Korona virüsü salgınını değerlendiren feminist yazar Silvia Federici, kapitalizmin “ölüm koşulu ürettiğini” söyledi.
Korona virüsü (Covid-19) salgınını değerlendiren feminist yazar Silvia Federici, salgından en çok kadınların etkilendiğini söyledi.
Federici, “Her zaman olduğu gibi bu salgının ceremesini de en çok kadınlar çekiyor. Careworker, yani bakım emekçisi olarak çalışanlar, kadın hemşireler. Mağazalarda/marketlerde satış elemanı olarak çalışanlar da bilhassa kadınlar. Bugün tüm bu kadınların ön cephede olduğunu görebiliyoruz. Hastanelerde ve dahası evlerde… İşleri giderek artıyor. Bu virüs tehdidine karşı korkutmadan korumaları gereken çocukları var” dedi.
Salgının protestoları engellemek için kullanılabileceğini belirten Federici, “Geleceği yalıtılmış varlıklar olarak değil, kolektif biçimde düşünmeliyiz. Bugün salgın adı altında bizi tecrit etmeye çalışıyorlar. Çok dikkatli olmalıyız, çünkü salgın dolayısıyla ölüm korkusundan yararlanacaklar. Ölüm korkusu çok güçlüdür, meşrudur ama bunu bizi tecrit etmeye devam etmek, protestolarımızı dağıtmaya devam etmek için kullanacaklar” ifadelerini kullandı.
Silvia Federici’nin, Bilge Tanrısever’in Türkçe’ye çevirdiği ve Otonom Yayıncılık’ın internet sitesinde yayınlanan “Kapitalizm, Yeniden Üretim ve Karantina” konuşması şöyle:
“Ve kadın hareketlerinden gelen feministler olarak bizler, bu sistemin bütün dünyada geleceğimizi ve yaşamlarımızı güvence altına almadığını, bizi öldürdüğünü, üstelik bunu birçok farklı biçimde yaptığını yıllardır tekrar edip duruyoruz. Oysa tüm bu öldürme biçimleri birbirine bağlı. Endüstriyel tarımla, diyabete sebep olan gıdalarla öldürüyor bizi. Örneğin 2019’da dünyada 4 milyondan fazla insanın diyabetten öldüğü biliniyor… 4 milyon… Diyabetten ölen… O zehirli fast food, kirli sular, tarım ilaçları… Tüm bunlar yüzünden ölüyor insanlar… Açıkça suçluyoruz bunları…
Köylüsü, yerlisi, kentlisi, dünyanın kadınları, farklı bir toplum ve farklı bir yeniden üretim mücadelesinin ön cephesinde yer alıyorlar. Bize yaşam ve gelecek sunacak, bizi besleyecek, bizi öldürmeyecek bir yeniden üretim mücadelesi… Bu sebeple şunu söylemek çok önemli: Bu salgın, savaşlarla, tahliyelerle, yerinden edilmelerle, insanların kendi topraklarından kovulup mülksüzleştirilmesiyle, çevre kirliliğiyle ve doğanın tahribatıyla her gün neler yaşandığını açık ve net bir şekilde gösteriyor. Mesela ümitsizliğin yükselişi, artışı… Örneğin kısacık bir istatistikî karşılaştırma: Bugün Amerika’da 20 bin kişinin korona virüsten öldüğü konuşuluyor. Bu berbat bir şey, korkutucu… Fakat geçen yıl 48 bin kişi kendi canına kıydı, intihar etti, çünkü bu yaşam giderek daha üzücü, daha zor hale geliyor. Dolayısıyla gayet açık ki her zaman olduğu gibi bu salgının ceremesini de en çok kadınlar çekiyor. Careworker, yani bakım emekçisi olarak çalışanlar, kadın hemşireler. Mağazalarda/marketlerde satış elemanı olarak çalışanlar da bilhassa kadınlar. Bugün tüm bu kadınların ön cephede olduğunu görebiliyoruz. Hastanelerde ve dahası evlerde… İşleri giderek artıyor. Bu virüs tehdidine karşı korkutmadan korumaları gereken çocukları var.
O nedenle, yeniden üretimin önemini ve merkeziliğini açıkça görüyoruz. Yeniden üretim terimi hâlâ birçok farklı gerçekliğe atıfta bulunur ve bunların hepsi de birbirine bağlıdır. Yeniden üretim demek, bakım, çocuk yetiştirme, yemek pişirme, temizlik, hasta bakımı ve aynı zamanda doğayı gözetme, tarım demektir. Kadınlar, kâr amaçlı değil ailenin geçimini sağlayan tarım faaliyetinin ilk işçileridir. Geçimlik tarım sayesinde kadınlar besinleri pişirirken bedenlerine neyi aldıklarını kontrol edebilirler; öldürmeyecek, aksine besleyecek gıdaları bilirler… Öte yandan endüstriyel tarım, kansere neden olur, çok sayıda ve çeşitli hastalığa zemin hazırlar. Aslında endüstriyel tarım çok daha kârlıdır. Küçük ölçekli tarımdan, insanların doğa ile daha doğrudan ve daha kapsamlı bir ilişki içinde çalıştıkları köy tarımından daha kârlıdır. Ayrıca küreselleşme, üretimde uluslararası iş bölümü de kâr güdümlüdür. Oysa ta Çin’den ya da binlerce kilometre öteden gelen…bir elmayı…aramanın hiçbir anlamı yok. Hal böyleyken yeniden üretim alanının geleceğin ve toplumun üretimi için temel strateji olduğunu görebiliriz, zira yeniden üretim yaşam demektir, gelecek demektir.
Kapitalist bir sistemde yaşıyoruz. Artık daha açık görülüyor ki onu sürdürülemez kılan şey, bireylerin ve büyük şirketlerin kârı karşısında yaşamın yeniden üretiminin, yaşamlarımızın ve geleceğimizin sistematik olarak ikincil konuma itilmesine dayalı olmasıdır. İşte tam da bu yüzden, insan emeğine ve yeniden üretimimize dayandığı için kapitalizmdir… Araştırılan ve harekete geçirilen bütün ekonomik ya da politik hesaplamalar da bununla uyumludur. Bence bu yüzden bugünün mücadelesi, kadınların hâlihazırda yürüttükleri mücadeledir ve yine bu yüzden günümüzde uluslararası ölçekteki kadın hareketleri stratejik olarak çok önemlidir. Görüyoruz ki bu mücadele yeniden üretimimizin temel araçlarını geri alma mücadelesidir; ister bizim ürettiğimiz toplumsal refah olsun, ister toprak, isterse de sularımız ve ormanlarımız üzerinde kontrol olsun… Şu anda oluşum aşamasında olan ve kadınların öncülük ettiği bir örgütlenme biçimi oluşturuluyor; sadece bağlarımızı ve direniş kapasitemizi güçlendirmek için değil, aynı zamanda İspanya’da, Latin Amerika’da söylendiği gibi, yaşamı merkeze koyan farklı bir tür toplumu dayatmak için de devletle mücadele etmeyi önceleyen bir örgütlenme. Ayrıca daha dayanışmacı bir yeniden üretim de yaratmalıyız. Yıllardır bütün dünyadaki yoldaşlarımda ortak alanlar politikasından bahsederiz. Ortak alanlar politikasıyla ilgili kavramlarının önemi bugün hiç olmadığı kadar doğrulanmış durumda; gündelik hayatımız, yaşamımız, işimiz/emeğimiz üzerine bireysel değil de kolektif olarak düşünmek… Geleceği yalıtılmış varlıklar olarak değil, kolektif biçimde düşünmeliyiz. Bugün salgın adı altında bizi tecrit etmeye çalışıyorlar. Çok dikkatli olmalıyız, çünkü salgın dolayısıyla ölüm korkusundan yararlanacaklar. Ölüm korkusu çok güçlüdür, meşrudur ama bunu bizi tecrit etmeye devam etmek, protestolarımızı dağıtmaya devam etmek için kullanacaklar. Toplumun alt katmanlarından başlayarak yaratmaya, yaşamlarımızın kontrolünü ele geçirmeye girişmemiz, kolektif kararlar almamız bu yüzden artık iyice önemli hale geldi. Bu aynı zamanda devleti, mücadelemizin bir parçası, yani toplumsal refahımızı geri kazanmanın parçası haline getirmek demektir. Toplumsal refahın geri kazanılması mücadelesinin bir parçası da sağlığımızla ilgilenebilecek yerlerin yerelleştirilmesi yönünde devleti zorlamaktır.
Şu anda ya evde ya da hastanedeyiz ve çoğu insan hastaneye gitmekten korkuyor, çünkü enfekte olabileceklerini, hastanelerin yalnızca sağlık bakımı aldığımız, bizi iyileştiren/tedavi eden sağaltım merkezleri olmadığını biliyorlar. Üstelik bugün hastanelerde inanılmaz durumlar yaşanıyor; hizmet veren çalışanların kendileri de tehlikede altındalar. Neoliberalizmden önce birçok ülkede, bir rahatsızlığı ya da hastaneye ihtiyacı olanların gidebildiği küçük klinikler vardı, bugün de bunlara benzer, topluluğa ait yapılarımızın olması ve bunların yerelleştirilmesinin önemine dikkat çekmek gerekiyor. Bu gibi yapılarda sunulan ve ihtiyaç duyduğumuz bakım etkinliği üzerinde büyük bir kontrol uygulamak mümkün olabiliyordu. Topluluğun insanları ile kurumlarda çalışanlar arasında bir mübadele ilişkisi kurulabiliyordu. Bu tür bir yapıyı yeniden canlandırmalıyız, çünkü mesele artık devletlik ya da devletsizlik değil. Kurumların bize sağladığı yapıyı kullanmamız gerektiği açık, çünkü bir alternatifimiz yok, dolayısıyla mevcut alternatiften yararlanmak üzere, ihtiyaçlarımız, sağlığımız, gıdalarımız, toprağımız, bizi ve yaşamımızı etkileyen durumlar üzerine düşünmeye başlamaktan başka alternatifimiz yok… Ama aynı zamanda tarımı, sağlığı yeniden yerelleştirmenin, kolektif karar verme, kolektif karar arayışı ve anlayış biçimleri yaratmanın da önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin gündelik yaşamımızın gerçekliğinin ne olduğu, korona virüsten önceki gündelik gerçekliğimiz üzerine düşünmek gibi… Ve burada her şeyden önce Amerika’dan bahsediyorum. Örneğin 2017-2018 yılları arasında 60 binden fazla insan influenzadan/gripten hayatını kaybetti ve yaklaşık yarım milyon insan kanserden öldü. Binlercesi de diyabetten ölüyor. Bu inanılmaz bir istatistik ve beni bu konuşmanın başında söylediğim şeye götürüyor. Bu istatistikler, savaşlar bir yana, kapitalist sistemin hâlihazırda sürekli bir ölüm koşulu ürettiğini gösteriyor. Şu anda burada binlerce ölümden bahsediliyor, ama Amerika, Avrupa topluluğu yıllardır sürekli bir savaş durumu yaratıyor. Bu durum Orta Doğu’yu yok ediyor, hatta yok etti. Şimdi de Kuzey Afrika’da aynı durum var. Bu yüzden kadınlar olarak, feministler olarak, bence belli bir bakışa, bir netliğe sahibiz. Özellikle de yaşamın yeniden üretiminin önemine, kırılganlıklarımızın, ihtiyaçlarımızın neler olduğuna dair net bir bakışımız var. Kentteki bir kadını (mesela beni) kırsaldaki kadına bağlayacak yaygın bir mücadeleye; yeni bir yapı, yeni dayanışma bağları, yeni yeniden üretim biçimleri yaratmaya ihtiyacımız olduğunu görebiliriz. Ve bütün bunlara, yaşam, yaşamın yeniden üretimi ilham verir. Toplumun hedefi refah ve iyi yaşam olmalı, özel kâr değil…”