Sınıf mücadelesi hayatın her alanında sürdüğü gibi dilde de sürer. “Kalkınma” ve “ekonomik büyüme” gibi kimi kavramların sosyal ilişkilerden bütünüyle yalıtılarak ele alınması, bu kavramlarla ifade edilen şeylerin “herkesin yararına” olduğu yanılsamasını yaratır. İçerisinde iki sınıfın uzlaşmaz çelişkisini barındıran kapitalist toplumda, böylesi bir kafa karışıklığı, şüphesiz ezen sınıfın işine yarayacak, sınırlı bir süre için de olsa, uzlaşmaz çelişkilerin üstünün örtülmesine hizmet edecektir.
Kalkınma, toplumdaki herkesi sarıp sarmalayacak ve daha iyi bir geleceğe taşıyacak, kerameti kendinden menkul bir anahtar değildir. Bunu anlamak için; ekonomik büyüme sağlama adına, hangi sınıfın hanesine neyin yazıldığına bakmak yeterlidir. AKP’nin hükûmet ettiği yıllar boyunca bir motto haline getirdiği “istikrar ve büyüme” Türkiye burjuvazisinin sermaye birikimini hızla arttırmasını sağlamaktayken, madalyonun öteki yüzünde, emekçilerin günden güne sertleşen bir hayatta kalma mücadelesini sürdürmek zorunda bırakıldığı görülmektedir.
Tarihsel Arka Plan
Kapitalizmin 1970’lerde açığa çıkan ve kendisini petrol fiyatlarının artışıyla dışa vurmuş olsa da aslında kâr oranlarının düşme eğiliminin bir sonucu olan krizi, iktisat politikalarında da kaçınılmaz bir değişime yol açtı. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında kapitalist ülkelerde hâkim olan Keynesyen iktisat politikaları, krizle beraber yerini neo-liberal iktisat politikalarına bıraktı. Neo-liberalizm rüzgârı kamu kurumlarının özelleştirme yolu ile tasfiyesini beraberinde getirdi.
Kapitalizmin krizden çıkışı için yeniden yapılandığı bu süreçte; esneklik ve kuralsızlık çalışma yaşamının temel karakteristiği haline getirilirken, gerek kamu kurumlarının tasfiyesi gerekse de üretim süreçlerindeki parçalanma sendikal örgütlenmeleri oldukça güçsüzleştirdi. Kapitalizmin, kendi ömrünü mümkün mertebe uzatmak için, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına pervasızca saldırmaya başladığı yeni bir dönem böylece açılmış oldu.
“Kapitalizmin altın çağı” olarak adlandırılan dönemde; aslında gerek reel sosyalizm pratiklerinin varoluşunun, kapitalist ülkelerin burjuvazileri için yarattığı tehdit gerekse de sınıf mücadelesi sonucunda elde edilmiş olan sosyal haklar, yeni dönemde bir bir tırpanlanmaya başladı. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi haklar, hak olmaktan çıkarılarak, ücret karşılığı edinilecek birer “hizmet”e dönüştürülürken, böylece sermayeye de yeni kar alanları açılmaya başlandı.
Türkiye’de ise 24 Ocak 1980’de alınan ihracata dayalı ekonomik büyüme modeli kararı ve sonrasında yaşanan 12 Eylül 1980 askeri darbesi; hem ekonomik, hem de toplumsal hayatta büyük dönüşüme neden olmuş ve bu süreçte değişimin ağır yükü, emeği ile geçinenlere yüklenmiştir. Emekçiler, bir yandan sermayenin uluslararası alanda rekabete uyum sağlaması için gelir kaybına uğrarken, diğer yandan emekçilerin yegâne gücü olan sendikal özgürlük ve grev haklarına da büyük darbe vurulmuştur.
Yakın Planda Günümüz Türkiye’si
2002’den bu yana iktidarda olan AKP dönemi boyunca, özelleştirme uygulamaları devasa boyutlar ulaşmış ve çalışma yaşamının neo-liberal esaslara göre şekillendirilmesi hız kazanmıştır. 2003 tarihinde çıkartılan 4857 sayılı İş Yasası ile esnek ve kuralsız çalışma, işçileri başka işverenlere kiralama, taşeronlaştırma yasal hale getirilerek işverenlere sınırsız kolaylıklar sağlarken; diğer yandan da kıdem tazminatları, fazla mesai ücretleri, sendikal hak ve yetkiler işverenlerin lehine olarak yeniden düzenlemiştir.
Tamamıyla sermaye birikiminin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak yapılan, büyümeye dönük bu düzenlemelerin sonucunda bugün; Türkiye, dev bir işçi mezarlığına dönüşmüştür.
Hükümet yetkilileri tarafından, her fırsatta kerameti kendinden menkul bir söylem olarak kullanılan “ekonomik büyüme”; işçilerin yoksulluğu ve kanı üzerinde yükselen sermaye birikiminden başka bir şey değildir.
Sistemin küresel rekabette tutunabilmek adına sürekli olarak üretimi arttırmayı ve işçi maliyetlerini azaltmayı hedefleyen mantığı karşısında iş cinayetleri sürekli olarak artış göstermekte ve mesleğe bağlı hastalıklar yaygınlaşmaktadır.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) 2013 yılında yaptığı bir araştırmada istihdam edilenlerin yüzde 2,3’ünün son 12 ayda bir iş kazası geçirdiği saptanmıştır. TUİK’in bu araştırmasında, iş kazalarının madencilik ve taş ocağı sektöründe yüzde 10,4 oranında olduğu görülmektedir.
Sermayedarların, emeği sıradan bir meta olarak gören ve iş cinayetlerine karşı kayıtsız kalan tutumuna bir örnek vermek için, iş cinayetleri ile gündeme gelen Tuzla’daki Torlak Tersanesi’nin sahibi Ali Torlak’ın bir röportajda sarf ettiği ifadelere bakalım:
Şimdi bu kazalara iş cinayeti deniyor, iş cinayeti demeyelim lütfen. Bu tersanecilere bir hakarettir. İki sene evvel önce de 2003-2004’te de kazalar olmuştu. Kazalar her yerde olur. Mesela geçen gün yaşanan kazalarla ilgili bir gazetede şunu okudum, bize baret verilmiyor diyorlar. Bu tersaneci arkadaşlarımıza hakarettir. Böyle ucuz bir şeyi tersaneciler niye almasınlar, alıyorlar. Ama bu önemli bir şey, işçi kendisi de 3 milyon verip gidip alabilir. İşçi kendisi de gidip baret alabilir yani. Bir de bu iş cinayeti falan söylemler, ideolojik yaklaşımlardır. Bence ideolojik yaklaşımları sektöre sokmayalım. Ben bunu hep savundum.
İş cinayetleri, sermaye cephesinde; “her yerde olur” sözüne de yansıdığı gibi olağan hallerden sayılmaktadır. Önemli olan kâra zeval gelmemesidir, pekâlâ işçiler kendilerine baret alabilirler ama yeter ki hak arayan bir tutum içine girmesinler. Bu söylemin Soma faciası sonrasında Erdoğan’ın sarf ettiği “Bu mesleğin fıtratında ölüm var” sözleri ile paralellik arz ettiği açıktır.
Tuzla tersaneleri ile Soma faciası arasındaki bir başka paralellik ise sermayedarlarla, başta iktidar partisi olmak üzere tüm burjuva partiler arasındaki simbiyotik ilişkidir. Soma Holding mensuplarının, AKP’den belediye meclis üyeliği alması ve holdingin bünyesindeki işçileri AKP mitinglerine taşıması gibi örnekleri olan bu ilişkinin Tuzla’daki versiyonu ise şudur: İş cinayetlerinin yaşandığı tersanelerin sahipleri arasında AKP ve MHP milletvekilleri ve bir CHP yöneticisi de vardır.
Aslında bu simbiyotik ilişki, devletin sınıfsal karakterini bilenler için zaten olması beklenen bir durumdur. Ancak, işçi sınıfının mücadele örgütleri olan sendikaların bu iş cinayet düzenine karşı güçlü bir mücadele örmüyor oluşu, hayata sınıfsal çelişkilerin penceresinden bakanları da şaşkınlığa uğratacak bir gerçekliktir.
İşin aslı; devletin her kademesindeki siyasetçilerinden, derneklerine, odalarına, küresel bağlantılarına varana kadar muazzam bir örgütlenme içerisinde olan burjuvazinin karşısında, işçi sınıfının çok büyük oranda örgütsüz olduğudur.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Ocak 2014 verilerine göre Türkiye’deki işçi sayısı: 11.600.554 sendikalı işçi sayısı ise 1.096.540 olarak görünmektedir. Bu verilere göre sendikalı işçilerin tüm işçiler içindeki oranı % 9.45’tir. Bu rakamlara kayıt dışı çalışan milyonlarca işçinin dâhil edilmediğini hesaba katarsak, işçi sınıfının örgütsüzlüğü iyice gün yüzüne çıkacaktır. Ki ÇSGB verilerinin de gerçeği tam anlamıyla yansıtmadığı ve bazı sendika üyeliklerinin “kâğıt üstünde” olduğu da bilinen bir gerçektir.
Bu içler acısı tabloyu daha da karanlık hale getiren ise mevcut sendikaların çok büyük çoğunluğunun, sınıf mücadelesi yürütme perspektifinden uzaklaşmış olması ve sendikacılığı “sosyal diyalog” adı altında sivil toplumcu bir faaliyete indirgemiş olmalarıdır.
En ağır çalışma koşullarına mahkûm olmuş durumdaki Türkiye işçi sınıfı, sendikalardaki bürokratik ve uzlaşmacı hegemonya yüzünden sendikalara da güven duyamaz vaziyettedir.
İş cinayetlerinin, her ay bir Soma katliamı boyutunda can aldığı coğrafyamızda, bu durumun böylece sürüp gidebilmesinin bir müsebbibi de akademidir kuşkusuz. Komünist Manifesto’da değinildiği gibi geçmişte toplum nezdinde belli bir saygınlığı olan tüm mesleklerin başındaki haleyi çekip alan ve onları sıradan birer işçiye dönüştüren kapitalizm, akademisyenleri de es geçmemiştir.
Üstelik bugün sermayenin yaşamın her alanına nüfuz ediş gücü, Komünist Manifesto’nun kaleme alındığı tarihtekinden çok daha ileri boyuttadır. Halk için bilimsel bilgi üretimi yapılması gereken üniversiteler adım adım, şirketlerin AR-GE laboratuvarlarına dönüştürülürken, bilimsel çalışma için destek bulamayan akademisyenler ise sermayenin ihtiyaçlarına göre teknoloji geliştirecek birer işçi konumuna yerleşmeye zorlanmaktadır.
Sınıf mücadelesinden uzaklaşan sendikaların yaşadığı çürümenin akademi alanındaki bir benzerini de Soma Holding patronunun İTÜ Maden Fakültesi’nin Danışma Kurulu’nda yer alıyor oluşunda görmüş olduk. Bu gibi örnekler saymakla bitmez, keza tersane patronları arasında da kimi vakıf üniversitelerinin mütevelli heyetlerinde koltuk sahibi olanlar olduğu sır değildir.
Yakın Planda Madencilik Sektörü ve Soma
Madencilik sektörü, inşaat sektörünün ardından en çok iş cinayetinin yaşandığı ikinci sektördür. Tüm sektörlerde olduğu gibi madencilik sektöründe de kamu işletmeleri, işçilere kısmen daha güvenli ve güvenceli çalışma koşulları sunarken, özel sektörde çalışma koşulları daha kötüdür.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki madencilik sektöründe ve özellikle de kömür madenlerinde üretim miktarları, aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere tam da kalkınma anlayışına paralel olarak sürekli artan bir grafik çizmektedir.
Soma katliamının ardından, kendileriyle röportaj yapılan işçiler, kazanın yaşandığı madende, her gün daha fazla linyit çıkarmak için birbirleriyle rekabet etmek zorunda kaldıkları çalışma sistemini anlatmış ve çalışmalarının son günlerinde çıkardıkları kömürlerin elle tutulamayacak kadar sıcak olduğunu ancak işletmenin bu hususu dikkate almadığını belirtmişlerdir.
Minimum maliyet, maksimum artı değer olarak özetlenebilecek kapitalist kalkınma anlayışının, madencilik sektöründe yarattığı sonuca bakınca ise; bir tarafta Türkiye Kömür İşletmeleri’nin tonunu 140 dolara mal ettiği kömürü 23 dolara çıkardığını övünerek anlatan bir kapitalisti, diğer tarafta ise cansız 301 işçiyi görüyoruz. Soma örneği, kalkınmanın ne pahasına ve kimin lehine, kimin aleyhine olduğunu gözler önüne seriyor.
Üretimin hızla arttırıldığı madencilik sektöründe, işçi güvenliği için alınan tedbirler son derece yetersiz. TMMOB Maden Mühendisleri Odası’nın hazırladığı Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu’nda aktarıldığı kadarıyla; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından 250 kömür madeninde yapılan teftişte; Birçok madende, uygun ve yeterli tahkimat yapılmadığı, uygun ve yeterli havalandırma sistemi bulunmadığı, nefeslik ve kaçamak yolu olarak kullanılmak üzere yer üstü bağlantılı ikinci bir yol bulunmadığı, tehlikeli gazlar için erken uyarı sisteminin bulunmadığı gibi işçi güvenliği bakımından sakıncalı çok sayıda husus tespit edilmiştir.
Aslında Soma’da 301 işçinin hayatını kaybetmesiyle neticelenen facianın yaşandığı madenin, hâlihazırda faaliyetini sürdürmekte olan birçok madene göre daha gelişkin bir güvenlik donanımına sahip olduğunu bilmek bile, önümüzdeki dönemde bu sektörde yaşanabilecek yeni iş cinayetlerinin asla sürpriz olmayacağını anlamaya yeter de artar.
Sosyal haklar içerisinde en önemli olanlardan birisi de; insanların yaşamlarını sürdürebilmek için emek güçlerini satabilecekleri bir işe sahip olmalarını sağlayacak istihdamın yaratılmasıdır. Ancak Soma katliamı sonrasında röportaj yapılan işçilerin birçoğu, bu faciaya rağmen tekrar madende çalışmaya başlayacaklarını belirtmiştir. Çünkü sanayileşmeye dayalı kalkınma politikaları neticesinde çevre illerin köylerinden, tarım topraklarından koparak Soma’ya gelen işçilerin, madende çalışmak istemedikleri durumda yeni bir iş bulabileceklerinin garantisi yoktur.
İşçilerin içinde bulunduğu çıkmazı daha da derinleştiren bir diğer faktör de, neredeyse hepsinin bankalara karşı kredi kartı ve bireysel krediler yoluyla borçlandırılmış olduklarıdır. Bu borçlar, işçileri her an ölüm tehlikesi ile burun buruna olduklarını bildikleri halde madende çalışmaya zorlayan bir pranga haline gelmiştir.
Sosyal politikaların günden güne tırpanlandığı, reel ücretlerin ise minimum seviyede seyrettiği “büyüyen Türkiye”de; işsizliğin yaygın olduğu da göz önünde bulundurulursa anlaşılacaktır ki işçi sınıfı krediler eliyle rehin alınmıştır. Kredi borçları birikmiş bir işçinin hak arama mücadelesine girişmesindeki güçlük de katmerli hale gelmiştir.
Sonuç Yerine
Kalkınma ve ekonomik büyüme gibi “herkesin yararına” olduğu iddia edilen bir paradigma içerisinde, sermaye birikimi günden güne büyürken; sosyal hakları sürekli tırpanlanan ve esnek, güvencesiz ve güvenliksiz koşullarda her an ölüme ya da sakat kalmaya davetiye çıkaran bir çalışma yaşamına mahkum edilen emekçiler olmaktadır.
Aynı zamanda sendikal hareketin, güçsüz ve sınıf mücadelesi perspektifinden uzaklaşmış zaaflı bir durumda oluşu da emekçilerin bu fasit daireden çıkışını iyice zorlaştırmaktadır. Ancak mevcut burjuva siyasi partilerin, sermaye çevreleriyle olan organik ilişkisi de göz önünde bulundurulduğunda, bu cepheden sunulacak hiçbir reçetenin, emekçilerin yaşamında köklü bir değişikliği gerçekleştiremeyeceği açıktır.
Emekçiler için, sınıf mücadelesini yükseltmek ve hem sendikaları dönüştürmek hem de orada yaşanan dönüşümün de gücüyle haklarını kendi elleriyle kopararak almak dışında bir kurtuluş yolu görünmemektedir.
Bu olmadığı müddetçe ise başta maden sektörü gibi risk oranı yüksek sektörler olmak üzere, hemen her sektörde çalışan işçilerin, iş cinayetlerinde hayatlarını kaybetmeye devam edeceği ve bu kayıpların git gide artacağı açıktır.