Birinci bölümde Siyonist devletin siyasi evrimini, Filistinlileri mülksüzlestirmesini, Arap veya Yahudi olmayan vatandaşlarına yönelik ırkçı tutumunu özetlemiştim. Bir de vatandaş bile olmayan ama asker ve “yerlesimci” işgali altında yaşayan Filistinliler var.
“İşgal Altındaki Filistin Toprakları”
Filistinlilerin eskiden beri kullandığı bu terim 1967 savaşının ardından, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun 242 sayılı kararıyla ve kapsamı daralmış olarak, uluslararası hukuka da girdi. Karar, “İsrail silahlı kuvvetlerinin son çatışmalarda işgal edilen topraklardan çekilmesi … tüm savaş iddia veya hâllerinin sona erdirilmesi, bölgedeki her devletin egemenliğine, toprak bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına, güvenli ve tanınmış sınırlar içinde tehdit ya da zor kullanımından azade olarak barış içinde yaşama haklarına saygı duyulması” için çağrıda bulunuyordu. Fakat uygulamada karşılıksız kaldı. Siyonist devlet, yeni işgal ettiği bölgeleri 1981’e kadar askeri valilikle yönetti. Camp David (1978) anlaşmasıyla Mısır tarafından tanınınca 1982’de Sina yarımadasını geri verdi. Buna karşılık 1980’de Doğu Kudüs’ü, 1981’de Golan tepelerini ilhak etti, askeri valiliği lağvedip Batı Şeria ile Gazze’yi güya sivil yönetim altına aldı ama sakinlerine vatandaşlık vermediği gibi işgal hukuku uygulamaya da devam etti. Oslo Anlaşmaları’ndan sonra “Filistin Ulusal Otoritesi”nin yönetiminde olacağı varsayılan topraklar 1999’dan beri BM, ardından Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), diğer bazı kuruluşlar ve Avrupa Birliği (AB) tarafından “İşgal Edilmiş Filistin Mülkü”(1) olarak niteleniyor. Filistin Yönetimi 2012’de gözlemci devlet statüsü ile BM bünyesine alınınca “Filistin Devleti” terimi de kullanılır oldu. İsrail ve kimi destekçileri ise halâ “ihtilaflı topraklar”dan söz ediyor.
İsrail-Filistin coğrafyasının yüzölçümü kabaca 28 bin km² (Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne illerinin toplamından biraz daha küçük). Siyonist devlet kendi yüzölçümünü, herhalde Golan tepeleri, Güney Lübnan’daki Şeba çiflikleri ve Doğu Kudüs dahil, 22.145 km² olarak veriyor.(2) Buna karşılık Filistinlileri resmen 6,025 km² (yaklaşık Edirne kadar) bir alana sıkıştırmış. Üstelik bu topraklar parçalanmış durumda: Gazze Batı Şeria’dan tümüyle kopuk, arada İsrail mülkü ve ordusu var. Doğu Kudüs’ün de Batı Şeria ile bağı “ayrım seddi” ya da “apartheid duvarı” yüzünden kesilmiş. Batı Şeria içinde ise Filistinliler, bölgenin ancak yüzde 40’ı üzerinde, Yahudi yerleşimleri ve askeri bölgelerle çevrili, konfeti parçalarını andıran yöre ve bucaklarda tutunuyor.
“İşgal Altındaki Topraklar”da bulunan Filistinli nüfusun toplamı 5,5 milyondan fazla. Bunlardan 325 bini Doğu Kudüs’te; pasaportları yok, üç yılda bir yenilenmesi gereken “daimi ikamet” kartı ile kalıyor ve sadece belediye seçimlerinde oy kullanabiliyorlar. Batı Şeria’nın geri kalan kısmındaki 3 milyon kadar Filistinli Siyonist devletin verdiği farklı kimlik kartlarını taşıyor. Hepi topu 345 km² olan Gazze şeridinde ise 2,2 milyon kişi karadan, havadan, denizden kuşatılmış ve “dünyanın en büyük açık hava hapisanesi”ne tıkılmıştı; şimdi yeniden Siyonist istilası altına ve can derdine düştüler.(3)
Filistin devleti var mı?
Filistin’de “iki devletli çözüm” teranesi en azından İngilizlerin 1937 tarihli Peel Komisyonu’ndan beri dile getiriliyor. BM Genel Kurulu’nun Filistin’i paylaştırma konusundaki 29 Kasım 1947 tarihli ve 181 sayılı kararında da var. Buna göre Yahudi devleti 14,100 km² (yüzde 56), Arap devleti 11,100 km² (yüzde 42) alana sahip olacak, Kudüs ve Beytüllahim şehirleri ile çevrelerini kapsayan yüzde 2’lik alan ise uluslararası bir rejim altında kalacaktı. Ne var ki İsrail’in kurulmasını sağlayan emperyalist güçler Siyonist devletin habire genişlemesine destek verdiler. Olası bir Filistin devletinin mülkü, 1967’deki BM kararı ile, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’ye indirgendi. 1982’deki Lübnan yenilgisinden sonra emperyalist “Batı” ile uzlaşma yolu arayan Yaser Arafat, 1988’den itibaren (ki aynı zamanda I. İntifada yıllarına denk gelir), İsrail’in meşruiyetini tanıdıklarını ve silahlı mücadeleden vazgeçtiklerini birçok kez ifade etti. SSCB’nin çöküşünden sonra uluslararası planda yalnız kalınca para bulmak için Saddam Hüseyin’le ittifak yaptı, Kuveyt işgalini kınamaktan kaçındı ve bu da Körfez emirliklerinden, Suudi Arabistan’dan gelen kaynakları kuruttu. Oslo Anlaşmaları’nın ilki, tam da Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) dara düşmüşken kendi şartlarını dayatma hesabı yapan İsrail yönetiminin yanaşmasıyla, 13 Eylül 1993’te imzalandı. Buna göre beş yıllık bir “geçiş dönemi”nin ardından Batı Şeria ile Gazze toprakları üzerinde bir Filistin özyönetimi kurulacak; Kudüs’ün statüsü, nihai sınırlar, güvenliğe ilişkin İsrail denetimi, Yahudi yerleşimleri ve Filistinli mültecilerin geri dönüşü gibi sorunlar ise müzakere edilecekti. Anlaşma FKÖ’nün sol kanat örgütleri Halk Cephesi (FHKC) ve Demokratik Cephe (FDKC) tarafından “toptan satış” olarak nitelendi. Bu ikisi, El Fetih’in İntifada kolu, Hamas, İslami Cihad ve diğer beş örgütle birlikte “Filistin Güçlerinin İttifakı”nı oluşturdu. Öte yandan sağcı ve özellikle dinci Siyonistler de “Büyük İsrail”den vazgeçilmesini içlerine sindiremediler. Bir yobaz faşist 1994’te El Halil’deki Hz. İbrahim Camisi’nde namaz kılan cemaati tarayıp 29 Filistinliyi katletti, 125’ini de yaraladı. Bir diğeri ertesi yıl başbakan Yitzhak Rabin’i vurup öldürdü. Daha sonra 2001’de seçimi kazanan Sabra ve Şatila kasabı Ariel Sharon ise, II. İntifada’yı kışkırtma ve silah kaçakçılığı iddiasıyla, Arafat’ı Ramallah’taki karargahında kuşattı. FKÖ önderi iki yıl süren mahpusluk sonunda bir İsrail ve/veya ABD işbirlikçisi tarafından zehirlenerek öldürüldü.
Bağımsız Filistin devleti halâ kurulacak. BM, kimi devletler ve uluslararası kurumlar her vesileyle “iki devletli çözüm” için çağrı yapıyor ama umursayan yok. Siyonist devlet Filistin topraklarını kemirmeye devam ediyor. Batı Şeria 1995 tarihli II. Oslo Anlaşması’yla üç alana bölünmüştü: Filistin yönetimi resmen sadece A bölgesinde (yüzde 18) hükümran ki o bile kağıt üzerinde kalıyor; B bölgesinde (yüzde 22) sivil yönetim Filistinlilere, “güvenlik” İsrail’e ait; C bölgesinde (yüzde 61), belirli bir takvime göre ve (toprak takası seçeneğini de kapsayan) müzakere sonuçlarına bağlı olarak, İsrail ordusu kademe kademe çekilip yönetimi Filistinlilere devredecekti; ancak bazı gelgitler olsa da bu işlem gerçekleştirilmedi. Doğu Kudüs’tekiler hariç bütün Yahudi yerleşimleri C bölgesinde. Onlar izinli-izinsiz genişleyip dururken Filistinlilere kendi köylerinde bile inşaat yasağı konmuş, ya da kolay kolay ruhsat verilmiyor. Yerleşimciler İsrail’in Yahudiye ve Samiriye Bölge İdaresi altında ve sivil hukuka tabi. Filistinliler ise İsrail Savunma Bakanlığı bünyesindeki Hükümet Faaliyetleri Koordinatörü tarafından ve askeri hukuka göre yönetiliyor.(4) C bölgesi ile Doğu Kudüs’te şimdi en az 280 İsrail kolonisi ve 700 bin Yahudi yerleşimci var.(5) Üstelik Netanyahu hükûmeti 2027’ye kadar sayılarını iki katına çıkarma kararı aldı. Bu yerleşimler uluslararası hukuka aykırı, yarıdan fazlası İsrail hukukuna göre de yasa dışı; çoğu beton duvarlarla çevrili; askeri üs ve yasak bölgeler, karakollar, denetim noktaları, doğal rezervler ile tahkim edilmiş durumda. Su kaynaklarının yüzde 80’den fazlasını onlar kullanıyor. Kendilerine mahsus yolları, otobüsleri, bazılarının özel tramvay hatları var. Filistinliler ise, BM’ye bağlı OCHA’nın 2023 raporuna göre, “apartheid duvarı”na ve onun çoğu kez kapalı kapılarına ek olarak, Batı Şeria’da dolaşımı kısıtlayan her türden 645 fiziki engelle karşı karşıya. Bu sayı 2020’ye göre yüzde 8’lik bir artışa tekabül ediyor.(6) Aktif (15 yaş ve üstündeki) nüfusun yarıya yakını çalışmak için denetim noktalarından geçerek İsrail’e ya da kolonilere gidip gelmek zorunda. Çünkü her dört kişiden biri işsiz (Bu oran Batı Şeria’da yüzde 12,5 Gazze’de ise yüzde 42) ve Siyonist devlet “İşgal Edilmiş Topraklar”ın hiçbir yerinde esaslı tarım ve sanayi yatırımına izin vermiyor. Ayrıca Batı Şeria ve Gazze’deki eski havalimanlarını da 2000’li yıllarda kapatmış. Filistinlilerin deyimiyle “haciz”den (checkpoint) geçmeden herhangi bir yere gitmek imkansız. Oysa I. Oslo Anlaşması’na göre “kalıcı statü” müzakereleri en geç 1996 Mayıs’ında başlayıp üç yıl içinde bitirilecek, Batı Şeria’daki İsrail yönetimi lağvedilecek, işgal kuvvetleri de geri çekilecekti. Siyonist devlet bugün hâlâ muvazzaf askerlerinin yarıdan çoğunu orada tutuyor. Gazze ise 2005’te boşaltılmış ama sık sık yoğun bombardımana hedef olmuştu, şimdi de taş üstünde taş kalmayacak şekilde yıkılıyor.
Peki bir Filistin devleti yoksa ne var? Ramallah merkezli, parlamentosu, bakanlar kurulu, polis örgütü olan bir “Filistin Ulusal Otoritesi” var. Varlığı Filistinlilerin hakları ve talepleri için bir dayanak, uluslararası arenada bir diplomatik mücadele aracı oluşturuyor. Eğitim, sağlık, nüfus, vergi, asayiş gibi hizmetlere, belediyelere, kimi idari ve iktisadi düzenlemelere nezaret ediyor, fakat bu işlerde fiilen İsrail’in sivil eklentisi gibi de çalışıyor. Adı var, otoritesi yok. Söz gelimi Ramallah’ın Güneydoğu kapısında Filistin bayrağı dalgalanıyor ama birkaç yüz metre sağında da İsrail üssü var. Bu herhalde diğer kapılarda ve kentlerde de böyledir. İşgal ordusunun askerleri herhangi bir olay veya şüpheli durum söz konusu olunca zırhlı araçlarıyla çıkıyor, istedikleri kurumu, meskeni, işyerini veya araziyi basıp istedikleri kişileri tutukluyor veya vurup öldürüyor, evlerini ve/veya dükkanlarını da yıkıyor ve çekip gidiyor.
“Ayrım seddi” veya “apartheid duvarı”
İsrail’e ilişkin apartheid benzetmesi yeni değil. Bunu ilk dile getiren eski Güney Afrika başbakanı ve apartheid politikalarının mimarı Hendrik Verwoerd olmuş. İsrail 1961 yılında BM’de kendilerine karşı oy kullanınca şöyle diyor: “İsrail, yeni, apartheid karşıtı tutumunda tutarlı değil. (…) Araplar orada bin yıl yaşadıktan sonra İsrail’i Arapların elinden aldılar. Bu konuda onlarla hemfikirim. İsrail, Güney Afrika gibi, bir apartheid devletidir.” Halefi John Vorster de İsrail’in Arap sakinleri ile ilgili olarak bir “apartheid problemi” ile karşı karşıya bulunduğunu, onun konumuna ve sorunlarına anlayış ve sempati ile baktıklarını söylemiş. “Sırça köşkte oturanlar başkasının evine taş atmaz” demeye getirmişler. FKÖ ve FHKC de, 1970’lerin başında, Filistin’in özerkliğine ilişkin Siyonist önerilerini Güney Afrika’nın Bantustan(7) stratejisiyle karşılaştırıyor. Kavram 1980-90’larda hem eylemcilerin hem de akademisyenlerin yazılarında daha sık ortaya çıkar olmuş. Başlarına ne geleceğini kestirebilen bazı Siyonist yöneticiler de değinmiş buna. İşçi Parti’li Başbakan Yitzhak Rabin, 1976’da, Batı Şeria’nın ilhakı ve Arap nüfusunun içerilmesi halinde “İsrail’in Güney Afrika gibi bir apartheid devletine dönüşme riski”nden söz ediyor. Gene İşçi Parti’li Başbakan Ehud Olmert de, 2006’da, “iki devletli çözüm” çökerse “Eşit oy hakkı için Güney Afrika tarzı bir mücadelenin başlayacağını ve bunun da İsrail’in sonu olacağını” belirtiyor.(8)
Siyonist devlet II. İntifada’dan sonra, 2002 yılında, “terör saldırılarını önlemek” bahanesiyle 1967 savaşından sonraki ateşkes hattı boyunca bir “ayrım seddi” veya “koruma duvarı” kurmaya girişti. Fakat “yeşil hat”tın uzunluğu 340 km iken Filistinlilerce “ilhak duvarı” ya da “apartheid duvarı” diye nitelenen bu seddin tamamı 712 km. Yüzde 85’i Batı Şeria içlerine sarkıyor; kent ve köyleri birbirinden, Filistinlileri topraklarından ayırıp ailelerini de bölerek, ama Yahudi yerleşimlerini korumaya alarak, yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidiyor. Başlangıçta dikenli tel bobinleri, elektronik detektörlü çitler ve hendeklerle yapılan seddin yerine zamanla beton bloklardan oluşan, gözetleme kuleleri, devriyeler, kameralar, sensörler ve şimdi de uzaktan kumanda edilen “akıllı silahlar”la donatılmış 8-9 m. yüksekliğinde bir beton duvar dikildi. Yaklaşık yüzde 65’i bitmiş, geri kalanın inşası devam ediyor. Duvarda 84 kapı var; fakat sadece 11’i her gün açık, bir o kadarı haftanın belli günlerinde, diğerleri ise sadece zeytin hasadı mevsiminde açılıyor. Özetle duvar, her iki tarafında kalan Filistinlilerin seyahat özgürlüğünü kısıtlıyor, birçoğunun işlerine, tarla ve bahçelerine gidip gelmelerini engelliyor, eğitim, sağlık ve diğer kamu hizmetlerine erişimini zorlaştırıyor, ekonomik ve toplumsal hayatı çökertme işlevi görüyor.(9)
“Ayrım seddi” 1992’den itibaren Yitzhak Rabin hükümetince planlanmış, ilk uygulaması 1994-96 arasında Gazze etrafında yapılmıştı. Sonradan buraya da, 65 km boyunca, Batı Şeria’daki gibi beton bloklar dikildi ve önünde 70-150 m. genişliğinde bir tampon şerit oluşturuldu. Filistinliler duvarın altından tüneller kazınca ayrıca 40 km. uzunluğunda ve metrelerce derinlikte beton-çelik karışımı, elektronik sensörlü yeraltı duvarı çekildi ki bir bölümü denizin içine de uzanıyor. II. Oslo (1995) Anlaşmasına göre denizde ilk 20 millik (37 kilometrelik) alan Filistinli balıkçılar için serbest olacaktı; İsrail bunu önce 10 mil, sonra 6 mil ve nihayet 2009’da 3 mil (5,5 kilometre) ile sınırladı. Daha sonra da kendi uygun gördüğü ölçülerde genişletti veya yeniden daralttı. Kuşatma altındaki Gazze’ye sadece iki noktadan giriş-çıkış var: Kuzeydeki Erez geçidi mal ve insanlar için, güneydeki Kerem Şalom ise İsrail’den veya Mısır’dan mal getiren kamyonlar için kullanılıyor. Mısır sınırındaki Rafah kapısı çoğu zaman kapalı, açılınca da her şey Kerem Şalom’a getiriliyor ve İsrail tarafından denetlendikten sonra içeri sokuluyor.(10)
BM Genel Kurulu, 2003 sonlarında, İsrail’in “İşgal Altındaki Filistin Toprakları” üzerinde bir set çekmesini uluslararası hukukun ihlali olarak niteleyen ve kaldırılmasını talep eden bir kararı kabul etti. BM’nin başlıca yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı da 2004’te konuyu inceledi; seddin yasa dışı olduğunu, inşaatının derhal durdurulması, yapılmış kısmın sökülmesi ve İsrail’in sebep olduğu her türlü zarar için tazminat ödemesi gerektiğini belirten bir tavsiye kararı aldı. UAD, ayrıca, seddin sahada kalıcı bir “oldubitti” yaratabileceğini, bunun “fiili ilhakla eşdeğer olacağını”, Yahudi yerleşimleriyle birlikte işgal altındaki Filistin topraklarının demografik yapısını değiştirdiğini ve Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını engellediğini de işaret etti.
Apartheid rejimi
Gazze’yi kuşatan set daha “iki devletli çözüm” iyimserliği devam ederken çekildiği için pek tepki görmemişti. Sharon’un başbakanlığı döneminde inşasına girişilen Batı Şeria’daki duvar şimşekleri üzerine çekti, apartheid suçlamalarını alevlendirdi ve genişletti. ABD’nin eski başkanlarından Jimmy Carter 2006 yılında “Filistin: Apartheid Değil Barış” diye bir kitap yayımladı. Carter İsrail hükûmetine yönelik ırkçılık suçlamasından kaçınmış, “apartheid” nitelemesini sadece Gazze ve Batı Şeria’daki durumla sınırlı tutmuştu. Ardından, BM özel raportörlerince hazırlanan 2007, 2014, 2017, Mart ve Ekim 2022 raporlarında da bu topraklardaki İsrail uygulamalarının apartheide tekabül ettiği belirtildi. Keza İsrailli insan hakları örgütü Yesh Din, 2020’de, devletin Batı Şeria’daki Filistinli nüfusa yönelik muamelesinin hem Roma Statüsü’ndeki, hem de Apartheid Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’deki apartheid tanımına uyduğunu tespit etti.
Gerek uluslararası gözlemciler gerekse İsrail içindeki ve dışındaki demokrat Yahudiler “iki devletli çözüm” ve barış sürecinin başarıya ulaşma umudu varken apartheid söyleminden uzak durdu. Bundan söz edenler de İsrail’in “kendi” içinde yapılanları görmezden geldi. Sağcı Siyonistlerin “iki devletli çözüm”ü baltaladığı aşikâr olunca, özellikle de Netanyahu Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim bölgelerini ve Ürdün Vadisi’ni ilhak etme planları yapmaya koyulduktan sonra, Siyonist devleti apartheid uygulamakla suçlayanların sayısı hızla arttı.
Kuruluşundan beri araştırmalarını “İşgal Altındaki Topraklar”la sınırlı tutan İsrailli insan hakları örgütü B’Tselem Ocak 2021’de bir rapor yayımladı. Raporda “Akdeniz ile Ürdün Nehri arasındaki alan tek bir ilke altında örgütlenmiştir: Bir grubun -Yahudilerin- diğer bir grup -Filistinliler- üzerindeki üstünlüğünü ilerletmek ve pekiştirmek. (…) Yahudi üstünlüğünü desteklemek için zamanla (…) birikmiş önlemler, yasama ve siyasi uygulamadaki yaygınlıkları, aldıkları kamuoyu ve yargı desteği – bütün bunlar, İsrail rejimini apartheid olarak yaftalamak için çıtanın aşıldığı sonucuna varmamızın temelini oluşturmaktadır” deniyordu.(11) “İsrail’de 1948’den beri apartheid suçlarının işlendiğini” savunan ve devletin birçok politikasını “insanlık dışı eylemler” kategorisinde değerlendiren bu ilk raporun ardından diğerleri sökün etti. Mart ayında Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu, Nisan’da İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch-HRW) benzer açıklamalarda bulundu. Ertesi yıl, Şubat 2022’de, Uluslararası Af Örgütü de “İsrail’in Filistinlilere Karşı Uyguladığı Apartheid” başlıklı bir rapor yayımladı. Rapor, hem İsrail içinde hem de işgal altındaki topraklarda yapılan ayrımcılığı ele alıyor ve, daha önce HRW’nin yaptığı gibi, UCM’nin apartheid suçunu da soruşturmasını öneriyordu.(12) Mart 2022’de, 60 kıdemli yargıç, avukat ve akademisyenden oluşan Uluslararası Hukukçular Komisyonu, “İsrail’deki ve İşgal Edilmiş Filistin Toprakları’ndaki yerli Filistinli nüfusa ve Filistinli mültecilere yönelik ırk ayrımı, zulüm ve apartheid yasalarını, politikalarını ve uygulamalarını şiddetle kınadığını” belirtti; v.s.
Ağustos 2021’de yapılan bir soruşturmaya göre Orta Doğu üzerine çalışan akademik uzmanların yüzde 65’i İsrail’i “apartheid benzeri tek devletli bir gerçeklik” olarak tanımlıyordu.
Ağustos 2023’te iki bini aşkın ABD’li, İsrailli, Yahudi ve Filistinli siyasetçi, akademisyen, tanınmış kişi tarafından imzalanan bir açık mektupta da İsrail’in “apartheid rejimi” uyguladığı ifade edildi. İmzacılar arasında İsrailli tarihçi Benny Morris, geçmişte Yahudi Ajansı’nın ve Knesset’in başkanlığı ile Cumhurbaşkanı vekilliğini de yapmış olan Avraham Burg ve İsrailli-Amerikalı Holokost uzmanı Ömer Bartov gibi isimler de vardı. Eski MOSSAD başkanı Tamir Pardo, eski Shin Bet başkanı Ami Ayalon, eski başsavcı Michael Ben-Yair, Kuzey Ordusu’nun eski kumandanı Amiram Levin v.s. de apartheid söylemine şu veya bu ölçüde destek verdiler.
Güney Afrikalılar ve diğerleri
Apartheid’ın ne olduğunu en iyi Güney Afrikalılar bilir. Şimdi iktidarda bulunan Afrika Ulusal Kongresi (ANC), koalisyon ortağı Güney Afrika Komünist Partisi, ülkenin Dışişleri Bakanı Naledi Pandor ve Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa İsrail’i apartheid devleti olmakla suçluyor. Nobel ödüllü piskopos Desmond Tutu, Farid Esack, Ronnie Kasrils, Winnie Madıkizela-Mandela, Arun Gandhi, Denis Goldberg gibi apartheid karşıtı mücadelenin önde gelen militanları da aynı suçlamayı yöneltmişti. ANC’nin kıdemli üyelerinden oluşan bir heyet 2008 yılında İsrail’i ve “İşgal Altındaki Topraklar”ı ziyaret ettikten sonra oradaki durumun “bazı açılardan apartheidden beter” olduğunu ifade etti. Ardından Güney Afrika İnsanî Bilimler Araştırma Konseyi de Siyonist devletin uygulamalarını uluslararası hukuk çerçevesinde inceleyen bir çalışma yaptırdı. 2009 Yılında tamamlanan ve 2012’de “İşgalin Ötesinde” (Beyond Occupation) adıyla yayımlanan bu rapora göre, “İşgal Altındaki Topraklar”da yapılanlar, Apartheid Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin apartheid tanımıyla neredeyse tamamen örtüşmekteydi. Mayıs 2018’de Gazze sınırındaki protestoların ardından ANC Filistinlilerin eylemlerini apartheid rejimine karşı kendi yürüttüğü mücadeleyle karşılaştıran bir bildiri yayımladı, İsrail ordusunu “Hitler ile aynı derecede zalim” olmakla suçladı, “Tüm Güney Afrikalılar ayağa kalkmalı ve İsrail’e müstehak olduğu gibi parya muamelesi yapmalıdır” dedi. Aynı dönemde Güney Afrika büyükelçisini süresiz olarak geri çekti. Yakın zamanda İsrail’e karşı soykırım suçlamasıyla UAD’de dava açan da Güney Afrika oldu.
İsrail’deki ve/veya “İşgal Edilmiş Topraklar”daki durumu “apartheid” olarak tanımlayan bir dizi devlet ve uluslararası kurum daha var. Arap Birliği ve İslam Ülkeleri Konferansı bunlardan ikisi. Bir diğeri Afrika Birliği Meclisi. Bu Meclis, Şubat 2022’de, Filistin Devleti’ndeki İsrail apartheid rejiminin ortadan kaldırılması için çağrıda bulunan, bu amaçla İsrail sömürge sisteminin ve yasa dışı yerleşimlerin boykot edilmesini öneren bir kararı kabul etti. “Birlik”in 2023’teki zirve toplantısında da aynı metin yenilendi, üye devletler “İsrail ile doğrudan ve dolaylı tüm ticari, bilimsel ve kültürel alışverişi sona erdirmeye” çağrıldı ve İsrail’e 2021’de tanınan gözlemci üye statüsü askıya alındı. Devletlerden bazılarının tutumu ise iktidara gelip giden partilere bağlı olarak zaman zaman değişikliğe uğrayabiliyor. Bununla birlikte, Afganistan, Bangladeş, Brunei, Komor Adaları, Cibuti, Endonezya, İran, Malezya, Maldivler, Mali, Nijer, Pakistan, Somali, Cezayir, Irak, Lübnan, Katar, Kuveyt, Libya, Moritanya, Suriye, Suudi Arabistan, Tunus, Umman, Yemen, Belize, Bolivya, Güney Afrika, Küba, Kuzey Kore, Namibya, Nikaragua, Venezuela Siyonist devletle diplomatik ilişkilerini kesmiş veya yeniden kesmiş durumda.
Uluslararası sözleşmeler ve İsrail
Apartheid, 1948-94 arasında Güney Afrika’da yürürlükte olan ırk ayrımcılığı düzeninin özgül adıydı. Bu düzene karşı yükselen çok yönlü mücadeleye paralel olarak, SSCB ile Gine Cumhuriyeti 1971’de BM’ye bir karar tasarısı sundu. “Apartheid Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İliskin Uluslararası Sözleşme”, o tasarı üzerinde yapılan tartışmalar ve bazı değişikliklerden sonra, 1973’te, BM Genel kurulunda kabul edildi ve 1976’da yürürlüğe girdi. Böylece apartheid de “insanlığa karşı suç”lardan biri olarak uluslararası hukukta yerini aldı. Ardından Cenevre Sözleşmesi’ne yapılan 1 Numaralı Ek Protokol ile savaş suçu da sayıldı. Sözleşmenin 2. maddesinde apartheid “Bir ırk grubuna mensup kişiler tarafından başka berhangi bir ırk grubuna mensup kişiler üzerinde tahakküm kurmak, sürdürmek ve onları sistematik olarak baskı altında tutmak amacıyla yapılan insanlık dışı eylemler” diye tanımlanmıştı.(13) Daha sonra bu tanım, Roma Statüsü’nün 7.2.h maddesi ile, “Bir ırk grubunun başka herhangi bir ırk grubu veya grupları üzerinde sistematik baskı ve tahakküm kurduğu kurumsallaşmış bir rejim bağlamında ve bu rejimi sürdürme niyetiyle işlenen 1. paragrafta belirtilenlere benzer nitelikteki insanlık dışı fiiller” diye genişletildi. Bu fiiller ise, cinayet, imha etme, köleleştirme, tehcir veya topluluğun zorla nakli, hapsetme veya fiziki özgürlükten şiddetle yoksun bırakma, işkence, tecavüz, cinsel kölelik, fuhuşa zorlama, zorla hamile bırakma veya kısırlaştırma, siyasi, ırksal, ulusal, etnik, kültürel, dini veya diğer gerekçelerle tanımlanabilir bir gruba zulmetme, zorla kaybetme v.b. şeklinde sıralanıyordu. “Statü” BM Genel Kurulu’nun bir UCM kurmak için yaptığı çağrı üzerine 1998’de Roma’da toplanan diplomatik konferansta kabul edilmiş ve 2002’de yürürlüğe girmişti.(14)
***
Güney Afrika’daki apartheid rejimi hem içeriden hem de dışarıdan mücadele ile 1994’te yıkıldı. ANC’nin örgütlediği kitle direnişleri ve silahlı eylemler kadar Namibyalı SWAPO ve Zimbabweli ZANU-ZAPU militanlarının Güney Afrika’ya karşı savaşmaları, Angola’daki on binlerce Kübalı askerin her türlü katkısı, “Sosyalist Sistem” ülkelerinin, “Bağlantısızlar”ın ve ulusal kurtuluş hareketlerinin maddi, siyasi ve diplomatik desteği, ilerici hükûmetlerin yanı sıra sivil toplum örgütlerinin de canla başla yürüttüğü ve emperyalist güçlere “pes” dedirten boykot kampanyası da bunda rol oynamıştı. Filistinliler İsrail apartheidine karşı bu araç ve imkanların çoğundan yoksun. Üstelik kapitalist merkezlerde güçlenen ırkçı-faşist partiler, geçmiştekilerden farklı olarak, şimdi Israil dostu ve Arap/müslüman düşmanı. Gene de Filistinlilerin eli boş değil. “Filistin Ulusal Otoritesi”nin varlığı ve, bütün zaafına rağmen, halihazırda 193 BM üyesinin 139’u tarafından “Filistin Devleti” olarak tanınması geçmişte Güney Afrikalıların sahip olmadığı bir avantaj. Sömürgeciliğin, askeri işgalin, ırk ayrımcılığının, apartheid ve soykırımın “insanlığa karşı suçlar”dan sayılıp cezalandırılmasını öngören uluslararası sözleşmeler de öyle. Gerçi BM, UAD ve UCM gibi kurumlar daha ziyade dünyadaki güçler dengesine bakar. Bu denge şimdilik İsrail’in ve onu destekleyen emperyalist devletlerin lehine. Ama kararlı, sürekli ve yığınsal mücadele ile az çok değişikliğe uğratılabilir. Nihayet Filistinlilerin de BDS (Boykot, Yatırımların Çekilmesi, Yaptırımlar) kampanyası var ki, henüz sarsıcı boyutlara ulaşmasa da, gitgide daha etkili oluyor.
İsrail, sağcı ve dinci Siyonistlerin hakimiyeti, Filistinlilerin elinde kalan son toprakları işgal ve ilhak edip kendilerini de dışarı atma yönelimi ile baltayı taşa vurdu, en güçlü olduğu sanılan zamanda kendi varlığını bile “ihtilaflı” duruma düşürdü. Şimdi dünya kamuoyunun gitgide genişleyen bir kesimi tarafından apartheid suçlusu olarak damgalanıyor. Mevcut yapısıyla bu damgadan kurtulması mümkün olmayacaktır.
_________________________________________________________________________
1. Burada Osmanlıca kullanımı ile, devletin hükümranlık alanı (İng: territory) anlamında.
2. https://embassies.gov.il/MFA/AboutIsrael/Maps/Pages/Israel-Size-and-Dimension.aspx
3. Bkz. https://www.pcbs.gov.ps/site/881/default.aspx
4. Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/West_Bank
5. https://www.un.org/unispal/document/human-rights-council-hears-that-700000-israeli-settlers-are-living-illegally-in-the-occupied-west-bank-meeting-summary-excerpts/
6. https://www.ochaopt.org/2023-movement
7. https://fr.wikipedia.org/wiki/Bantoustan Güney Afrika apartheid döneminde yerli halktan milyonlarca kişiyi kendi topraklarından çıkarıp Bantustan adını verdiği (ABD’deki kızılderili rezervasyonlarını andıran), ülke yüzölçümünün sadece yüzde 13’üne denk düşen 10 bölgeye hapsetmişti.
8. https://en.wikipedia.org/wiki/Israel_and_apartheid
9. https://www.btselem.org/separation_barrier ve https://en.wikipedia.org/wiki/Israeli_West_Bank_barrier
10. https://en.wikipedia.org/wiki/Gaza%E2%80%93Israel_barrier
11. https://www.btselem.org/publications/fulltext/202101_this_is_apartheid
12. https://www.amnesty.org/en/documents/mde15/5141/2022/en/
13. https://www.un.org/en/genocideprevention/documents/atrocity-crimes/Doc.10_International%20Convention%20on%20the%20Suppression%20and%20Punishment%20of%20the%20Crime%20of%20Apartheid.pdf Sözleşme 91 oyla kabul edilirken 26 devlet çekimser kalmış, sadece ABD, Güney Afrika, İngiltere ve Portekiz karşı oy kullanmıştı. Bir dizi devlet bu BM kararını ne imzalamış ne de daha sonra onaylamıştır. İmzalamayan ve onaylamayan devletlerden biri de Türkiye’dir.
14. https://www.icc-cpi.int/sites/default/files/RS-Eng.pdf Roma Statüsü 120 olumlu, 7 olumsuz ve 21 çekimser oyla kabul edilmişti. Red oyu veren yedi devletten üçü, kamuoyuna açıkladıkları üzere, Çin, İsrail ve ABD’dir. Türkiye bu statüyü de onaylamamıştır ve 46 üyeli Avrupa Konseyi içinde sözleşmeye taraf olmaya tek ülkedir.