Gülseren PUSATLIOĞLU yazdı: “Uzun süre yaşadığımız şeyin taciz/cinsel şiddet olup olmadığına karar veremeyebiliriz. Yıllar geçtikte bu konuda netleşebiliriz. Çocuklukta yaşadığımızın cinsel istismar olduğunun bugün farkına varabiliriz. Birbirimizin deneyimlerinden, anlatımından, bakışlarımızdan, beden dilimizin huzursuzluğundan, aktarımımızdan, yutkunmamızdan biliriz beyanımızın esaslığını.”
Cinsel şiddetin herhangi bir biçimini yaşamayan bir kadın yoktur sanıyorum. Herhangi birimiz cinsel şiddete uğradığımızda kendimizi nasıl hissederiz, ne yapacağımızı biliyor muyuz, bilsek de ona uygun girişimde bulunuyor muyuz? Yoksa kendimizi mi suçluyoruz? “Gitmeseydim, rıza mı gösterdim, hayır deseydim, ben de fırsat verdim! Israr etti, güvenmiştim, duygusal baskına dayanamadım! Bir dizi gerekçe ile yaşadığımızı hafifletmeye çalışmıyor muyuz? İşte bu düşünceyi kendimizde egemen kılan şey de verili cinsiyet kimliğimizin bakış açısının bendeki/ bizdeki yansıması. Yüksek sesle hayır demediysek bu rıza anlamına mı geliyor? Hala taciz veya tecavüz gibi durumlarda, cinsel ilişkilerde tartışma konusu olarak rıza gösterildiği meselesinde ‘bir iktidar ilişkisi ile rıza ilişkisi arasında karmaşıklık ve dolaylı bir ilişki olduğu’ olsa da, kadınların arzusunu yok sayan bir yerden de değerlendirmeler yapılabildiği gibi, hangi koşullarda rıza gösterilmek durumunda kalındığı da atlanabiliyor. Bundan kurtulmanın yolları kendimize öncelikle beyan etmekle başlıyor.
Susturulmuş kadınlar konuşmaya başladı
Uzun süre yaşadığımız şeyin taciz/cinsel şiddet olup olmadığına karar veremeyebiliriz. Yıllar geçtikte bu konuda netleşebiliriz. Çocuklukta yaşadığımızın cinsel istismar olduğunun bugün farkına varabiliriz. Birbirimizin deneyimlerinden, anlatımından, bakışlarımızdan, beden dilimizin huzursuzluğundan, aktarımımızdan, yutkunmamızdan biliriz beyanımızın esaslığını. O anlar kendi hayatlarımızdan bir parça olarak tanıdık gelir. Bir kadın yaşadığı şiddeti nasıl tanımlıyorsa öyle kabul edilmeli, dayanışanlara göre değiştirme yoluna gidilmemelidir. Şiddeti yıllarca sadece bedenimize yönelik fiziksel şiddet, tecavüz olarak bilinebilir bir şey sanırken, artık psikolojik, ekonomik, cinsel, flört şiddeti, dijital olarak şiddetin değişen biçimleri olarak da tanımlayabilir hale geldik. Hem kendimize, hem de başkalarına anlatma cesareti susmamamız gerektiğini, utancın bize dair olmadığını hissettirdi. Ve yaşanan her tür cinsel şiddetin kendi özgünlüğünde ele alınması gerektiğini, her kadının mağduriyetinin kendisinin anlattığı sınırın dışına çıkılmadan, sorgulanmadan dayanışmanın önemini kavradık.
Beyan ettiğimizde neyin farkına varıyoruz? Benim, senin, bize yaşatılan her tür cinsel şiddetin benden/senden hatalı davranmamızdan değil, patriyarkanın ezme-ezilme ilişkisinde erkek iktidarı nedeniyle tüm kadınların yaşadığı/yaşatılabilecek olması. Bunun farkına varmak, kadınlar olarak ortak davranmayı, dayanışmayı, “özel olanın politik” olduğunun bilinçlerimizde yer etmesi sonrasına adım atmayı güçlendirecek bir şey beyan etmekle başlamak. Peki beyan ettiğimizde mağdur olanın daha çok suçlandığı bir ortamla karşılaşıyor muyuz? Kendi karma örgütlerimizden biliyoruz, erkeklerin ilk akıl ettikleri iftira ettiği, komplo teorileri, yargısız infaz, psikolojisi bozuk türünden saldır. O kadının sosyal, siyasal, ekonomik, hayatı örseleniyor, gündelik yaşam alanlarında dedikodu yaygınlaşıyor. Bu süreçler kadının, beyanını sürdürebilmesi için en kritik dönem, henüz o gücü kendinde görmeyebilir. Kadını güçlendirici, iyileştirici dayanışmayı sürdürmek beyanın dava edilmesinde, disipline başvurulmasında, ifşaya yönelmesinde ilerletici olabiliyor. Bu nedenle, birbirimize açılırken ifşa/ teşhir/disiplin/dava açmak durumunda muhtemel yaşayacağımız zorlukları da konuşmamız gerekiyor. Erkek fail, parti, örgüt, kurumlardan gelecek saldırılara karşı mağdur kadının ve dayanışanların güçlendirilmesi sürecin göğüslenmesi açısından da ele alınması gerekmektedir. Yaşananın politik bir mesele olarak kamusallığa yansıtılmasının başka kadınların da önünü açmaya ön ayak olabilmesi açısından etkisi olduğunu en son #susmabitsin kampanyasında deneyimledik.
Kadınların hangi yolu seçecekleri de tercihleri de kendilerine aittir. Sadece ifşayı belli bir kesimle paylaşarak kadınları bu konuda uyarma ile yetinebilirler. Veya teşhir ederek tecrit etmeyi seçebilirler. Bulundukları örgütlerde yargılanmaları için disipline verebilir veya dava açabilirler. Sürecin tüm zorluklarına karşın yaptırım gerektirecek adımlarda ısrarcı olmak erkekler üzerinde caydırıcılık açısından önemlidir.
Cinsel şiddet karşısında kadının beyanının esas alınması, aynı zamanda pozitif ayrımcılık ilkesidir. Bu ilke, temelde kendini ezme-ezilme ilişkisini kabul eden bir yerden kuruyor, patriyarkaya karşı ezilen kadından ve LGBTİ+’lardan yana tutum alıyor. “Kadının beyanı esastır” sadece cinsel taciz değil, cinsel şiddetin bütünü için geçerli olan erkek şiddetine karşı kurucu bir ilkedir. İspat yükünün erkekte olması tespiti sistematik güç ilişkisinde erkek şiddeti olarak öznenin adının konulması açısından önemli. Bir kadın, özel veya kamusal alanda yaşanan her türden cinsel (taciz, tecavüz, fiziksel veya psikolojik) şiddete uğradığını söylüyorsa bu iddiasını detaylandırmak, ispat etmek zorunda değildir. Erkek egemen yapılarda beyan etmek bir o kadar zorken, bir de kadının iddiasını ispata çalışması ona yaşatılan ikinci bir mağduriyettir. Bu nedenle kadının beyanı esas alınarak suçlanan erkeğin kanıt, tanık, bilgi, belge ile suçsuzluğunu ispat etmesi beklenir.
Erkek devletin yasalarının, yönetmeliklerinin, adaletin erkeklerden yana olduğu bu patriyarkal kapitalist sistemde “kadının beyanı esastır” ile açtığı feminist mücadelenin kazanımı bazı ülkelerde “ispat yükümlülüğünün karşı tarafta olması” biçiminde yer almasını sağladı. Ülkemizde İstanbul Sözleşmesi’nde ve 6284 sayılı yasada bu ilke yer almaktaydı. Bazı mahkeme kararlarında bunun dikkate alındığı uygulamalar da oldu. İçinden geçtiğimiz bu süreçte iktidarın İstanbul Sözleşmesi’ni bir gece yarısı feshetmesiyle, 6284 sayılı yasanın tehlikede olması sebebiyle kadının beyanı esaslığına ilkesel olarak sarılmak yaşamsal değerdedir. Bu ilke, artan erkek şiddetine karşı kurucu bir ilke olduğundan, kadınlara korunma tedbiri alınması ve soruşturmanın başlatılmasında esas olarak hayatidir. Çünkü gittikçe kadınların, LGBTİ+’ların eşitliğine inanmayanların, kadınların sözüne de güvenmediği, kadınların kazanımı olan haklarının geri alınmak istendiği süreçlerden geçiyoruz. Kadının beyanı esaslığı üzerinden yapılan tartışmaların hak olarak yaygınlaştırılması yerine uygulamada geriletilmesi gündemde.
Bir yandan da, kavramsallaştırma açısından feminist harekette yeni öneriler de söz konusu. Örneğin; “kadının beyanı esastır” yerine, “erkek şiddeti vakalarında ispat yükü zanlıdadır” önerisinde bulunuluyor. Öneri içerik açısından değil, ama erkek şiddetinin sadece kadınlara değil; LGBTİ+’lara, çocuklara ve hayvanlara da yönelmesi gerekçesiyle özneleri içerecek biçimde genişletilmesine dikkat çekiyor. Bu önerideki içeriğin cinsel şiddete uğrayan özneler lehine “kadının ve LGBTİ+’ların beyanı esastır” şeklinde vurgulamanın daha uygun olacağını düşünüyorum.
Önce kadının beyanı ‘doğrudur’ ile tartışmaya başladık
1987’lerde “Dayağa karşı” kampanya ile başlayarak feminist mücadelede “bedenimiz bizimdir, cinsel tacize hayır”, “bekaret kontrolüne hayır”, “susma haykır” mor iğne kampanyaları içinde bir yandan cinsel saldırıya uğrayan kadınların yaşadığı sarkıntılığın taciz olduğunu kavradık. Bunun yanında, dayak dışında erkek şiddeti olarak psikolojik, ekonomik, cinsel şiddetler olduğunu bilince çıkarırken, aynı zamanda (CEDAW) uluslararası yasaların uygulanmasını ve kadınlara karşı suçlar kavramının yasada yer alması talebini yükselttik… İkinci dalga feminist hareketin “özel olan politiktir” tespitinin bizzat kendi hayatlarımızı da sorgulamadaki etkisi bilinç yükseltme çabalarımıza katkısı tartışılmaz dönüştürücü rol oynadı.
90’lı yıllarda bulunduğumuz partilerde kadınların yönetim organlarında söz/karar sahibi olabilmesi için, pozitif ayrımcılık/kota ilkesinin kadınlar lehine uygulanması yönünde mücadele verdik. Diğer yandan bu süreç, özel alan dahil kadınlar olarak yaşadığımız her tür şiddete yönelik yaptırımların ne olacağını da eş zamanlı tartışmalar yürüterek konuştuğumuz yıllardı. 1995 yılında Metin Kaçan ve Alp Buğdaycı tarafından ağır cinsel şiddete maruz kalmasıyla Güneş K.’nın davasını feministler takip etmişti. Bizler de, Birleşik Sosyalist Partide (BSP) faaliyet yürüten kadınlar olarak mahkeme sürecinde dayanışma çabasında olduğumuz o dönemde yaşanan bu şiddeti kadınlar açısından nasıl değerlendirmek gerektiği üzerine çokça konuştuk. Aynı dönemde, partinin tüzüğünde kadınlara yönelik şiddete karşı disiplin yaptırımları erkeklerin direnciyle karşılaşsa da kongre kararıyla kabul ettirilmişti. İlk tartışmalarımızda “Kadının beyanı doğrudur” demek gerekliği üzerinden süren bu tartışmayı daha sonra Özgürlük ve Dayanışma Partisinde (ÖDP) sürdürmüş ve “kadının beyanı esastır” üzerinde uzlaşmıştık. Sosyalist Demokrasi Partisinde (SDP) yaşanan taciz sürecinde ise kadın konferans kararımız olmasına karşın, bu ilke görmezlikten gelindi. Yaşanan bu tecrübe ışığında, daha sonra bulunduğumuz bütün partilerin tüzüklerinde “kadının beyanı soruşturmaya esastır, erkek aksini ispatlamakla yükümlüdür” ilkesinin kadınların güvencesi olarak yer almasını sağladık.
Kadının beyanının esaslığı ile kadın ve trans cinayetlerinin münferit değil, politik olduğu ve töre/namus ile açıklanamayacağı netleşmiştir. Her yaştan, her sınıftan, kültürden erkeklerin kadın cinayeti/cinsel şiddet işleyebileceğini göz önüne alarak kadınların ağırlıkla en yakınındaki erkeklerin tehlikesi altında oldukları bilince çıkarılmıştır.
Ya yalansa!
En çok söylenen “ya kadın yalan söylüyorsa”. Burada münferit bir olay genelleştirilerek kadınların hepsinin güvenilmezliği söz konusu ediliyor. Oysa kadın, olayı yaşayan tek tanıktır. Bu yaklaşım, zaten toplumsal cinsiyet nedeniyle kadınların erkeklerle hiçbir zaman eşit olamayacaklarını savunan anlayışın bakışıdır. Burada söz konusu olan kadının doğru söylemesinin kesinliği değil, bir başlangıç olarak erkeğin bunun aksini ispat etmesi gereğidir. Bu konuda 2004 yılındaki mahkeme kararında “şikayetçinin başkasına zarar vermek için kendisine zarar vermesinin hayatın olağan akışına uygun olmadığı gerekçesi” başlı başına bir yanıttır. Özcesi, sosyal statüsüne zarar verecek bir şeyi bir kadın neden istesin ki?
Bir diğer tartışma da kadının beyanı esaslığı ilkesinin, masumiyet karinesini ortadan kaldırdığına dairdir. Suçlanan henüz masum veya suçlu değildir, savunma hakkına sahiptir. İki kişinin yalnız olduğu ortamda geçen bir olayın tanık, delille kanıtlanması zordur. Örneğin tacizin ispatı mümkün olmaz. En önemli tanık mağdurun kendisidir. Yargılayanların bağımsızlığı ve kanaatleri söz konusu olduğundan suçun oluştuğuna kanaat getirmişlerse, delil ve tanık olmadan da karar verebilirler. Bu durum masumiyet karinesinin ihlali anlamına gelmez, Kaldı ki, hak ihlalinden bahsedilecekse, cezasızlığın politika halinde sürdüğü ortamlarda makbul/makbul olmayan kadın ayrımı delil yokluğunda yargılamada kadınlar aleyhinde işletildiği biliniyor. Bu nedenle yargıda erkekleri aklayan kararlar çıkıyor. O nedenle “erkek adalet değil, gerçek adalet” mücadelemiz sürüyor. Yıllardır feministler olarak dava takipleri, müdahil olarak katılımların toplumda getirdiği ses yanında, bu dayanışma kadınların mücadelesini güçlendirmektedir. İyi ki kadın/feminist hareket ve LGBTİ+’lar var.
Emeğimiz, bedenimiz, cinselliğimiz üzerindeki bütün baskılara karşı kadın kurtuluş hareketinin kazanımlarına sahip çıkmak, bilinç yükseltme, hayatlarımızı savunma konusunda, cinsel şiddeti önleme konusunda yeni deneyimler üzerine düşünmek, kendimize güvenli alanlar/ortamlar yaratmaya ve güçlenmeye ihtiyacımız var.