MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: Şüphesiz aydın, daha adlı adınca söylemek gerekirse yeni aydın, organik aydın, bir miktar Don Kişot’tur; süregiden karanlığın hükümranlığına karşı özgür düşüncenin kanatlarıyla uçan, kılıcını çekerek eskimiş, çürümüş olanın ahlakına, düşüncesine karşı taarruza kalkan kişidir.
31 Mart seçimlerinin neticeleri seçim sınırlarını aşan pek çok tartışma başlığını da gündeme getirdi. Hâlihazırda alttan alta süren, hak ettiği ilgiye bir türlü mazhar olamayan ancak tali bir tartışma başlığı olmaktan çok daha mühim hatta yakıcı anlamlar ifade eden bir mesele bu vesileyle ön plana çıktı. Birer sivil ölüye dönüştürülmek istenen KHK’li akademisyen ve eğitimcilere uygulanan gadri ve süregiden bir politika olarak Saray rejiminin aydınlar üzerindeki baskılarını, buna bağlı olarak gelişen aydınlar arasından devşirmeler yaratma, teslim alma yahut sindirme gayretlerini düşündüğümüzde kadim bir tartışma bize yeniden kendini dayatıyor diyebiliriz. Aydın kimdir? Aydının rolü nedir? Aydın sorumluluğu nedir? gibi pek çok soru hakkında hep birlikte yeniden düşünmenin, her birimizin meşrebine, durumuna uygun tutumlar geliştirmemizin zamanı bir kez daha gelmiş görünüyor.
Ne var ki bu tartışmalara başlamadan önce tüm bu akademisyen kıyımlarının, solcu, demokrat eğitimci kıyımlarının, aydınlar üzerindeki baskıların yaslandığı zemini de oluşturan Saray rejimi tarafından örgütlenmeye çalışılan karanlık, korku ve itaat hükümdarlığının iki sacayağından eğitim politikaları ve medyanın ahvali hakkında kısa birer özet vermek faydalı olabilecektir.
Hâlihazırda genel olarak kapitalist egemenlik boyunduruğunda özgürlük ve bilimsellikten uzak tamamen sermayenin gereksinimlerine göre şekillenen, insan yeteneğini köreltmekten, insanı kendine, dünyaya, toplumsal yaşama yabancılaştırmaktan, bir karanlığın talim ve terbiyesini yürütmekten başka bir anlam ifade etmeyen; memleket özelinde ise uzun yıllardır, Türk-Sünni-Erkek “makul vatandaşlar” üretmenin torna tezgahı işlevi gören eğitimin, siyasal-İslamcı iktidar döneminde tüm bunlara koşut ve ek olarak cemaat-tarikat, şeyh-mürid sarmalına hapsolarak nasıl bir garabete sürüklendiği hepimizin malumu olsa gerektir. Her seviyede okullar karanlık ve cehaletin örgütlenmesi için tam motor gücüyle çalışıyorlar. Eğitim tam olarak bu minval üzere yeniden örgütleniyor.
O her fırsatta “irfanı” övülen halk, her fırsatta “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” gazı verilen gençler, sadece verilen emirleri idrak edebilen, okuduğunu anlama, ifade etme, algılama, yorumlama yeteneği ancak bununla sınırlı, Saray rejimine bağımlı, ayarlı birer abdestli droidler yığınına dönüştürülmek isteniyor. İnsanların inançları, din düpedüz saygısız bir istismar aracı halinde tamamen bu amaçlara matuf olarak kullanılıyor. İslam inancı tamamen dünyevi bir baskı, sömürü, talan, yağma, esaret düzeninin sürdürülmesi için bir aparat, bir kılıf olarak kullanılıyor. Saray Rejimine uygun bir Saray dini her yeri saran vakıf okulları, imam-hatipler ve bunların içinde örgütlenen Saray’a bağlı yurt ve vakıflarla gençliğe İslam dini olarak empoze edilmeye çalışılıyor.
İnsanların evlerini yıkıp, yatak odalarına girip oraya ırkçı motifler çizen, insan cesetlerini yerlerde sürükleyen, hiçbir dine sığmayacak vicdansızlıkları, ahlaksızlıkları yapabilecek, Müslümanlık kisvesi altına gizlenmiş ırkçı-milliyetçi tuhaf bir zihniyet yapısını özel birliklerden çıkarıp tüm topluma şamil biçimde örgütleyebilmek için çalışılıyor. Ez-cümle eğitim yerli ve milli bir “führer gençliği” imal etmek için boyunduruğa alınmış durumda görünüyor.
Tüm toplumu boğma, karanlığa hapsetme, Saray rejiminin zapturaptına mahkûm etme çabalarının bir diğer boyutu da elbette medyadır. Dünyanın her yerine burjuva devletler için devletin ideolojik aygıtların en yetkin ve önemlilerinden biri olan, kitlesel üretimin dayattığı kitlesel tüketimin pazarlama aracı olmakla beraber, rıza ve kapitalizme uygun birey imalatı için vazgeçilmez birer enstrüman olarak kullanılan ve tekelci egemenlikten bağımsız hatta özerk olmasını bile düşünmenin imkanı olmadığı anaakım medya, memleket özelinde tam bir denetim altına alınmış, burjuva anlamında bile, şeklen bile, -mış gibi bile bir medya özgürlüğünden, sözüm ona bağımsız medyadan söz edebilmenin mümkünü kalmamıştır. Kimi KHK’larla tasfiye edilen, gasp edilen, kimi başkaca baskı ve zor yöntemleriyle akamete uğratılan muhalif medyanın durumu ve kimi tüm kısıtlı imkânlara rağmen bin türlü emek ve zorlukla faaliyet yürütmeye çalışan muhalif medyanın ulaşabildiği kısıtlı kitleler göz önünde alındığında memleket dâhilinde tam bir “medya denetimden” bahsetmek mümkün görünüyor. Saray’ın ideolojik borazanlığı görevini ifa etmenin yanı sıra Erdoğan’ın her fırsatta hayıflandığı “iktidar olabildik ama kültürel iktidarı ele geçiremedik” serzenişine uygun da faaliyet yürüten her bir ana akım gazetesine, her bir televizyon kanalına atanmış parti komiserlerinin, her bir köşeyi tutmuş, gündüzleri bölünmüş ekranın bir köşesini, geceleri açık oturum stüdyolarının sıralı koltuklarını zapt etmiş olan parti propaganda-ajitatörleri en sabırlı kimselerin dahi sinir uçlarına zımpara etkisi yapan insan aklını dumura uğratan bir faaliyet yürütüyorlar.
Ana akım medya her zaman bir karanlık üretim merkeziydi. Katmerlenmiş bir karanlıktan söz etmek lazım artık; vahameti ifade edebilmek için bir porno durumundan bahsetmek gerekir. En basit mantık yürütme sınırlarının zorlandığı, arlanma, sıkılma duygularından tamamen kopulduğu, sahte bir halkçılık adına anti-entelektüalizmin yürütüldüğü, eskiden medyanın bir biçimde bir göz boyama yöntemi olarak kullandığı spesifik yöntemlerin dahi rafa kaldırıldığı, derme çatma, gelişi-güzel, vülger, post-truth çağının zirvelerinde bir yalan savunuculuğundan, yalancılıktan söz etmek gerekir. Cüppelisinden, Feslisine; yerden bitmiş bilmem hangi vakıf üniversitesinin her konunun uzmanı bilmem ne unvanlı iliştirilmiş akademisyenine ya da eski parti görevlisi yeni gayri-resmi parti sözcüsüne; çapsız tetikçi şu-bu gazetesi genel yayın yönetmenine; ihaleyle, himaye, hibeyle hülasa dolarla beslenen ne kadar dolar o kadar yalan üreten, halkını, memleketini ve tüm değerlerini çıkarına endekslemiş, her an satmaya, pazarlamaya hazır besleme bir güruh, kadınlı erkekli toplumun aklıyla alay ediyor, karanlık kin, öfke, nefret ve aptallık saçıyorlar. Bitmek bilmez bir “Derin Anadolu” güzellemesiyle halkın halihazır durumundan beslenen, bundan nemalanan sürekli kitlelerin en geri bilincine amigoluk yapan, bu durumun kendinin yegane varlık koşulu olduğunu bilen, bu durumu her yöntemle sürdürmeye çalışan halk düşmanları karanlıklarıyla hepimizi boğmaya çalışıyorlar.
İşte böyle bir düzlemde böyle bir ahval ve şerait içerisinde bir kez daha sormak elzem olsa gerek; Aydın kimdir, sorumluluğu nedir, rolü nedir? Eğer Fesli’nin, Cüppeli’nin, Alçı’nın vb aydın olmadığında hem fikirsek, bu kimseler vasıtasıyla yayılan karanlığın hükmünden razı değilsek, üniversiteleri, her seviyede eğitim kurumlarını bıyıklı taşra uyanığı tüccara, parti-komiserlerine teslim etmeye razı değilsek, memleketimizi ve geleceğimizi bu asalaklar sürüsüne mahkum bırakmaya razı değilsek, bunların üzerine hep beraber düşünmeli ve evet bu durumdan vazife çıkarmalıyız. Elbette biz devrimcilerin sosyalistlerin; Nazım’dan, Gorki’den, Yılmaz Güney’e, Brecht’e, Dr. Kıvılcımlı’dan, Behice Boran’lardan, Fikret Başkaya’ya, Temel Demirer’e aydının kim olduğuna, nasıl olması gerektiğine dair fikirlerimiz ve kanaatlerimiz vardır. Ancak tüm bunları daha geniş bir planda yeniden birlikte düşünmemiz gerekir. Bu tarihsel bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır.
Tüm sistemi ve işleyişini bir bütün olarak diyalektik bir biçimde ele alamayan, kendini disipliniyle sınırlayan, disiplinler arası bir geçirgenlik ve bütünsellikle düşünmeyen, bu entelektüel cüreti göstermeyen, pek çok imkândan ve alandan sürgün edilmeyi, yalnız bırakılmayı göze alamayan, kendini içinden çıktığı halkın kaderiyle ortaklaştırmayan, onların kurtuluşuna, insanlığın kurtuluşuna organik olarak bağlanmayan daha canlı, yaratıcı bir gelecek için karanlığa karşı ilerici güçlerle kaynaşmayan, mesuliyet, risk almayan, entelektüel ve moral bir devrimin, sıçrayışa kolektif olarak kendini adamayan kişi gerçekten de aydın olarak nitelendirebilir mi? Egemen sınıfların “komiliği” görevine, bu sömürü düzeninin “üst yapı memurluğuna” rıza göstermiş, bununla yetinmiş bir kişiye aydın denebilir mi? Egemen sınıflar ile ezilen, sömürülen kitleler arasında bir konsensüs oluşturma görevi koşulmuş ve bunu yadsımayan birine aydın diyebilir miyiz? Bu altyapıyla üstyapı arasında onları birbirine bağlamak üzere oynadığı çimento rolüne itiraz etmeyen, dili vardığınca, gücü yettiğince egemenler ve ezilenler arasındaki suni dengeye bir tekme de kendi sallamayan kişi ne kadar aydın olarak adlandırılabilir? Yahut o kişi kimin aydınıdır?
Şüphesiz aydın, daha adlı adınca söylemek gerekirse yeni aydın, organik aydın, bir miktar Don Kişot’tur; süregiden karanlığın hükümranlığına karşı özgür düşüncenin kanatlarıyla uçan, kılıcını çekerek eskimiş, çürümüş olanın ahlakına, düşüncesine karşı taarruza kalkan, bir süre sonra kendi ayrıcalıklı durumunu da ortadan kaldıracak kültürel sıçrayış uğruna, eskinin ideolojik egemenliğine, ahlakına karşı yeni toplumun, yeni ahlakın, yeni egemenliğin bilimsel bayraktarlığına soyunan kişidir. İdeolojik alanın fethine koyulan kişidir. Yeni aydın bu erekler için sürekli yeniden ikna eden, can verici, örgütleyici olarak faal olarak pratik hayata/mücadeleye katılan kişidir. Teoriyle pratiği buluşturmanın zorunluluğunu kavrayan, zamanla kendi ayrıcalıklı durumundan uzaklaşan, kendini ehemmiyetsizleştiren geçici bir öncüdür. Bir meşale, bir bayrak koşucusu, Mahmud Derviş’in “Ah keşke şu karanlığa bir mum olabilseydim” temennisine tüm bilinciyle katılan kişidir. Hülasa yeniye yönelmiş, yeni için mücadele eden yeni dünyaya/yaşama fikri olarak yelken açmış, bu uzun yolculuktaki tarihsel rolünü kavrayabilmiş kişidir. Yeni aydın, ne insanları teskin etme ne de konsensüs oluşturma derdindedir; ucuz formülleri, hazır klişeleri ya da iktidar sahiplerinin ve uzlaşmacıların söylediklerinde, yapıp ettiklerinde gözlenen sorunsuz, uzlaştırıcı olumlamaları kabullenmeyi reddeden, karşı varlığını ortaya koyan biridir. Hatta sadece bir şeyleri pasif olarak istememekle yetinmeyen, bunu aktif olarak söyleyen, eyleyen, örgütleyen kişidir. Kimi mürekkep yalamışların, tüm halkı bir kenara itip devlete bağlılıklarını ilan etmelerine karşın ahlaki tutum alan kişidir.
Edward Said’in özlü ifadeleriyle: “Entelektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini söylemeye çalıştım, konferanslarımda. Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır.
Entelektüel mümkün olduğunca geniş bir halk kesimine seslenir (onları küçümsemez), bu kesim onun doğal muhatabıdır. Carey’nin dediği gibi, bir bütün olarak kitle toplumu değildir entelektüelin meselesi; kamuoyunu (bu yüzyılın başlarında allame Walter Lippman’ın tarif ettiği şekillerde) biçimlendiren, onu konformistleştiren, iktidardaki bir avuç çokbilmişe güvenmeye teşvik eden uzmanlar, eş-dost grupları, profesyoneller, düzen adamlarıdır. Düzenin adamları belli çıkarları gözetirler, oysa entelektüeller şovenist milliyetçiliği, şirketleşmiş düşünce müsveddelerini ve sınıfsal, ırksal ve cinsel imtiyazları sorgulayan kişiler olmalıdırlar.”
Peki, ama ne yapmalı tüm baskı ve yıldırma politikalarına rağmen susmayan sosyalist aydınlarımız, işsiz bırakılmalarına cezaevi tehditlerine rağmen direnmeye devam Barış Akademisyenlerimiz, özgür Gündem gazetesiyle dayanıştıkları için hapsedilen ama direnmeye devam eden aydınlarımız bizlere güçlü birer misal veriyorlar. Bu topraklarda direniş kültürü her zaman güçlü bir damar olarak var oldu, var olmaya devam ediyor. Onlar da bu damara yeni bir can suyu veriyorlar. Ne var ki bu mücadelelere omuz vermek bu mücadeleleri güçlendirmek, büyütmek ihtiyacı ekmek su gibi elzem görünmektedir. Hepimiz topluma, geleceğe karşı kendini sorumlu hisseden yahut ona borçlu hisseden hepimiz, kendimizi nerde, nereye yakın, nasıl tarif ediyorsak yüksünmeden, gün sektirmeden, elimizden, dilimizden ne geliyorsa ardımıza koymadan, büyük insanlık mücadelesine omuz vermeli, bu kavgaya bağlanmalı, bu mücadeleyi örgütlemeliyiz. Bu katliam, bu karanlık, bu sömürü düzenine karşı örgütlenmeye karşı tüm ön yargılarımızı kırarak, tüm endişe ve korkularımız bir kenara bırakarak en yakınımızda duran yerde safları sıkılaştırmalı, safları kuvvetlendirmeliyiz: Bu cendere ancak örgütlü bir güçle, örgütlenerek kırılabilir. Şimdi tam da bunun zamanıdır. Düşmanlar saflarını tutmuşsa biz de saf tutmalıyız. Unutmayalım: örgüt özgürlüktür!