Feyyaz YAMAN yazdı – Bizim gerçek-üstü aşkınlığımız, İkinci Yeni hareketiyle değil, 12 Eylül Faşizmi ile imgeleşmiştir. Tek farkla; gerçek ile gerçeğin dışına çıkarak değil, gerçeği ironikleştirip metafizik bir şeyleştirme ile içselleştirerek.
“Teknik olarak örgütlenmiş bir dünyaya içkin ussallaştırmanın
noksansız uygulanması halinde,
partizan belki de daha fazla baş ağrıtmayacaktır.
Bir otoyolda kayıplara karışması gibi
o da teknik- işlevsel süreçlerin sürtünmesiz işleviyle yitip gidecektir.”
Carl Schimitt
1989 yılının Ocak ayında Salvador Dali, İspanya’da ölür, 40 gün sonra, bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (eski adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi – D.G.S.A.) öğrencilerinden bir grup Taner Güven öncülüğünde, Osman Hamdi Salonu’nda “helvasını” pişirip, dağıtırlar.
Ölünün helvasını yapıp yemek, yamyamlık kültüründen kalma, yasın tamamlanması süreçlerinden biridir. Ölümün kabullenişi, geride kalanların rahatlaması için gerekli ritüelleri tanımlar. Cesedin gömülmesi, yakılması, çürüdüğünün bilinmesi, burnunun düşmesi, on gün hatim indirme, kırkının okumaları, ruhun öte tarafa gidişinin geri dönülmez şekilde kesinlik kazanmasının aşamalarıdır. Antigone’nin laneti gibi, totemin yasası gereği, tamamlanmamış görev yüzünden, büyüden azade olanların laneti, hayalet olarak zamana musallat olursa yaşam kabuslaşır, toplumun huzuru kalmaz.
Psikanalitik anlamda “ baba”yı, “anne”yi öldürmenin, özneyi yıkıp yeniden kurması ne ise metalaşma anlamında nesnenin parçalanıp soyut değer olarak fetişleşmesi aynı şeydir. Bu değişimi biz, bildiğimiz dünyanın sonu olarak izleriz. GEÇ KAPİTALİZM’de, Paris Komünü, Ekim Devrimi, Dünya Savaşları, Auschwitz toplama kampı, Hiroşima olarak yaşanan, modern aklın evrensel yıkımı, zaman ve mekanın büyük kırılmalarıdır.
Kesinliğin nesnelliği, 1916’da Dada’nın baş kaldırışıyla, Apollinare’in “sürrealizm” kavramını gerçek ve ötesi anlamında ilk kullanışı ile (Tiresias Memeleri oyununda) 1917 yılında yıkılır. Meşhur Kartezyen kuramı; “kesinlik gerçekliktir” inanışı, görecelik kuramına evrilirken, hakikate dair söylenen her şey, yanılgı içinde geçerli olur. “Sürrealizmin bu cenazeyi ortadan kaldırması bizde neden 50 yıl sonra gecikmeyle geldi?” sorusu ise açıkta kalır.
İki cihan Ares’inde sıkışmış kültürümüzün, yukarıdan aşağı gecikmişliğinin bilince çıkması için, gerçek anlamda “ölümün” gelmesi gerekir. 12 Eylül faşizminin insanlık kıyımı ile başlayan, Berlin Duvarı’nın yıkımı ile sonlanan (1989 14 Ekim) on yıllık tarihsel kırılmayı, modernist ütopyanın cesedini görmek için cenazeyi beklemek gerekir.
Gerçek-ötesinin bu coğrafyada dolaşan hayaleti, sınıfın hayaleti olarak ancak 1970’li yıllarda, zamanın kabusu olarak imgeleşir. Çünkü aradaki zaman donmuş, stabile olmuş, toplumsal dokuda birikmiş (staz) olarak akutlaştıkça görünürlük kazanır.
Bütün kurumlar gibi bu birikinti, önce kültürel anlamda akademide artifact’ta (arte-facte) dönüşür, sonra uyumsuzluk olarak geçmişe gömülür.
Yapay figür-soyut tartışmalarının biçimciliği, modernleşmenin çarpık içselleşmesi, sahte avangardizmi, köyden-şehre emek bedenin işgücü olarak göçüyle birlikte, NEŞ’ET Günal’ın hayalet imgeleri zombi olarak Fındıklı’da dolaşmaya başladığı zaman Akademinin kabusu başlar.
Üretilmiş modernizmin cilalı imajları, kaporta parlaklığında metalik formları, Degrade fırça ve pistole teknikleri, temel sanat nesneciliği, köylü bedenli fabrika işçisi göçmen yığınlarla, şehrin sokaklarında, meydanlarında burun buruna gelince sanat kurumlarının ve sanatçının gerçek-üstü durumu görünürlük kazanır. Oysa bu durum Aragon’un “Paris köylüsü”nde Opera Pasajı’nda yaşadığı kırılma ve pesimizmin takılıp kalmış plağından başka bir şey değildir.
II. Mahmut’tan beri Paris Akademisi’nin kapısını aşındırmaya çalışan “öncülerimiz”, manzara resminden, natürmorttan, insan gerçeğine geçmek için modern kırılmanın kültürel gerilimiyle yüzleşmek yerine, içindeki frankafonu, 6-7 Eylül olayları temizliğiyle dışa atma kolaylığını seçtiği için cinlerini kovmamıştır. Bu yüzden hala “-uyuyunca geçmemektedir”.
‘80 kuşağının gerçek anlamda bir yüzleşme kültürü geliştirme şansı ne yazık ki yoktu. Ve modernite karşısındaki “ tarihsel refleksi” ile, sadece “ironi”ye kaymaktan başka bir yöntem geliştiremedi, geliştiremezdi. “Yitik kuşak” olarak anılmasının nedeni de kendi zamanını yaşayamamış olmasıdır.
Devlet şiddetinin tarihsel olarak tüm dünyanın Neo-liberal işgaline kapı açtığı bir kırılma anında, Duvarın Yıkılışı ile sonlanan “on yıl” ancak traji-komik bir mizah anlayışı ile “tahammül edilebilir normallik” olabilirdi.
Dada’nın Alman politik versiyonu ve Aragon’un, Bunuel’in “Altın Çağ” ile manifestolaştırdığı karşı duruşun netliği, Alman faşizminin ölüm makineleri karşısında, Fransa ve İspanya direnişinin gerçekliğine rağmen Salvador Dali’nin zeka kıvraklığıyla, Avangard yıkıcılığın, elitist sinir uçlarında gezinen üstün yaratıcılığının imgeleriyle yer değiştirmesine paralel, ’70 kuşağının hamasi realizmi de, mizah dergilerinin, arabeskin, Yeşilçam’ın popülizmi ile aynı ironide değişimi kabullenilir.
Bizim gerçek-üstü aşkınlığımız, İkinci Yeni hareketiyle değil, 12 Eylül Faşizmi ile imgeleşmiştir.
Tek farkla; gerçek ile gerçeğin dışına çıkarak değil, gerçeği ironikleştirip metafizik bir şeyleştirme ile içselleştirerek.
İşte tam bu noktada hayalet figürünü önemli kılan şey Hantologie (hauntoloji) biliminin, hiçbir şeyin pozitif var oluşa özdeş olamayacağını göstererek onun tamamen var olmayış üzerinden anlam kazanmasıdır.
1989 bu anlamıyla, bizim Modernist Hayaletimizin var oluşunun cesediyle yüzleştiğimiz ana kadar nasıl taşındığının hikayesini işaret eder.
Bizde sanat manifestoları yoktur. Çünkü sanatın dönüşümünün ilkeleri askeri muhtıralarla yorulmuştur. Ve ancak 1. No’lu Sıkıyönetim Bildirisi’yle, emir komuta zinciri uyarınca kurumlar durumdan vazife çıkararak ilan edilmiştir.
Sürrealizmin kendi zamanının ötesine, bir ütopyadan, eleştiriden güç alarak coşkuyla dışa doğru yaptığı patlama elli yıllık gecikmeyle ironik bir şekilde içe dönük patlamayla “distopya”ya dönüşmüştür.
Avangard’ın “yeni” söylemi, akademik dile yapıştığı gibi donup kaldığı yerden, şimdinin tüketim pazarının “yenisi”ne aktarılmıştır.
Umudun adın bundan böyle “yeni yenidir”
Kapitalizmin ve komünizmin fütürist manifestosu, güncelliğin, her günün doğuşuna iliştirilmiş arzunun yenisinde satılmıştır. Bu reel durum neo-liberal dünyanın anakronizmle eriştiği ‘star’lık konumunun, sanatçı öznenin konumuyla yer değiştirdiği zamanı işaret eder.
Sol siyaset adında da durum farklı değildir. Wendy Braun’un söyleşi ile “… potansiyel üretkenliğinden çok kendi imkansızlığına bağlanmış, umutlu olmakta değil kendi marjinalliği ve başarısızlığında kendini en rahat hisseden, kendi ölü geçmişinin belli bir ifadesine melankolik bir bağlılıkla tutsak kalmış, hayalete benzer bir sol…” gerçekçi olduğuna inanan bir depresiflikten kurtulamadığı sürece, “geleceğin bir noktasında geri dönmek üzere bir süre kenarda beklemek zorundadır.”
Bana, sağa çekip, bu cepte bekleme halini “geleceğin usulca yitirilişinden çok”, “otoban köpeğinin” teknolojik “yeni”nin hızı karşısında yarışın konsensüsundan çıkma hali olarak okumak daha umut vaad edici geliyor.
Melankoli bu umutla devrimci bir güç kazanabilir. Geriye bakmak; ancak bu cesaretle Sodom sendromundan kurtulabilir. Nasıl ki, bu “ıssız topraklar”da yas tamamlanmadan üzerimizdeki hayaletten kurtulma şansı yok ise ayrık zamanların üzerimize çöken tortusunun birikintisinden, kültürel bir yorumsama ile arınma şansı da yoktur.