Mahir SAYIN Tiananmen Meydanı protestolarının 32 yılı vesilesiyle yazdı – Çin’de son bir gayretle proletarya 32 yıl önce yeni bir politik devrim yoluna girdi ama yukarıda örgütlenen azınlık profesyonel aygıtlarıyla bu ihtilali bastırdı ve Çin’i dünya kapitalizminin hizmetine soktu. Hikaye bundan ibarettir.
İngiliz ve Japon emperyalizmlerinin zulmünden sıyrılarak kendisini kapitalist sistemin dışına çıkarmayı başaran Çin, işçi sınıfının son derece zayıf olmasına rağmen yaptığı işin sosyalizme ilerleyen yeni türden bir demokrasi olduğunu savuna geldi. Oluşturulan sistemin sosyalizme hiç benzemediği söylenemezdi. Zira, ömrü çok uzun sürmeyecek olan milli burjuvalardan söz ediliyor olsa da kapitalist özel mülkiyete esas olarak son verilmiş ve her türlü üretim aracı devlet denetimi altına sokulmuştu. Bu sistemin kapitalizme de benzetilebilecek yanları olsa da bir zaman sonra ortada, ideolojik suçlamaların dışında burjuva kalmamıştı. Onların yerine mülk sahibi olmayan ama tasarruf hakkını da bireysel olarak değil parti/devlet olarak elinde bulunduran, sınıf olduğunun söylenmesi zor olan bir tabaka egemen sınıfın pozisyonuna geçmişti. Herhangi adil bir onay mekanizması bulunmasa da, bu tabakanın kendisinin temsilcisi olduğunu iddia ettiği halka en düşük düzeylerde de olsa, eğitim, iş güvencesi, sağlık hizmetleri, barınma imkânlarını nispi eşitlikçi bir temelde sunduğu bir nizam işlemekteydi. İşsizlik, okulsuzluk, hastanesizlik, evsizlik ve aç kalma geride bırakılmıştı. Eğer sosyalizm olandan herkesin yararlanmasını sağlayan bir iktidar biçimi olarak tarif edilecek olsa idi, bu rejime düşük gelirli sosyalizm demek mümkün olabilirdi. Ama Komünist Manifesto’dan beri bilimsel sosyalizm, işçi sınıfının bizatihi kendisinin egemen sınıf olarak örgütlenmesi olarak tanımlanmıştı. Çin halkının/işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlendiğini ve bu egemenliğin gereği olarak da tasarruf hakkını kullanabildiğini söylemek mümkün değildir. Zira bu tasarrufu yapan parti ve onun üst yönetimi diye bir başka egemen mevcuttur. Bugüne kadar da bu iki egemenlik adayının özgür ilişkiler temelinde karşılıklı ilişki içinde bulunduklarının her hangi bir işareti olmamıştır.
Sınıflı toplumlarda azınlık olan diğer egemen sınıflar nasıl egemenliklerini bir azınlık devletinin sağladığı imkânlarla gerçekleştirmiş iseler Çin’de de halkın egemen sınıf olarak tasarruf hakkını kullanmasının önünde devasa bir devlet aygıtı dikilmekte ve tasarruf sahiplerinin takdirlerine boyun eğilmesi, kısmi rızayla birlikte sağlamaktadır. Bu yıkılan reel sosyalist ülkelerde de bundan farklı değildi.
Çin’in nasıl bir ülke olduğu meselesi sadece bunlarla sınırlı bir tartışma konusu değildir. Çin bir yandan uluslararası sermayenin cennet olarak seçtiği ve akın ettiği bir ülke olurken[1] diğer yandan da dünyanın önde gelen sermaye ihraç eden ülkesi haline gelmiştir. Asya’da, Afrika’da, Orta Doğu’da, Latin Amerika’da milyarlarca dolarlık yatırımlar yapmakta, borçlar vermektedir. ABD hazine bonolarının en büyük alıcısı bir trilyon dolardan fazla miktarla yine Çin’dir. Ortalığa bu kadar sermaye saçan bir gücün bu sermayenin güvencesini sağlamak üzere gerekli askeri yapılanmayı oluşturmayacağını bekleyemeyiz. Zaten dünyanın en önemli silah üreticilerinden birini de artık Çin oluşturmakta açık denizlerdeki egemenlik için uçak gemileri edinirken uzay silahlanması yarışına da girmiş bulunmaktadır.
Lenin’in Emperyalizm kitabında anlattıklarına ne kadar da benzemiş görünüyor durum.
Enternasyonalizm tartışmasının yaygınlık kazandığı korona günleri aynı zamanda nasıl bir enternasyonalizm ve haliyle nasıl bir sosyalizm tartışmasına da hız veriyor. Kapitalizmin adım adım kazandığı yeni özellikler bir yandan kapitalizmi değişime uğratırken işçi sınıfını da kompozisyon olarak değişime uğratmakta ve proletaryanın özgürlük mücadelesinde yeni mücadele yöntemleri ve bunlarla uyarlı örgütlenme biçimlerini geliştirmesini zorunlu kılmaktadır. 4. Sanayi Devrimi’nin yarattığı imkânların iktisadi, siyasi ve sosyal hayattaki ifadeleri yavaş yavaş gerçekleşirken korona pandemisinin bir yılda tüm dünyayı sarması, birden zincirlerin boşalmasına ve en erken on yıl sonra olabileceği tahmin edilen değişimlerin birkaç ay içerisinde geri dönülmez bir biçimde hayatımıza girmesine neden oldu. Bu hızlı değişim haliyle sınıf mücadelesinin yeni parametrelerinin neler olacağının tartışılmasını ve üzerlerinde hızla karar verilmesini acil bir görev haline getirdi.
Bütün zamanlarda olduğu gibi bugün de bu tartışmanın ulusal ve küresel olmak üzere iki boyutu bulunmaktadır. Ulusal boyutu, yerel proletaryanın kendisini egemen sınıf olarak nasıl örgütleyeceğinin teori, strateji ve taktiğinin geliştirilmesi oluştururken, küresel boyutunu da sınıf hareketi içerisinde enternasyonaller olarak yaşanmış olan uğraklara bir yenisinin nasıl ekleneceği meselesi oluşturmaktadır. Haliyle de bu ikinci boyut sadece ulusal işçi partilerinin ne yapması ve nasıl yapılanması gerektiğini değil aynı ölçüde diğer yerel partilerin de ne olduğu/olması gerektiği konusunda fikir sahibi olunması gerekliliğini dayatmaktadır. Dünya sınıf hareketinin ana/öncü partiler etrafında bölüklere ayrıldığı dönemin sona ermesiyle birlikte yeni bir küresel saflaşma ihtiyacı bütün gücüyle kendisini dayatmaya başlamış bulunuyor. Bu da yaşanan deneylerden sonra sosyalizminin ne olması gerektiği ve başka işçi/sosyalist/komünist partilerinin ne olduğu tartışmasını aktüel hale getirmektedir. Bunlar içerisinde de, hala iktidarda bulunan komünist partilerin niteliği özellikle de bunlar arasında en büyük gücü oluşturan Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) niteliğinin tartışılması öne çıkmaktadır.
Bunlar konusunda bir karara varabilmek için öncelikle bu değerlendirmelerin hangi kritere göre yapılacağının kararlaştırılması gerekir ki ortak bir dilden konuşarak anlaşılabilir bir sonuca varılabilsin.
ÇKP’nin ne olduğunu anlamak esasında zor bir mesele değil. ÇKP çöken sosyalizm uygulamalarında şekillenmiş diğer partilerden esaslı bir farklılığa sahip değildir. SBKP neydiyse ÇKP de odur. Gorbaçov neyse, Deng Xiao Ping ya da Xi Jin Ping de odur. ÇKP, siyasi tekeli toplumun üzerinde yükselen devletin zoru ve devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla elde edilen belli ölçüdeki bir ideolojik hegemonyayla elinde tutan, hayatın her alanındaki kararları verme yetkisini kendisine tanımış bürokratlardan oluşan totaliter bir partidir. Çatıştıkları zamanlar da dahil olmak üzere bu iki parti arasında herhangi bir fark yoktur. SBKP ortadan kalkıp, Çin’de de Pazar ekonomisi egemen hale getirildikten sonra belli bir fark oraya çıkmıştır. SBKP’nin Pazar ya da o pazarda yer alan burjuvalar diye bir meselesi olmamıştır; Burjuvalar bu partiye üye olabilirler mi diye bir tartışma gerekmemiştir. Bırakalım burjuvayı, herkesin birden halk ve devletin de o “halkın devleti” olduğunun ifade edildiği 1936 Anayasası’yla birlikte sınıf farklılıklarının tümüyle ortadan kalktığı ileri sürülmüş ve böylelikle de herhangi bir sınıf farklılığı tartışmasına da ihtiyaç kalmamıştır! Partide varolan “son ajanlar” da 1938 Moskova Yargılamaları sonucu kurşuna dizildikten sonra artık hiçbir tartışma konusu kalmamıştır! Gerçi Stalin’in ölümünden üç yıl sonra Kruşçev genel sekreter olduğunda, bütün bu yapılanların, bir sarhoş, kumarbaz ve katil tarafından yapılan işler olduğunu ilan etmiş ama kendisi de onun getirdiği nizamın ana direkleri üzerinde oturmaya da devam etmiştir.
ÇKP şimdi bu durumdan çok farklı bir zemin üzerinde hareket etmekte, bir yandan planlama ve devlet kapitalist işletmeleri ile uğraşırken diğer yandan da Pazar ilişkilerinin düzenleyicisi olmaya çabalamaktadır. Pazarın kendine ait yasalarının işleyişi haliyle de dönüp komünist partisinin iç ilişkilerini etkilemeye başlamış ve parti kendisini koruyabilmek, sermaye tarafından satın alınmasını engelleyebilmek için yılda birkaç bin kişiyi idam etmekte, sayısı belirsiz insanı da hapislere tıkmaktadır. Parti bütünlüğü ve ideolojik hegemonya ise hala, SBKP’nin yaptığı gibi sisteme uydurulmuş Marksizm-Leninizm-Maoizm ile sağlanmaktadır. Onun bu yaptığı işe geçmişi yeniden üretebileceğini sanan muhtelif sosyalist/komünist partileri de uluslararası planda destek vermekte, Çin işçi sınıfının ulusal ve küresel sermayenin kölesi olarak tutulmasına el birliğiyle katkıda bulunulmaktadır.
Asıl karışık ve karmaşık olan ÇHC’nin nasıl bir ülke olduğudur. Hala onu kimileri sosyalist sanabildiğine göre aldatıcı olan bir şeyler var demektir.
Deng’den beri olanlar
1978’de Deng Xiao Ping, Mao’cu “proleter devrimci safları allak bullak etmek” üzere Pazar ekonomisine adım adım geçişi sağlamak amacıyla reformlar yapmaya başladığında Lech Walesa’nın önderlik ettiği Solidarnoş Hareketi’nin ortaya çıkmasına daha iki yıl vardı. Çin’de, doğru yanlış ama sosyalizmi kurmak üzere hayata geçirilen, “büyük ileri atılım” ve “Kültür Devrimi”nin akamete uğramasının, “Dörtlü çetenin” darbe girişimi’nin püskürtülmesinin ve Mao’nun ölümünün ardından, daha önce tasfiyeye uğrayanlar adım adım Cu En Lay’ın açtığı zeminden ilerleyerek iktidara hakim olmuşlardı. Ellili yıllarda “kapitalist yolcu” olarak tasfiye edilmiş olan “cüce” Deng ÇHC’nin bugün ulaştığı merhalenin zeminini döşemişti. Genel sekreter Hu Yao Bang reformlarda fazla hızlı gitmeye ve “Mao’cu aşırıklıklara son vermeye kalkıştığı için” doğan huzursuzluklara karşı günah keçisi ilan edilerek Brejnev’in Kruşçev’i tasfiyesi gibi genel sekreterlikten uzaklaştırıldı. Ama yandaşları oldukça güçlüydü ve ‘89’daki kalp krizinden ölümü üzerine Gorbaçov reformlarının yarattığı atmosferin de itici gücüyle, reform politikalarının hızlandırılmasını isteyen on binlerce insan Hu’nun yasını tutmak ve itibarının iadesini istemek gerekçesiyle 15 Nisan 1989’da, benzeri büyük gösterilere mekan olmuş olan Pekin’in tarihi Tian An Men Meydanı’nda toplandılar. Kısa zaman sonra gittikçe ağırlaşan yaşam koşullarını protesto etmek üzere işçiler de gösterilere katılmaya başladılar. Meydanda kitlesel açlık grevi başlatıldı. 4 Mayıs’ta enternasyonal söyleyerek gösteri yapan kitle hükümeti atanmış değil seçilmiş delegelerle görüşme yapmaya davet etti. Ülkenin birçok kentinden direnişe destekler gelmeye başladı. Diğer büyük kentlerde de boykotlar ve gösteriler oldu. Genel Sekreter Zhao Ziyang göstericilere karşı şiddet kullanılmasına karşıydı ve bu tutumunu meydana gidip bir konuşma yaparak gösterdi. 20 Mayıs’ta hükümet sıkıyönetim ilan edip orduyu Pekin’e sokmak istedi. Kitleler ordunun kente girişine engel oldular ve hükümet de birlikleri geri çekmek zorunda kaldı.
ÇKP Doğu Avrupa ve SSCB’de olanlara bakarak işlerin oralardakine benzer bir boyut kazanmasına izin vermeden gösterileri kanla bastırmaya karar verdi. Şiddet kullanılmasına karşı olan Zhao Ziyang görevden uzaklaştırıldı. Halkın büyük direnişine rağmen Haziran’ın 3’ünde gece yarısına doğru meydandakiler ve ara sokaklara kaçanların üzerine tanklar ve zırhlı personel taşıyıcıları sürülüp kurşun yağdırıldı ve iki bin civarında insan katledilerek gösterilere son verildi.
ÇKP yönetiminin korktuğu ekonomik reform talepleri değildi; onu zaten kendileri adım adım gerçekleştirmekte idiler; hatta kimi talepler hükümetin şikayetleri ile de paraleldi. Tabi esas reform denilenlerin göstericilerin istedikleri reformlar olduğuna inanmak mümkün değil. Ama adı reformdu! Hatta hükümet başlangıçta bu reform edebiyatı ile gösterilerin bir müddet sonra çözülebileceğini bile ummuştu. Esas korkulan mesele en vahşi türünden bir kapitalizmi gerçekleştirecek olan bu adımların yarattığı tepkilerin örgütlenme özgürlüğüne kavuşmasıydı. Bu kesinlikle ÇKP egemenliğinin sonu olurdu. Doğu Avrupa’da öyle olmuştu: bir kez Rubikon aşıldıktan sonra artık geriye dönüş olamıyordu! Bu nedenle siyasi reformları zorlayacak bu gösteriler iyice yaygınlaşınca, kendilerinden önde giden Doğu Avrupa ve SSCB derslerinden yararlanılarak en insafsız biçimde bastırıldı; en ufak bir siyasi gevşemeye, bağımsız sendikalaşma dahil hiçbir örgütlenme ve düşünce özgürlüğüne izin verilmedi. Çünkü benimsenen yol reel sosyalizmin yığınlara sağladığı parasız eğitim, sağlık, iş güvencesi, konut gibi imkânları adım adım ortadan kaldırmakta ve neoliberalizmin dayattığı kapitalist pazarın kurallarını egemen kılmaktaydı. Haliyle bunun ürettiği tepkiler de o ölçüde şiddetli olmaktaydı.
Çin bu tepkileri yatıştırmanın müthiş bir yolunu buldu. Kırsal kesimden gelen işçilere “göçmen” işçi muamelesi yapıldı ve yönetimin hoşuna gitmeyenlerin geldikleri yere geri gönderilmeleri uygulaması hayata geçirildi. Neoliberalizmin dünya çapında yaptığından daha beter bir sınıf parçalanması böylece yaratılmış oldu ve sermaye açısından dikensiz gül bahçesi oluşturuldu. Aynı diğer kapitalist metropollerde olduğu gibi bir yandan yerel işçiler “işlerini ellerinden almaya hazır göçmenlerin tehdidi (!)”altına girerken “göçmenler” de her an geriye gönderilme tehdidi altında en düşük ücretler ve en kötü koşullarda çalışmaya razı edildiler. İşte yatırım için gelen uluslararası sermaye kendi ülkesi yerine Çin’i bunun için tercih etmekteydi. Çin’in emek pazarı geldiği metropolün emek pazarından daha ehvendi: Yani, sözde “işçi sınıfı iktidarının olduğu ülke”de işçiler sermaye karşısında, burjuvazinin iktidar olduğu yerlerden daha savunmasız bir halde bulunmaktaydılar. Üyesi olmak zorunda oldukları, sözde onların haklarını savunan sendika ise, devletle bütünleşmiş olan partinin onların içine uzanan ve işçileri uygulanan sisteme uymaya zorlayan kolundan başka bir şey değildi. Başka bir sendika kurmaya kalkışmak ise, aralarında idama kadar varan paragrafların bulunduğu ceza yasası maddelerine tabi bir suç oluşturmaktaydı.
O zamanlar SBKP yanlısı olanlar Çin’in Mao’cu çizgisinin fiyaskosuyla kendisini avuturken çok geçmeden kendilerini Gorbaçov reformlarıyla yüz yüze bulunca, onlar da Mao’cu “proleter devrimciler” gibi “allak bullak” oldular. Ama şimdilerde görmekteyiz ki, terazinin kefeleri, indi çıktı derken “Çin’in benimsediği yolun kapitalizme gidiş değil de sosyalizmin kuruluşu amacıyla NEP gibi bir politika olduğu” iddiasında dengeye geldi. Artık eski SBKP yandaşı partiler “düşman” ÇKP’ye uluslararası toplantılarda çiçekler atıyorlar.
Yeni bir politik devrimi de imkânsız kıldılar
Doğu Avrupa’da çöken rejimlerin derslerini iyi belleyen ÇKP muhalefete nefes aldırmama konusunda son derece kararlı davranarak, devletin ne halkın, ne de proletaryanın değil bürokrasinin devleti olduğunu en net biçimde gösterdi. Sözde korudukları sosyalizmdi ama ülkede egemen olan iki güç, silahlı ve silahsız bürokrasi ile kapitalistler proletaryaya karşı bürokrasinin ve sermayenin egemenliğini koruyorlardı. Elbette doğru bir öncülüğün olmadığı yerde “proletarya da ne yaparsa iyi yapar!” demek mümkün değildir. Birçok durumda sınıf bilincinden yoksun proletaryanın egemen ideolojinin, hatta ortaçağ ideolojilerinin ardına takıldığı da bir gerçektir. Polonya’da var olan rejime karşı direnişi bizatihi işçi sınıfı yürüttü ama Polonya’yı kapitalizmden başka bir yere götüremediler. Buna karşılık sıkıyönetim ilan ederek sosyalizmi koruyacağını iddia eden Jaruselski de işçi sınıfına şiddetten başka sunacak bir şey bulamadı. Çin’de olanlar da tam bu hikayelerin tekrarıdır.
Komünist Manifesto proletarya diktatörlüğünü işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi diye tarif eder. Bunun için politik devrimle başlayan dönüşüm sosyal devrime hız kazandırır. Sosyal devrimin gelişmesinin gerçek anlamı proletaryanın yönetici sınıf olmayı öğrenmesi, doğrudan demokrasi ile temsililiği yerel erkini kaybetmeden birleştirmeyi becermesi ve iktidarını elinden alabilecek hiçbir yapının oluşmasına imkân vermemesi anlamına gelir. Doğrudan demokrasiyle temsililiğin birleştirilmesinin ve yerel iktidarı koruyabilmenin tek güvencesi düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün var olmasıdır. Bu sayededir ki, her görüş suçlu konumuna düşmeden kendisini ifade edebilir ve çoğunluğu kazanma hakkını saklı tutabilir. Elbette böyle bir durumda iktidar da kaybedilebilir ama o zaman hiç olmazsa büyük cinayet işlenmemiş, sosyalizm de rezil edilmemiş olur. Başka türlü yapınca bu kez fatura işlenen cinayetlerle birlikte sosyalizme çıkarılır ve dolayısıyla da bir zamanların cazibeli görüşü uzak durulan bir hayal halini alır.
Bunun içindir ki, bilimsel sosyalizm iktidarın ele geçirilmesinden değil, eski devlet aygıtının parçalanıp atılması ve yerine profesyonel ve toplumun üzerinde yükselen baskı aygıtlarından arındırılmış devlet olmayan bir devletin (Gemeinwesen) geçirilmesini anlatır. Bilimsel sosyalizm, merkezi olarak yerel iktidarı bastırabilecek herhangi bir yapının olmamasının ama buna mukabil ülke çapında savunmanın ve güvenliğin gerçekleştirilmesi için halkın silahlı örgütlenmesi olarak milis ordusunun ve güvenlik güçlerinin oluşturulmasını savunur. Bu sayede hiçbir hazır merkezi güç proletarya diktatörlüğünün özünü oluşturan yerel devleti (Komün, Sovyet, Rat (meclis), Şura) bastırma imkânına sahip olamaz. İşte bu durumda proletarya özgür iradesini hiçbir zorlamaya uğramadan gerçekleştirme şansına sahip olur. “Zorunluluk, şu, bu” diyerek bunların olmayacağını söylemek (hep öyle yapılmaktadır) sosyalist teorinin yanlış olduğunu söylemekten başka bir anlama gelmez. Zaruretler eğer teoriyi tam zıttı doğrultuda değiştirmeyi gerekli kılıyor ise o teoride bir yanlışlık var demektir; ama yukarıdan aşağıya egemenlik kurmak adına bir zorunluluktan yola çıkılıyorsa, tabiî ki, bilimsel sosyalizmin öngördüğü devletin parçalanması, bürokrasinin dişlerinin sökülmesi, hiçbir profesyonel baskı aygıtına izin verilmemesi yanlış/geçersiz olur.
Bu iki yaklaşım arasındaki temel fark, azınlık ve çoğunluk iktidarı bakış açıları farklılığıdır. Azınlık iktidarları egemenliklerini sürdürebilmek için ister istemez toplumu yukarıdan bastıracak aparatlara ihtiyaç duyarlar. Devletin ortaya çıkışı da zaten böyle olmuştur.
Parti ile devleti özdeşleştiren, siyasi tekel kuran ve yığınların özgür iradesiyle davranışının önüne geçen her iktidar bir azınlık egemenliğine tekabül eder ve bu egemenliğin sürmesinin de tek koşulu bütün egemen azınlıkların yaptığı gibi toplumun tümünü bastırmaya yetenekli bir devlet aygıtı oluşturmaktır. Böyle bir aygıt oluşturulup işletildiğinde de bütün sınıflı devletlerde gördüğümüz iğrençliklerin hepsi gerçekleşir. İşkence, toplama kampları, idam cezaları, fişlemeler, takipler, akıl hastaneleri, birkaç devletin birden ajanı ilan edilme, sabotajcılık vs. vs. ne kadar kötülük var ise azınlık egemenliğinin araçları olarak kendilerine hayat alanı bulurlar. Söz konusu azınlık istediği kadar Marksizm-Leninizm-Maoizm desin; istediği kadar eşitlikçilik nutukları atsın ve hatta bunun örneklerini versin. Yığınlar bu duruma itiraz ettiği müddetçe, farklı olan kendisini ortaya koymak istediği müddetçe toplumun üstünde yer alan baskı aygıtı tarihin bütün pisliklerini daha da geliştirilmiş biçimleriyle toplar o sosyalizmin içine getirir. Eğer bunların olmayacağı bir durum isteniyor ise yığınların itirazının bitmesini sağlamak gerekir. Bu itirazın bitip bitmediğinin tek ölçütü de en özgür ilişkilerin olduğu bir durumun yaratılarak somutta neyin var olduğunun görülmesidir. On yıllar boyunca SSCB’de işlerin nasıl mükemmel gittiği, aleyhte söylenen her şeyin burjuva propagandası olduğu masallarını yemin billah dinledik. İnanmayınca anti-sovyetik, daha iyiniyetlilerce de emperyalist propagandanın kurbanları olarak addedildik. Sonra Pandoranın kutusu açıldığında, bu işlerin propagandasını yapanlar da iğrençlik karşısında şaşırmaktan kendilerine alamadılar. Şimdi bir kez daha Çin ve benzeri ülkeler konusunda aynı masalları dinlemeye başladık: “Lenin de öyle yapmışmış ve NEP politikasını uygulamışmış. Çin’in yaptığı da buna benzer bir iş imiş”!
Öncelikle Çin’de yapılanın NEP’e benzeyip benzemediğine bakmadan yapılanların içimize sinip sinmediğine bir karar vermeliyiz. Eğer, burada, “idam, işkence insanlık suçudur” diye haklı olarak haykırıyorsak, tutarlı, güvenilir ve ahlaklı olabilmek için çok standartlığı bırakıp binlerce insanı asan, işkenceden geçiren bir rejimin yaptıklarının mazeretini uydurmaktan vazgeçmemiz gerekir. Burjuvazinin işçilere “hele pasta büyüsün de sizin payınız da artacak” nasihatlerine inanmamayı sağlık verirken Çin proletaryasına, “şimdilik kapitalistlere sesinizi çıkarmayan, hele bir pasta büyüsün o zaman biz hepsini alacağız!” masalını anlatmamak gerekir. Anlatırsak dünkü gibi sahtekarlığın ortağı olmuş oluruz.
Sosyalizm politik devrimin gerçekleştiği gün başlar ve kesintisiz bir biçimde devam eder. Politik devrimin ilk yaptığı iş burjuvaziyi ortadan kaldırmak ise hemen onunla birlikte yaptığı iş de proletaryayı egemen sınıf olarak örgütlemiş olmaktır. Rusya’da proletarya burjuvazi ortadan kaldırılmadan, Menşevik önderlik yüzünden yalpalamalar olsa da[2] Sovyetler içerisinde egemen sınıf olarak örgütlendi ve burjuvaziyi de ondan sonra ortadan kaldırdı. Yani oradaki politik devrimin ilk adımı proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi idi. İşte örnek alınması gereken de budur. İktidarı bir başkalarının önce alması sonra proletaryaya bunu vermesi gibi ara bir aşama bilimsel sosyalizmde yoktur. Bir kez iktidar olanın onu bir daha başkalarına vermeye niyeti olmayacağını, bunun ancak zorla gerçekleştirilebileceğini Marksist teori başından beri anlatır ve bu gerçeklik yaşanan “sosyalizm” deneylerinde de kanıtlamıştır. Ya proletarya egemen sınıf olarak örgütlenip burjuvaziyi iktidarından eder ve kendi yeni özgül devletini kurar ya da hiç!
Proletaryanın adına iktidarı ele geçirenler öyle şeyler yapmaktadırlar ki, artık proletaryanın sosyalizme olan inancı yeni bir politik devrimle kendi iktidarını kurmaya yönelmek yerine “bunlar gitsinler de, bundan kötüsü nasıl olsa olamaz!” noktasına sürüklenmektedir. Çin’de son bir gayretle proletarya 32 yıl önce yeni bir politik devrim yoluna girdi ama yukarıda örgütlenen azınlık profesyonel aygıtlarıyla bu ihtilali bastırdı ve Çin’i dünya kapitalizminin hizmetine soktu. Hikaye bundan ibarettir.
İkinci olarak Çin’de yapılanların NEP’e benzeyip benzemediğidir. Nereden baktığımıza bağlı olarak benzerlikler ve benzemezlikler bulabiliriz ama NEP’in temel pradigması Lenin’in şu tespiti ile başlar:
“İç savaş işçi köylü ittifakını bitirdi. Biz proletarya olarak azınlığa düştük. Çarlık bürokrasisini devraldık. Yaptıklarımızın yığınları hızla ikna edip bizim yanımıza çekeceğini bekledik. Ama bu da olmadı. Biz zinciri proletaryanın nispeten daha güçsüz olduğu en zayıf halkasından kopardık. Biz başladık, bizim eksikliğimizi yaklaşmakta olan Avrupa Devrimi tamamlayacaktır.”
Yeniden çoğunluk olabilmek için işçi köylü ittifakını yeniden kurmak gerekmekteydi; bunun için köylünün taleplerini içeren bir program uygulanmalıydı. Devlet aygıtını gözden geçirmek gerekiyordu. Yeniden devleti toplumun üstünden içine indirmek gerekirdi; Avrupa devrimi gelinceye kadar da iktidarda kalmayı becermek lazımdı: bunun için başvurulan pragmatik tedbirler, Alman Devrimi’nin gerçekleşmesiyle birlikte geri alınabilir ve 1917’de işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlendiği, Sovyetlerin gerçekleştirdiği devrim kesintisiz olarak komünizme ilerleyebilirdi.
Dolayısıyla Lenin, NEP’le, sosyalizmi bir kalkınma modeline indirgemek gibi bir anlayıştan uzak, tamamen politik nedenlere dayalı olarak, yani işçi sınıfının yeniden egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve davranmasını sağlamak amacına yönelik ekonomik sanılan politik bir yol kastetmiştir.
Bu politikayı ne Stalin ne de Troçki, ne Zinovyev-Kamenev ne de İşçi Muhalefeti’nin önderleri anlayabilmiştir. Onlar azınlık iktidarı olmakta bir mahzur görmediklerinden, akıllarını NEP’in üreteceği NEPmen’e takmışlar ve bunlar fazla güçlenmeden bir an önce de bu politikanın bitirilmesini savunmuşlardır. Bu politikayı nispeten doğru anlayıp savunmaya çalışan ise ajan olarak kurşuna dizilen Buharin olmuştur. Stalin, Buharin engelini aşıp 1928’de NEP’e son verdiğinde, Troçki onun için ilk kez olumlu bir ifade kullanmıştır: “Stalin nihayet kafasını sağdan sola çevirdi!”
Aslında Stalin kafasını sağdan sola değil zaten epeydir sağda duran gözünün gösterdiği asıl sağ politikaya, proletaryayı artık dönülmez bir biçimde yönetilen sınıf olmaya mahkum eden politikaya çevirmiştir. İşçi köylü ittifakını bir kez daha yıkıp toplumun üzerinde yükselen devlet anlayışını pekiştirmiştir. Yaratılan gerginliğin oluşturduğu toplumsal çatışmalar ortamında, “isyan eden karşı devrimcilere karşı uygulanan devrimci şiddete” kimseler itiraz edecek gücü kendisinde bulamamıştır. Bu gerginliğin yarattığı devleti iyice toplumun üzerine yükseltme imkanları hemen hemen tüm eski liderlerin kurşuna dizilmesi ve Stalin’le tam uyum içinde olanların ortak egemenliğinin kurulmasına ve proletaryanın da iktidardan en uzak noktaya itilmesiyle sonuçlanmıştır. Bundan sonra artık proletaryanın öncülük edeceği yeni bir politik devrim yerine değişiklikler Çin’de ve başka yerlerde tekrarlandığı gibi iç darbeler yoluyla gerçekleşir hale gelmiştir.
ÇKP, Lenin’in aktardığımız kasıtlarından acaba hangisini yerine getirmektedir? Hangi Avrupa Devrimi’ni beklemektedir? Hangi işçi köylü ittifakını sağlamaktadır; Hem de devrimden tam 72 yıl sonra? Hiç biri. Çin’in bütün yaptığı dünya üzerinde büyük güç olarak ABD’yi geçmek ve onun tahtına yerleşmektir. Oradan sosyalizm değil ancak ve ancak ABD emperyalizminin işlediği cinayetler çıkar.
[1] Trump’ın, ABD’den kaçan sermayeyi seçimlerde söz verdiği üzere geri getirmek için, eğer Çin’de kalmaya devam ederlerse kendilerini vatana ihanetle yargılayabileceğini söylemesine rağmen bu tehdit ancak çok küçük bir kesimi ürkütmüş, onlar da ABD’ye dönmek yerine Vietnam’a gitmişlerdir.
[2] Bu günaha, Lenin Nisan Tezleri’ni kabul ettirinceye kadar Stalin, Kamenev, Zinovyev gibi Bolşevikler de ortak olmuşlardır.