Ulaşcan KURT yazdı: “Sanki her birimiz için özel olarak kurgulanmış birer Truman Show içindeyiz. Hayatlarımız ürün yerleştirme ile dolu. Kafamızı ne tarafa çevirsek orada, tam karşımızda duruyorlar.”
“Tüket, tüket, tüket…”
Çok tanıdık değil mi? Sanki bu büyülü dünyanın sıradan birer parçası olduğumuzdan beridir kulağımıza sürekli fısıldanan tek bir sözcük. Bebeklikten gençliğe oradan da yetişkinliğe uzanan, bize fazlasıyla uzun ve yüklerle dolu gelen bütün bu süreçte; işte, okulda, televizyonda, elimizden düşürmediğimiz telefonlarımızda biteviye arzuladığımız: tüketmek.
Sanki her birimiz için özel olarak kurgulanmış birer Truman Show içindeyiz. Hayatlarımız ürün yerleştirme ile dolu. Kafamızı ne tarafa çevirsek orada, tam karşımızda duruyorlar.
Oysa (ne yazık ki-ya da iyi ki!-) ne yıldızı olduğumuz birer Truman Show içindeyiz ne de beynimize farklı teknolojiler aracılığıyla doğrudan ‘tüket’ komutu dikte edilen bir distopyadayız.
Hayır, içinde yaşadığımız ‘şey’ düpedüz kapitalizm.
Henri Lefebvre, ‘bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu’ olarak tarifliyordu[1] bundan yaklaşık 50 sene önce kapitalizmin geldiği aşamayı. Hem de büyük 68 kalkışmasından hemen önce. Yani yaygın olarak yanlış bilindiği üzere ‘her şey eskiden çok iyi’ değildi.
Kuşkusuz, yenilmiş bir dizi devrim sonucunda kapitalizmin tarihin sonunu(?) ilan etmesiyle birlikte her şey hali hazırda çok iyi olmasa da daha da kötüleşti. Neoliberal dehşet, insan beyniyle hamurla oynar gibi oynuyordu. Beğenmediği yerini bozup yeniden şekillendiriyor ancak bütün bu değişimler sonucunda daha da fazla aşındırıyordu hamuru.
Her an, her yerde ‘piyasanın gizli eli’ tarafından manipüle edilir hale geldik. Gizli elin sahipleri servetlerine servet katsın diye her şey metalaşmalı, biz de metaların kölesi haline gelmeliydik. Bir yandan sürekli tüketmemiz gerektiği kulağımıza fısıldanırken bir yandan da tükettikçe ‘özgür bireyler’ olacağımız vaaz ediliyordu. Bireycilik ve tüketim çılgınlığı tarafından esir alınmıştık.
Bu durum bugüne özgü olmasa da neoliberal dehşetle birlikte saldırıyı çok daha şiddetli yaşamaya başladık. Günümüz tüketim toplumunun egemen ideolojisi bireyciliği ‘sürü’den farklılaşma olarak tanımlarken[2] farklılaşmanın özünü de ne kadar tükettiğimizle bağdaştırıyordu. Yani ne kadar çok tüketirsek o kadar ‘özgür ve farklı’ olacaktık.
Bireycilik kafamızda bir ‘ben’ yaratmıştı ve yalnızca bu ‘ben’in gelişimi önemliydi artık. Sonuçta her koyun kendi bacağından asılırdı. Geri kalan her şey birer tüketim nesnesine dönüşmüştü bizim için. Yaşam, bir ilişkiler toplamıydı ve hepsini hızlıca tüketmeliydik. Eşyalar, duygular, zaman… Hepsini. Hemen tüketmeli ve ‘benliğimizi’ açığa çıkarmalıydık ne de olsa.
Önce televizyon sonra da internet ve sosyal medyanın gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte bambaşka bir eşik atlanmış oldu. Manipülasyon bilmem kaç taksitle, borç harç aldığımız ekranlardaydı, cebimizdeydi. Bir kumanda düğmesi, bir titreşim kadar yakındı bize. Bir titreşim ve filanca alışveriş sitesinde devasa indirim(?) olduğunun bildirilişi ya da belki de hiçbir şey hissedemediğimiz sevgilimizden/dostlarımızdan gelen sevgi(?) dolu emojiler.
Magazin haberlerinde(ki sürekli magazin izliyorduk çünkü politika çok sıkıcıydı) ünlülerin ve zenginlerin yaşantılarını görüyor ve yoksunluk hissine kapılıyorduk. Onlar böylesine ‘özgürce’ yaşayıp her istediklerini yaparken bizim yoksulluğumuz yoksunluğumuzu pekiştiriyordu. Biz de kendimizi göstermeli, farklı olduğumuzu kanıtlamalıydık. O zaman bu depresyondan kurtulabilir, mutlu olabilirdik.
Belki televizyonda görünemezdik ama karşımıza çıkan her sosyal medya mecrasında kendimizi göstermemize olanak sağlıyordu kapitalizm, var olsun. Olmadığımız biri gibi Twitter’da kulaktan dolma bilgilerle yazılar yazıyor, İnstagram’da arzulanmak istediğimiz fotoğraflar paylaşıyorduk.
Ancak hayat çok hızlı akıyordu artık. Anlık tüketmek zorundaydık. Eğer anında tüketmezsek treni kaçırabilir, ‘benliğimizin’ oluşumunu sekteye uğratabilirdik(Allah korusun!)
Bedenlerimizi sürekli teşhir ediyor, ne kadar yakışıklı/güzel olduğumuzu ispat etmeye çalışıyorduk. Ne yediğimizi, ne kadar alkol tükettiğimizi, başkalarından gelen flört tekliflerini, yani tüm yaşamımızı herkese açık paylaşıyorduk. Ne kadar çok tüketirsek o kadar özgür, ne kadar çok arzu edilirsek o kadar mutluyduk.
Etrafımızdaki her şeyi olduğu gibi nihayetinde kendimizi de tükettiğimizi fark edemedik. Bambaşka kişilikler yaratmış ve bunları kendimizin yerine ikame etmiştik bile. Sürüden farklılaşmak isterken aynı sürünün içinde başka birisi olarak yer alıyorduk artık.
Postmodern belirsizlik kafamızı bulandırıyor, bireycilik ise toplumsallaşmayı tek-tipleşme olarak aşılıyordu bize. Özgür olmak istiyor ancak bedelini ödemek istemiyorduk. Çünkü özgürlük de kapitalizm tarafından tahrif edilmiş, çarpıklaştırılmıştı. Bireyin kendi kurtuluşuna özgülenmişti. Bu bir yanılsamaydı kuşkusuz.
Stüdyo o kadar gerçekçi dizayn edilmişti ki hepimiz birer Truman sayılabilirdik. Ancak büyük bir farklılık var; ortada bir şov olsa da ne biz şovun yıldızı ne de etrafımızdaki diğer insanlar o şovda rol yapan figüranlar değil. Maalesef ne stüdyonun dışında akan gerçek bir dünya ne de özgürlük merdivenlerini tırmanırken elleri kalbinde, heyecanla kapıdan geçip gitmemizi bekleyen izleyiciler yok. Hepsi biziz. Stüdyo, yaşamak zorunda kaldığımız dünyaya inşa edilmiş.
Set ışıklarıyla aydınlatılan karanlık bir stüdyoda yaşamak zorunda değiliz. Yeter ki senaryo dışına çıkmayı kulaktan kulağa fısıldayalım ve o malum fısıltıya karşı ‘BİZ’ olmayı başarabilelim.
İşte biz o gün tükenmeyeceğiz…
[1] Lefevbre,H. Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınları, 2016.
[2] Silier,Y. Özgürlük Yanılsaması, Yordam Kitap,2016, s.66.