Tarih / yakın tarih boyunca katliamlar iki ana amaca yönelmiştir hep: Bir, düşman bilinen ya da görülen bir halkı, etnisiteyi, sınıfı ortadan kaldırmak, yok etmek. İki, geri kalanı diasporaya alarak, sürerek asimile etmek, eritmek… Böylece geri kalanını kendi ideolojik, toplumsal ve kültürel sistemine entegre ederek, benzeşmelerini sağlamak…
Birincisi, trajiktir.
İkincisi, ondan da trajiktir. Her gün ölmek, katliama uğramak gibidir. Öz benliğinden, değerlerinden uzaklaştırmak, kendini kusmasını, kendine yabancılaşmasını sağlamaktır.
Birincisi fiziksel, ikincisi kültüreldir.
Birincisi doğrudan, ikincisi dolaylı imhadır.
Tarih boyunca birincisi “önemsenmiş”, tepki toplamış, ancak ikincisi, gözden ırak tutulmuş, dünya halkları ve ulusları kadar uluslararası güçlerin de gündemine pek girmemiştir.
Oysa asimilasyon ve entegrasyon ağır katliamdır.
Halkların, etnisitelerin, inanç gruplarının imhası da, fiziki olanından çok, kültürel olanıyla gerçekleşmiştir.
Kürt ve Kürdistan tarihi açısından da durum farklı değildir. Sömürgecilik sisteminin devamını sağlayan, kurumlaştıran, güvenceye alan da süregelen kültürel katliamdır. Kürt’ün doğası, toplumsal yaşayışı, birliği, sürekliliği bozulduğu, toprağından koparıldığı oranda yabancılaşmış, katliamlar amacına ulaşmıştır.
Mülksüzleştirme, sürgün ve ardı sıra gelen toplama kampları; yani doğal mekân, doğal üretim ve yaşayışı şiddet yoluyla dağıtma eylemi, fiili katliamı besledikçe Kürtlerin fiziksel ve kültürel direnci kırılmış, halk olarak varlığı tehlikeye düşmüştür.
Buradan bakıldığında Kürt tarihi bir anlamda “kesintisiz katliamlar tarihi”dir de denebilir.
“Kesintisizlik”, fizikî katliamı izleyen kültürel katliamın geçen yıllara, hatta yüzyıllara rağmen aralıksız devam ediyor oluşudur. Fizikî katliamın durmuş olması ya da biçim değiştirmesi katliamların son bulduğu anlamına gelmez. Zira kültürel olan devam ediyorsa, katliam da devam ediyor, trajedi sürüyor demektir.
Rojava ve Şengal sürgünlerine; yakın tarihin en ağır, en büyük göç/göçertme olayına da bu perspektifle bakmak doğru olacaktır.
Ortadoğu’da Kürtler, özellikle de Êzidî Kürtler, yakın tarihin en büyük en trajik katliamına uğradılar.
Bu süreç devam ediyor…
Katliamdan kurtulanlar, kaçmasını başaranlar ya dağlara sığındılar ya da kendilerini sınır boylarına vurdular. Varlıklarını kendi topraklarında bırakıp, yoksul, yorgun bedenlerini çitlerle çevrili sınırlara astılar! Sığınabilecekleri her yere: Kuzey’e, Güney’e, Küçük Güney’e sığınmaya çalıştılar.
“Fiziki imhadan, katliamdan kurtulmak” elbette önemlidir. Milat gibidir. Korkunç katliamlara rağmen hayatta kalmayı başarmak az şey değildir.
Katliama sessiz kalmamak; tepki vermek; dayanışma içinde olmak; onların sesi/ çığlığı olmak vicdani olduğu kadar tarihi ve insani bir görevdir.
Ancak sürüp giden, nereye/neye varacağı da pek belli olmayan bir katliam vardır.
Türkiye ve değişik coğrafyalara sığınanların genellikle toplama kamplarına alınması, başta sağlık ve güvenlik olmak üzere her tür güvenceden yoksun oluşu; gelenlerin kendi sosyal ve kültürel kimliklerine uygun biçimde konumlandırılmayışı; özellikle kadınların ve kız çocuklarının bugünden cinsel istismara uğrayarak, fuhuşa zorlanması, katliamın başka boyut ve biçimlerde genelleşerek devam ettiğini gösterir.
(Gelecek yazımda devam edeceğim…)
(Özgür Gündem – 07 Eylül 2014 – Delil Karakoçan)