BAHATTİN DEMİR yazdı: “’Tek seçenek, suya, toprağa, dereye, kente halkın sahip çıkması’, eğer bir sloganın veya niyetin ötesine geçmesi gereken ‘programatik bir konu’ ise ivedilikle bu bağlamda ele alınması, kentsel mücadelenin tüm dinamiklerini sınıf mücadelesi ile bütünleştirecek bir programın geliştirilmesi gerekir.”
BAHATTİN DEMİR
Aslında Marksist yazında kentleşme olgusu üzerine 1970’lerden itibaren artan bir ilgi ve yoğunlaşan çalışmalar bulunmasına karşın ülkemizdeki sol hareketlerin bu konuya teorik ve pratik düzeyde (Fatsa deneyimi gibi girişimler dışında) yeterli önemi verdiği söylenemez. 1980’li yıllara kadar kentleşme, çoğunlukla “çarpık kapitalizmin çarpık kentleşmesi, gecekondu mahalleleri” bağlamında konut hakkı üzerinden yine çoğunlukla İstanbul’la “simgeleşmiş” bir olgu olarak gündeme alınmış; sınıf mücadelesi ile kentsel mücadele arasındaki ilişkinin sistematik bir değerlendirmesi yapılmamıştır.
Kentlerin “siyasal mekanlar” olarak görülmesine dair Marksist teoride söylenmiş sözler üzerine söyleyecek yeni sözümüz yok. Kent olgusunun Marksizmdeki yerini anlamak için en temel Marksist kavramlardan olan “burjuva” ve “proletarya”nın, kenti merkezine alan bir içerikle[1]1 tanımlanmış olduğunu belirtmek bile yeterli olacaktır inancındayız.
Ancak bir hatırlatma yaparak devam edebiliriz; arkeolojik araştırmalar gösteriyor ki kentler, avcı toplayıcı toplumlardan yerleşik toplumlara geçiş aşamasındaki en erken ve ilkel biçimlerinde dahi toplumsal farklılaşmanın ve eşitsizliklerin mekanı olmuştur. O günlerden bugünlere tarihsel süreçte kent içindeki mimarinin, alan kullanımı ve düzenlemelerinin, yapı farklılıklarının hatta yapı malzemesi tercihlerinin arka planında hep bu toplumsal farklılaşma ve eşitsizlikler olagelmiştir. Yani kentler tarih boyunca hem egemen sınıfın hakimiyet mekanı hem de sınıflar arası çatışmanın mücadele mekanı olarak işlev üstlenen “siyasal mekanlar”dır.
Kapitalizmle birlikte kentler daha fazla nüfusun biraraya geldiği ve daha karmaşık ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkilerin kurulduğu bir mekana dönüşmüştür. Artık kentler hem sistemde üretilen her şeyin tüketildiği bir pazar hem de kendisi bir metadır. Kapitalizm için kentin bir pazar olarak varlığını korumak ve geliştirmek kadar kentsel gayrimenkuller (arsa, bina vb) ve yatırımlardan elde edeceği kârın korunması ve geliştirilmesi de önem kazanmıştır. Kentleri bu temelde yönetecek kurumsal organizasyon (belediye vb), alansal kullanım (imar planlama vb) ve yapılaşma-mimari sistemini oluşturmuştur. Kısaca “kentler kapitalizmin yaşam mekanı”na dönüştürülmüştür.
Ancak kentler “kentsel sanayi proletaryasının”, “kent küçük burjuvazisi”nin, diğer emekçi kesimlerin, esnafın, işsizlerin, kent yoksullarının, göçmenlerin, yerinden edilenlerin de yaşam mekanıdır aynı zamanda. Bu kesimler üzerlerinde hissetseler de hissetmeseler de kentsel mekanlarda ve ilişkilerde kapitalizmin sömürü ve baskısına muhataplardır. Kentteki sıradan günlük faaliyetler bile aslında sınıf çelişkilerinin izini taşır.
Bu noktada temel soru siyasi mekanlar aynı zamanda mücadele mekanları mıdır? Daha doğrusu “kentler nasıl mücadele mekanı haline gelecek?”
Eğer sorunun “cevabı kentlerde kültürel, etnik, dinsel, doğa dostu veya sadece tüketici kimliği ile ayrı ayrı kulvarlarda mücadele veren tüm kesimlerin mücadelesini birleştirerek; ‘edilgenleşmiş’, ‘ortak hareket etmekten’ ve ‘sınıf bilincinden’ uzaklaşmış kentli emekçilere ulaşarak” şeklinde ise o zaman kenti ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel katmanlarıyla ve bireyleriyle birarada düşünmek; kentleşme sorunları ve yarattığı risklerle (örneğin deprem veya İstanbul taşkınları gibi) karşı karşıya kalan herkesle, sahada birlikte olmak durumundayız.
Bu sürecin bir kentsel mücadele programı olmadan, bu program eliyle sistematik bir çalışma yürütülmeden başarılması mümkün değil. “Kentsel mücadele programı” denilen şey de aslında açıktır ki, kendi kentleşme pratiğimizin ifadesinden başka bir şey değil.
Bugün birçok sol parti programlarında özel bir kent başlığı açılmamış olsa da kentsel mücadeleye dair birçok şey söylendiği rahatlıkla görülür. Ancak görünen odur ki bu söylenenler çoğunlukla bugünün kentlerinde karşı çıkılan kentsel dönüşüm vb uygulamalara yapılan vurgular şeklindedir. “Ne yapılması” gerektiği söylenmekte ancak “nasıl yapılacağı” konusuna pek girilmemektedir.
Son İstanbul taşkın olayı üzerinden somutlayacak olursak, bu olay karşısında alınan tavır çoğunlukla “çarpık kentleşme ve yetersiz altyapıya”, “kentlerin betonlaşmasına” vurgu yapan basın açıklamaları şeklinde olmuştur (gözleyebildiğimiz kadarıyla). Ancak ne elimizde betonlaşan ve altyapısı yetersiz kentlerde sosyalist iktidarlarca ne yapılacağına dair bir analiz, ne bir program ne de de mahallelerde programlarımızı anlatabileceğimiz yaygın örgütlenmeler var.
Keza kentlerdeki yapı stoğunun niteliksizliği ve depreme dayanıksızlığı herkesçe bilindiğine göre biz iktidarda olsak bu konudaki pratiğimiz nasıl olacak? Bizim kentsel dönüşüm programımız nedir? Deprem vb jeolojik tehlikelere karşı stratejimiz nedir?
Hele ki 17 Ağustos 1999 Depremini yeniden hatırladığımız bu günlerde bizim “afet yönetim sistemimiz” nedir? “Afet yönetimi”ni sadece teknik bir konu olarak ele alan, katılımcılığa kapalı anlayışlara karşı biz nasıl bir sistem öneriyoruz?
Ya da erkek egemen kentlerde toplumsal cinsiyet eşitliğini nasıl gerçekleştireceğiz?
Bu başlıkları çoğaltmak mümkün, ama sonuç sanki değişmiyor! “Rant odaklı değil insan odaklı kentler istiyoruz” demek (bunu programlara, basın açıklamalarına vb yazmak) hem bizler hem de emekçiler için yeterince açıklayıcı mı?
Eğer sosyalizm sadece bir devrim sorunu değilse, içinde yaşadığımız sorunlar devrim sonrası ütopik bir dünyada kendiliğinden çözülmüş olmayacaksa ve asıl önemlisi de sosyalizm sınıfsız topluma bir geçiş ise, o zaman bugünden “kapitalist kentten sosyalist kente nasıl geçileceğini” somutlaştırmak gerekir.
Merkezi veya yerel yönetimlerin şu anki kentsel politikalarına karşı haklı gerekçelere dayanan eleştirilerimiz var ancak sistematik bir mücadele ve asıl önemlisi de kendi kentleşme pratiğimizi ortaya koyacak bir programımız olmalı.
Bugün birçok siyasi yapının mahalle örgütlenmesi deneyimi var; ancak gerek bu deneyimlerden gerekse diğer kentsel mücadele deneyimlerinden yeterli ölçüde yararlanmadığımızı, buralardan süzülerek gelen değerleri bütünleyecek/bütünlemiş bir anlayış etrafında mücadelenin sürdüğünü sanırım söyleyemeyiz.
Bugün kent, tasarım, planlama üzerine tartışmaların çoğu uzağımızda ve üniversite ortamında gerçekleşiyor. Kentsel mücadele programının oluşturulması ve uygulanması için akademisyenlerle sol hareketler arasında kurulmuş sistematik ilişki oldukça sınırlı. Kent pratiğimizin ve mücadele programın teorik arka planının oluşturulmasında en önemli aktörlerden birinin akademisyenler olmasına karşın parti veya hareketler bünyesinde “kent büro”larını kurmuş ve akademisyenlerle çalışan sol yapılanma sayısının bir elin beş parmağını geçmediğini biliyoruz.
Bu çerçeve hala tamamlanmış değil. Meslek odası, sendika gibi yapıların da artık geleneksel davranışlarla yetinmeden örgütlenme ve mücadelelerinde yeni bir açılım yapması gerekir ki çerçeve tam olarak oluşsun. Sendikaların “Biz işkolu, işyeri sorunları ile ilgileniriz, sadece işyerinde örgütleniriz” ya da meslek odalarının “biz meslek sorunları ile ilgileniriz sadece meslektaşlarla örgütleniriz” yerine mahallelerde çalışmayı da hedeflemesi gerekir.
“Haksızlık yapar” bir konuma düşmemek için belirtmek gerekir, özellikle yerel yönetim seçim dönemlerinde daha yoğun bir şekilde olmak üzere kentsel mücadeleye ve “devrimci yerel yönetimler”, “kent meclisi” vb mekanizmalara dair sol politik yaklaşımlar söz konusudur. Dolayısıyla kentsel mücadelenin gözardı edilmesi gibi bir durum olmasa da, konunun bir süreklilik içerisinde ele alındığı da söylenemez.
Kapitalizm tarih sahnesine çıktığı ilk günden beri bağrından çıktığı kentleri “kendi yaşam alanları” olarak istekleri (daha çok sömürü ve sermaye birikimi) doğrultusunda dizayn etmeyi sürdürmüştür. Özellikle de neo-liberal kentleşme pratiğinin sadece yapılı çevrede değil doğal çevrede, insan psikolojisinde, sosyal ve kültürel ilişkilerde, temel kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi yoluyla ekonomik anlamdaki tüm yıkımları kapsayan yıkıcı sonuçlar karşısında, ülkemizde geçmişten çok daha açık bir şekilde, kentler sınıf mücadelesinin bir mekanı olmuş, kentsel mücadele de sınıf mücadelesinin bir parçası haline gelmiştir.
“Tek seçenek, suya, toprağa, dereye, kente halkın sahip çıkması”, eğer bir sloganın veya niyetin ötesine geçmesi gereken “programatik bir konu” ise ivedilikle bu bağlamda ele alınması, kentsel mücadelenin tüm dinamiklerini sınıf mücadelesi ile bütünleştirecek bir programın geliştirilmesi gerekir. Çünkü kapitalist yıkıma ne kentlerde ne de dünyada dayanacak güç kalmadı…
[1] “Burjuva”, "bourgais" kelimesinden türemiş kentli zengin, kent soylu anlamındadır. “Proletarya” ise “köyden şehre gelen emeğinden başka satacak şeyi olmayan topraksız köylü” anlamındadır.