Ortada “paralel, çapraz, dikey” bir başka devlet yoktur, bozulan bir koalisyonda, kontrol ettiği kontrgerilla aygıtlarıyla ve siyasi güçle diğerine galebe çalmaya çalışan kontrgerillanın iktidar ortakları vardır
17 Aralık sonrasındaki gelişmeler siyaset literatürümüze yeni bir popüler kavram kazandırdı: “Paralel Devlet.”
Kavram aslında yeni değil ama popülerleşmesi yeni. Bu kavram ilk defa KCK operasyonları sırasında AKP sözcüleri tarafından kullanıldı. Hükümet sözcüleri, KCK’yi “paralel devlet” olarak nitelendirdiler. T.C.’nin hükümranlık alanında bir başka siyasi merkezin, PKK’nin KCK adı altında alternatif bir devlet işleyişi geliştirmekte olduğundan söz ediyorlardı. Kürdistan’daki BDP’li belediyelerin ve BDP il ve ilçe örgütlerinin bu “paralel devlet”in uzantıları olduğu iddia edildi ve Kürt hareketinin siyasi kadroları bu iddiayla cezaevine dolduruldu.
Kürt siyasi hareketinin sözcüleri o günlerde asıl “paralel devlet”in KCK operasyonlarında koç başı olarak kullanılan Fethullahçı polis ve adliye yapılanması olduğunu, paralel devletin liderinin okyanus ötesinde bulunduğunu ve Tayyip Erdoğan’ın talimatlarıyla ve tamamen hukuk dışı bir işleyişle hareket ettiğini söylüyorlardı. AKP iktidarının sözcüleri ise o günlerde “muhterem Fethullah Gülen hoca efendi”ye toz kondurmuyorlar, kendisinin ve cemaat mensuplarının ne mümtaz şahsiyetler, ne bulunmaz Hint kumaşları olduğunu anlatıyorlar ve Ahmet Şık, Nedim Şener, Hanefi Avcı davalarıyla Cemaate “dokunanı yakıyorlar”dı. Başbakan, devlet içindeki cemaat örgütlenmesine “dokundukları için yaktığı” gazetecileri “gazeteci değil terörist”, kitaplarını da “kitap değil bomba” olarak nitelendiriyordu.
Şimdi Tayyip Erdoğan, Gülen’i ve Gülen cemaatini Kürt siyasetçilerinin, “terörist gazetecilerin” sözcükleriyle tanımlıyor ve darbe girişiminde bulunmakla suçluyor. Tayyip Erdoğan Gülen ve cemaatini “paralel devlet” olarak suçlamakla da yetinmiyor; “paralel devletin” iplerinin ABD ve İsrail’de olduğunu da ileri sürüyor, kendisini ise emperyalizme-siyonizme ve egemen güçlere karşı koyan bir halk kahramanı olarak sunmaya çalışıyor.
Olayların akışı da, Erdoğan’ın Gülen cemaatine yönelttiği bu tanımlamaları ve suçlamaları doğruluyor. Her gün bir yenisi patlatılan ses ve görüntü kayıtları, suçüstü yapılan silah ve cephane yüklü MİT tırları, CIA ve MOSSAD güdümlü/destekli bir “devlet içi örgütlenmeyi” işaret ediyor.
Öyleyse Erdoğan haklı mı? “Yasal hükümet”, “devlet içinde yuvalanmış bir merkezin” CIA-MOSSAD destekli bir darbe girişimiyle ya da en azından bir destabilizasyon komplosuyla mı karşı karşıya? Öyleyse biz ne yapacağız? ABD-İsrail’le karşı karşıya gelen “yasal hükümet”in “devlet içinde yuvalanmış bir cunta” tarafından yıkılmasına seyirci mi kalacağız? İsterse Tayyip Erdoğan hükümeti iktidarını pekiştirmek için bu cuntaya dayanmış olsun, parlamenter demokrasinin işleyişinin “devlet içindeki çeteler” tarafından sekteye uğratılmasına karşı çıkmayacak mıyız?
Tabii daha 6 ay öncesinde Haziran İsyanı cinayetlerini “polisimiz destan yazdı” diyerek savunan, yıllardır yasa dışı dinlemelere, uydurma delillere dayanılarak gerçekleştirilen cadı avlarını “yargıya müdahale” çığırtkanlığı ile meşrulaştıran, muhalefeti gözden düşürmek için miting kürsülerinden “kasetleri elimizde”, “ne özeli genel, genel” diyerek çirkefliğin en derin akıntılarına kulaç atan, BOP’un eşbaşkanı olan bir Başbakan söz konusu olunca “yasal ve milli iktidarın uluslararası odakların güdümlediği gayrı meşru yöntemlerle devrilmesi” tartışması saçmalaşıyor.
Ama anın görüntüsü ile tarihsel algı arasındaki açıyı unutmamakta yarar var. “Yasal iktidarın gayrı meşru yöntemlerle devrilmesi” tartışması Türkiye için yeni bir tartışma değildir. Geçmişte çok sayıda baskıcı hükümet, devlet iktidarı içindeki çatışmanın bir sonucu olarak devrilmiş, sonra da “mağdur” kisvesine sokulabilmiştir.
54 yıl önce Erdoğan’dan daha beter bir tablo yaratarak “diktatör” haline gelen Menderes, yıllardır “27 Mayıs mağduru”dur. Kanlı Pazar’ların, MC hükümetlerinin kan banyolarının mimarı Demirel “12 Mart ve 12 Eylül mağduru”dur. Sivas Katliamı ile, 1993 süreci ile, Gazi Katliamı ile yarattığı dehşet tablosu hala burnumuzun direğini sızlatan Tansu Çiller bile “28 Şubat mağduresi” olarak yeniden sahneye çıkmaya heveslenebilmektedir.
Oysa aynı Menderes 27 Mayıs’ta rol oynayan “Özel Harp Dairesi”nin 6-7 Eylül komplosunu muhalefete karşı Reischtag yangını gibi kullanırken, Demirel 1960′lı ve 70′li yıllarda aynı kontrgerilla cihazının “marifetleriyle” iktidarını yürütürken, Çiller aynı temelde örgütlenen “Kirli Savaş Örgütü”nün kraliçesi olarak garnizonlarda süzülürken şikayet etmedikleri “paralel devletlerden”, “devlet içindeki devletlerden”, “devlet içinde yuvalanmış çeteler”den hiç şikayet etmiyorlardı. Tıpkı Erdoğan’ın “destan yazan polisleri, kahraman savcıları” gibi, , Demirel’e de “sağcılar cinayet işliyor dedirtilemiyor”, Çiller, “kurşun atanı da yiyeni de şerefyab ediyor”du.
Şimdi şu soruyu sormak gerekiyor: Bütün bu diktatörler ve diktatör özentileri siyasi maceralarının bir yerinde “devlet içinde besledikleri çetelerin” gadrine mi uğruyorlar? İktidardan düşmeleri “ihanet”le açıklanacak siyasi trajediler mi? Ya da bir noktadan sonra zaptedilemeyen “çeteler”in provokasyonlarına mı uğruyorlar. Onları iktidara getiren süngülerin üzerine oturamadıkları için mi devriliyorlar?
Aynı tablo geçtiğimiz 60 yıl içinde defalarca tekrar edilmişse, bu “devlet içindeki çeteler”, “paralel devlet”, “derin devlet” ile iktidar arasındaki ilişkinin araçsal çözümlemesinden vazgeçme zamanı gelmiştir. “Paralel devlet”, “devlet içinde devlet”, “devlet içinde yuvalanmış çeteler” terminolojisi, diktatörlerden, cinayet sponsorlarından “mağdur” türeten bir ideolojik yanılsamadır ve Türkiye faşizminin doğasını bir türlü anlamayan ya da gizlemek isteyen ideolojik merkezler tarafından sürekli yeniden üretilmektedir.
Olayın özü şudur: Türkiye sömürge tipi faşizmle yönetilmektedir. Sömürge tipi faşizm, yeni sömürgeci egemenliğin siyasi mekanizmasının “yerel” yapılanmasıdır. Bu devletin örgütleyici çekirdeği, (yıllar içinde tekamül etmekle birlikte) kontrgerilladır. Doğası gereği pozitif hukuka sığdırılamayan ve “kökü dışarıda” olduğu için yerel düzlemde “ademi merkeziyetçi” özellikler gösteren bu ağ biçimli örgütlenme, iktidarın hem kontak anahtarı hem de temel mekanizmasıdır. Gülen Cemaati’nin emniyette, adliyede, üniversitede ve milli eğitimdeki nüfuzunun arkasında bu mekanizmaların işleyişini düzenleyen kontrgerilla merkezinde konumlandırılması yatmaktadır. Gülen cemaati, herkesin bildiği gibi ABD’nin küresel sömürgecilik faaliyetlerinin bir parçasıdır ve bulunduğu her yerde ABD’nin asimetrik savaş aygıtlarıyla eklemlenmektedir. Türkiye kontrgerillasının kuruluş safhasındaki örgütlerinden biri olan “Komünizmle Mücadele Derneği”nden gelen Gülen Cemaati, sömürge tipi faşizmin AKP iktidarı aracılığıyla neoliberal temel üzerinde konsolidasyonunun yerel co-partneri/ortağıdır, kontrgerilla aygıtındaki gücü emniyet ve adliyede odaklanmaktadır. Bu bapta Erdoğan da, parlamento çoğunluğuna dayalı hükümeti aracılığıyla bu sürece katılan bir yerel ortaktır, kontrgerilla aygıtındaki gücü MİT ve Hariciye’de odaklanmaktadır.
Öküz ölmüş ve ortaklık bozulmuştur. AKP Gülen teşkilatını kontrgerilla çekirdeğinden ayıklamaya çalışmakta bunu yaparken Gülen teşkilatının etkili olduğu kontrgerilla kurumlarının bir kısmını da feda etmeyi göze almaktadır. Ortada “paralel, çapraz, dikey” bir başka devlet yoktur, bozulan bir koalisyonda, kontrol ettiği kontrgerilla aygıtlarıyla ve siyasi güçle diğerine galebe çalmaya çalışan kontrgerillanın iktidar ortakları vardır. Ama kontrgerilla iktidarı üzerindeki bu kavganın belirleyici sözünü, yerel ortakların değil kurumun asıl patronunun söyleyeceği (ve esasen de söylediği) bilinmelidir.
Bu yazı sendika.org sitesinden alıntılanmıştır.