HDP’nin bildirgelerinde görebilmek mümkündür. Yani burada emek ve sermaye arasındaki çatışmada emekten yana olma ya da öyle görünme zorunluluğu net olarak kendisini dayatmaktadır.
Birincil bölüşüm yeterli olmadığında (genellikle olmaz) devletin elinde bir başka imkân mevcuttur: Bütçe. Öyle ki Türkiye’de 2015 yılında en az 472 milyar liranın üzerinde bir bütçe kaynağı var. Bu kaynak asıl olarak vergi gelirlerinden oluşuyor (yaklaşık 390 milyar lira). O halde sorun, bu bütçenin emekten, dolayısıyla da toplumun büyük bir kısmından yana nasıl kullanılacağı sorunudur. Bunun için de bütçenin hem ödenekler hem de gelirler kısmına başvurulmalıdır.
Öncelikle bu bütçeden pay almaması gereken kurumlar ve onların ödenekleri ayıklanmalı ya da ciddi olarak azaltılmalıdır. Örneğin bu yıl iç ve dış güvenlik ve yargıya bütçeden 64 milyar liralık bir ödenek ayrılmıştır[1] (% 13,5). Kaldı ki yıl içinde gerek Milli Savunma Bakanlığı ödeneklerinin, gerekse de Başbakanlık ödeneklerinin % 30-40 düzeylerinde, yasal olmayan bir ödenek artırımı yoluyla, fiilen başka ödeneklerden aktarılarak yükseltildiği biliniyor.
Örneğin 2014 yılında başlangıç ödeneklerini belirgin bir biçimde aşan iki kurum Başbakanlık ve Milli Savunma Bakanlığı’dır (MSB). Sırasıyla Başbakanlığın 934 milyon lira olarak belirlenen başlangıç ödeneği 1,88 milyar liraya (% 101 artış) ve MSB’nin başlangıç ödeneği 21,8 milyar TL’den 30,2 milyar liraya (% 39 artış) çıkarıldı. Buna karşılık Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) ödeneği yıl içinde azaltıldı. MEB’in başlangıç ödeneği 55,7 milyar lira iken son kullanım 43,3 milyar liraya (% 29 azalış) düşürüldü[2].
Görüldüğü gibi söz konusu “güvenlik” olduğunda, “kaynak yok” denilmemekte ve % 30’u aşan miktarda yıl içinde ilave kaynak sağlanabilmektedir.
Ayrıca sermaye için 9,4 milyar lira işveren prim desteği, 2,4 milyar lira bireysel emeklilik sigortası (BES) primi desteği, 2,8 milyar lira ar-ge desteği, kredi faiz desteği için 13- 14 milyar lira ve kobi desteği için 3,5–4 milyar ile % 6,7’lik bir destek ile toplamda % 12,4’lük bir destek söz konusudur[3].
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması ve eğitimin dincileştirilmesinden vazgeçilmesi halinde bu kuruma ve bu işlerle ilgili MEB’e ayrılmış olan 8 milyar liranın üzerinde ek bir kaynak açığa çıkacaktır.
Devlet bütçesinin gelirleri asıl olarak vergilerden karşılanıyor (% 82). Ama dünyanın her yerinde kamunun kendi işletmeleri de mevcut. Bunlar, diğer işlevlerinin yanı sıra, yaygın bir biçimde toplumun yararını, refahını artırmada da kullanılmaktadırlar. Bu yüzden partilerin seçim bildirgelerinde özelleştirmelere ayrıca bir not düşülmelidir. MHP ve CHP bu konuyu teğet geçerken, HDP yeni özelleştirme yapmama sözü vermekle yetinmektedir.
İşin gerçeği Türkiye’de özelleştirilecek çok fazla bir şey kalmadı. Öyle ki AKP iktidarları 2004’ten bu yana, halka ait olması gereken kamu işletmelerini ve çok sayıda diğer kamusal varlığı kararlı ve hızlı bir biçimde yerli ve yabancı sermayeye devretti ve Cumhuriyet tarihindeki toplam özelleştirmelerin % 87’sini (56,7 milyar dolar) gerçekleştirdi[1].
Bunu gerçekleştirmenin temel yolu yeni bir faiz ve vergi politikası uygulamaktan geçmektedir. Bu bağlamda Merkez Bankası’nın halkın iradesinden bağımsız bir tutum alarak piyasaların isteklerine göre hareket etmesi önlenmeli ve yüksek faiz politikasından vazgeçilmelidir. Çünkü parasal istikrar adı altında uygulanan yüksek faiz politikası hem
ekonomik büyümeyi önlemekte (ve böylece vergi tabanını ve vergi gelirlerini daraltmakta), hem de zenginleri, para sahiplerini daha fazla zengin etmektedir. Bu nedenle de reel üretim artışına dayalı sürdürülebilir bir büyüme modeli altında hem devletin borçlanma ihtiyacı azaltılmalı hem de bu bankanın yeniden işlevlendirilmesiyle yüksek faiz ödemekten kurtulunmalıdır. Keza borçlanma gereğini artıran faktörün bütçe açıkları, bunun kaynağının da asıl olarak askeri ve sivil güvenlik ve israf harcamaları olduğu dikkate alındığında kamu harcamalarının halk tarafından denetlenmesi yüksek faiz politikasının önünü de kesecektir.
Vergisel kaynaklarla ilgili olarak, bundan emekçilerin, halkın daha ağır bir biçimde dolaylı ve dolaysız vergilendirilerek, hem yeni kamulaştırmalar, hem de önerilen yeni sosyal harcamalar için kaynak yaratılması anlaşılmamalıdır. Çünkü bu halka ucuz ya da ücretsiz bir şeyler sunarken, bunların maliyetini ağır vergilerle yine halka ödetmek anlamına gelir ki bu halkın durumunu iyileştirmez. Bu nedenle de vergilemenin gerçek anlamda, halktan yana yeniden bölüştürücü bir işlev görebilmesi için vergilemenin hedefinin şu ana kadar yeterince vergilendirilmeyen büyük sermaye kesimi ve zenginler olması gerekir. Zira holdingler, bankalar, büyük ticaret şirketleri, çok büyük paralarla oynayan TÜRGEV gibi vakıflar ya hiç vergi ödememekte ya da komik oranlarda vergi ödemektedirler.
Örneğin toplam vergi gelirleri içindeki payı ise % 9 civarında olan kurumlar vergisinin kanuni oranı % 20’dir. Ancak özellikle büyük şirketler, holdingler ve bankalar kendilerine sağlanan, muafiyet, istisna, indirim gibi yollarla bu oranı efektif olarak % 4’lere kadar çekebilmektedirler[1].
Halktan yana bir vergi politikası ile aslında büyük ölçüde büyük sermayeye tanınan vergi uzlaşması ve bu kesimlerin de yararlandığı vergi afları, varlık barışı gibi düzenlemelere son verilmelidir. Zira muafiyet ve istisnaların yanı sıra, bu düzenlemeler sayesinde sermaye kesimi, ödediği vergilerin toplam vergiler içindeki payını, kurumlar vergisi hariç % 1’in altında tutabilmektedir[2].
Yani sermayedarlar çok az gelir vergisi ödemektedirler. Buna karşılık her türlü, teşvik, sübvansiyon ve ihale gibi, imkânlardan da yararlanmaktadırlar. Böylece sözü edilen dolar milyarderlerinin bu denli büyümesinde devletin de payı büyüktür. Şimdi onların geri ödeme zamanı gelmiştir. Büyük servet zenginleri (ki bunların sadece yurt dışındaki vergi cennetlerinde tuttukları servetin değerinin en az 130 milyar dolar olduğu dönemin devlet bakanı Babacan tarafından zamanında açıklanmıştı)[3] bu servetlerini bu ülkenin emekçileri, doğası üzerinden ve devletin desteği ile elde etmişlerdir. Bu servet vergilendirilmelidir.
Halkı asıl ezen vergi türü olan KDV ve ÖTV gibi vergilerle ilgili olarak radikal tutum bu vergilerin kaldırılmasıdır. Ancak bir ara durak olarak halkın doğrudan refahını ilgilendiren gıda, eğitim, sağlık, petrol ve köylüyü ilgilendiren gübre ve mazotun vergisi ciddi bir biçimde azaltılmalıdır. Sermayenin, finansın ve rantiyenin vergilendirilmesiyle, kayıt dışılığın önlenmesiyle, reel bir üretim artışına dayalı sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ile sağlanabilecek yeni vergi gelirleri ile, dolaylı vergilerdeki halkın yararına olacak bu vergi indirimleri nedeniyle ortaya çıkacak olan vergi kaybı fazlasıyla karşılanabilir.
Dünya ve Türkiye’ye ilişkin yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik göstergeleri kapitalist üretim tarzının artı değer sömürüsü üzerinden sınıfsal bölünmüşlüğünün sadece çarpıcı sonuçlarıdır. 500 yıllık kapitalizmin insanlara iddia edilenin aksine sınıfsal sömürü, yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik ve krizler dışında pek de bir şey vermediğinin göstergeleridir.
Bu sonuçları doğuran şey, toplumdaki diğer sömürü ve ezme biçimlerinin yanı sıra, artı değer sömürüsüne, kâr maksimizasyonu için üretime ve çevreyi tahrip eden, işçi ve emekçi sınıfları baskılamaya dayalı kapitalizmin bizzat kendidir.
Bir başka anlatımla, işsizlikte olduğu gibi, yoksulluk, gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin nedeni burjuva iktisatçıların ileri sürdüğü gibi kaynak yetersizliği değil, kapitalist sistemin kaynakları dağıtma biçimidir. Çünkü kaynaklar piyasalar tarafından ihtiyaçların karşılanması için değil, kâr elde etmek için dağıtılmakta ve kapitalist devlet izlediği sosyo-ekonomi politikaları ile bunu kolaylaştırmaktadır.
Piyasa mekanizmasıyla gerçekleştirilen ve devlet eliyle de perçinlenen işçi sınıfının bu sömürülmüşlük ve ezilmişlik durumu kendisini sosyo-ekonomik alanda servet, gelir, eğitim, sağlık, konut gibi konularda ciddi farklılaşma, eşitsizlik ve adaletsizlik biçiminde ortaya çıkartmaktadır.
Keza bu bir kerelik bir olarak kalmamakta, piyasalar ve kapitalist devlet bu eşitsizlikleri hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir. İktisadi krizler ise bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır.
Bir başka anlatımla, nasıl düzenlemeye tabi tutulurlarsa tutulsunlar, üretim ve bölüşüm özel mülkiyetin egemenliğinde kaldığı sürece, temel insan hakkı olan istihdam, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve sosyal konut gibi hakları karşılamaya dönük kamusal hizmetler tüm toplumun, insanlığın ya da çevrenin yararına olacak biçimde sunulamamakta ve son yirmi yılda görüldüğü gibi bu haklar birer birer ortadan kaldırılarak sermaye için yeni kârlı alanlara dönüştürülecek şekilde metalaştırılmaktadır.
Tarih, bize, sosyal devletler döneminin sona ermesinde görüldüğü gibi, kapitalizmi reforme etme çabasının sadece kısa bir süre için işe yarayabildiğini göstermiştir. Çünkü bu çaba sistemin egemenlerince yok edilmiştir.
Bu nedenle de işçi sınıfı, kısa vadede, mevcut sistemde tüm emekçilerin, işsizlerin, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin çıkarlarını koruyup geliştiren her tür iyileştirme için mücadele etmelidir. Bu anlamda, seçim bildirgelerinde yer alan ve emekçilerin durumunu iyileştirmeyi, onların yaşamlarını kolaylaştırmayı hedefleyen talepler son derece değerlidir.
Ancak, bu tür seçim vaatlerinde yer alan sözlerin ne kadar yerine getirildiği ya da getirilebildiği gerçeği bir yana, işçiler, emekçi halklar toplumsal yapının dönüştürülüp, siyasal iktidarın tekelci sermayeden alınmadan bu reformların asla güvende ve kalıcı olamayacağının da bilinciyle uzun vadede kaynakların, tüm toplumun ve çevrenin ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bu sorunlara neden olan üretim tarzını ve bunun neden olduğu bölüşüm ilişkilerini değiştirmek zorundadırlar.
Bu, örneğin son durak öncesinde, ekonomiyi kontrolü altında tutan büyük işletmelerin ve bankaların toplumsal mülkiyete devredilmesini ve dış ticaretin kamulaştırılmasını; bu işletmelerin yönetim ve denetiminin işçilerin ve diğer emekçilerin ve bir bütün olarak toplumun demokratik olarak seçilmiş olan temsilcilerine ve bu temsilcilerin de değeri üretenlerin yerelden ve etkin denetimine tabi tutulmasını gerektirir.
Sadece demokratik olarak planlanmış bir sosyalist ekonomi, işçi sınıfının kontrolünde ve kendini giderek sönümlendirmeye uyarlamış bir devlet ve tüm bunları planlayıp denetleyebilen, demokratik öz yönetimci- örgütlü bir toplumsal yapı, kalıcı bir biçimde, herkesin, çevre ile uyumlu, insan gibi yaşayabileceği bir işe, buna uygun yaşanabilir bir ücrete, kaliteli bir sağlık hizmetine, ücretsiz ve nitelikli eğitime, konuta ve sosyal güvenliğe sahip olmasının ve her türlü ezme –ezilme ilişkisine bir daha ortaya çıkmayacak bir şekilde son vermenin garantisi olabilir.
[1] Mustafa Durmuş, “Vergi adaleti mi dediniz?”, http://siyasihaber.org, 29 Mayıs 2013 (3 Mayıs 2015).
[2] agm.
[3].“Yeni ‘varlık barışı’ geliyor”, http://finans.mynet.com, 17 Nisan 2013 (3 Mayıs 2015).
[4] Bu konuda bkz. Durmuş, “İki somut kaynak, agm.
[1] Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, İdare Faaliyet Raporu 2014, s. 104, www.oib.gov.tr, (3 Mayıs 2015).
[2] Julio Godoy, “Europe: Privatised Services Back in Public Hands”, Inter Press Service, http://ipsnews.net, 28. 01. 2010.
[3] Bu konuda daha önceki şu yazımıza bakınız: Mustafa Durmuş, “İki somut kaynak: Servet vergisi ve çapraz sübvansiyon!”, http://siyasihaber.org, 30 Nisan 2015 ( 3 Mayıs 2015).
[1] Başbakan ve cumhurbaşkanının örtülü ödenek harcaması 2 milyon 300 bin asgari ücretlinin aylık maaşına, hükümetin 2014 yılı araç harcaması 843.000 asgari ücrete, Ak Saray’ın aylık elektrik, su, doğalgaz, ısıtma, soğutma, temizlik ve peyzaj giderleri 21,000 asgari ücretlinin aylık ücretine denk düşüyor. Bkz. BirGün Gazetesi, 3 Mayıs 2015, www. birgün.net.
[2] “Her karışı zengin Türkiye”, http://www.sabah.com.tr/ekonomi/ 3 Eylül 2014; http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Global/_Government/pg_GovernmentProgram.aspx 3 Mayıs 2015).
[3] 2015 Yılı MYB Bütçe Kanunu Tasarısı ve Bağlı Cetvelleri.
[1] 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu.
[2] Muhasebat Genel Müdürlüğü, Merkezi Yönetim Mali İstatistikleri Bülteni, Eylül 2014, s. 29.
[1] Jean Ziegler interviewed by Éric Toussaint, Geopolitics of Hunger, http://brechtforum.org/economywatch/geopolitics-hunger, 16.02.2012.
[2] David Orrell, Economyths, Ten ways economics gets it wrong, Wiley, 2010, s.155.
[3] Joseph A. Stiglitz, Economics of the Public Sector, 3rd edition, W.W.Norton Company, 2000, s. 57.
[1]Donald Routledge, Routlage Dictionary of Economics, second edition, 2002, s. 164.
[2]Richard G. Lipsey, Peter O. Steiner, Douglas D. Purvis, Paul N. Courant, Economics, 9th edition, 1990, s.5.
[3]Paul A. Samuelson, İktisat , (Çev. Y. Demirgil), Doğuş Matbaacılık, Ankara, 1965, s. 5, 7.
[1] Üç partinin talepleri birbirine benziyor olsa da bu taleplerin arkasındaki felsefelerde bir ayrışma söz konusudur. Bu üç partinin seçim bildirgesinin, dayandıkları ideolojiler açısından, kıyaslamalı bir değerlendirmesini ayrı bir yazımızda yapacağız.
[2] World Economic Forum, “Worsening Wealth Gap Seen as Biggest Risk Facing the World in 2014”, http://www.weforum.org, 16 January 2014.
[3] Global Wealth Report 2013, Credit Swiss Research Institute, (October 2014), s. 24, 27, 43.
[4] Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Sosyal Yardım İstatistikleri Bülteni (2012Yıllığı) Ankara, 2012.
Kaynakça
2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu.
2015 Yılı MYB Bütçe Kanunu Tasarısı ve Bağlı Cetvelleri.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Sosyal Yardım İstatistikleri Bülteni (2012Yıllığı) Ankara, 2012.
BirGün Gazetesi, 3 Mayıs 2015, www. birgün.net.
Durmuş, Mustafa, “Vergi adaleti mi dediniz?”, http://siyasihaber.org, 29 Mayıs 2013 (3 Mayıs 2015).
Durmuş, Mustafa, “İki somut kaynak: Servet vergisi ve çapraz sübvansiyon!”, http://siyasihaber.org, 30 Nisan 2015 ( 3 Mayıs 2015).
Global Wealth Report 2013, Credit Swiss Research Institute, (October 2014).
Godoy, Julio, “Europe: Privatised Services Back in Public Hands”, Inter Press Service, http://ipsnews.net, 28. 01. 2010.
“Her karışı zengin Türkiye”, http://www.sabah.com.tr/ekonomi, 3 Eylül 2014.
http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Global/_Government/pg_GovernmentProgram.aspx (3 Mayıs 2015).
Jean Ziegler interviewed by Éric Toussaint, “Geopolitics of Hunger”, http://brechtforum.org/economywatch/geopolitics-hunger,
16.02.2012.
Muhasebat Genel Müdürlüğü, Merkezi Yönetim Mali İstatistikleri Bülteni, Eylül 2014.
Orrell, David, Economyths, Ten ways economics gets it wrong, Wiley, 2010.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, İdare Faaliyet Raporu 2014, www.oib.gov.tr, (3 Mayıs 2015).
Routledge, Donald, Routlage Dictionary of Economics, second edition, 2002.
Samuelson, Paul A., İktisat, (Çev. Y. Demirgil), Doğuş Matbaacılık, Ankara, 1965.
Steiner, Peter O. , Purvis, Douglas D. , Courant, Paul N. , Economics, 9th edition, 1990.
Stiglitz, Joseph A., Economics of the Public Sector, 3rd edition, W.W.Norton Company, 2000.
“Yeni ‘varlık barışı’ geliyor”, http://finans.mynet.com, 17 Nisan 2013 (3 Mayıs 2015).
World Economic Forum, “Worsening Wealth Gap Seen as Biggest Risk Facing the World in 2014”, http://www.weforum.org, 16 January 2014.