Şurası belli: Sağcıların ilgisi, bilgisi, tepkisi, genellikle devlet politikasi ile uyumludur. Özellikle de İslamcı-Türkçü kesim Filistin davasını sahiplenirken hem dinci ve ırkçı (anti-semitik) temellere dayanır; hem de bu İsrail’le ve Siyonist Yahudilerle alışveriş ya da ortaklık yapmalarına engel olmaz. Nitekim RTE’nin Şimon Perez’e “one minute” çektiği sırada 2 milyar dolar civarında olan Türkiye-İsrail arasındaki ticaret hacmi şimdi 9 milyara çıkmış. Türkiye İsrail’e en fazla ihracat yapan ülkeler arasında üçüncülüğü Almanya ile paylaşıyor. “Şahsım” Netanyahu’yu “Gazze kasabı” diye suçlasa da günde ortalama yedi gemi ve ayrıca uçaklar İsrail’e malzeme taşıyor, Burak ve Erkam’ın gemileri de İsrail limanlarında yükleme-boşaltma yapıyordu.(1)
Türkiye solunda ise ağaçlara bakmaktan ormanı görememe hali Gazze saldırısının ilk günlerinde çok belirgindi. Kendini solcu sayan Kemalistlerin birçoğu, aynı zamanda Türk milliyetçisi ve Arap düşmanı oldukları için, Filistinlilere karşı “bizi ilgilendirmez”den “beter olsunlar”a uzanan bir tutum benimsedi. Sosyalistler arasında da Hamas’a ve/veya Erdoğan’a bakarak tereddütlü, hatta tepkili davrananlar çoktu. Bir kısım Kürt milliyetçisi ise, Arafat’ın Saddam’la ilişkilerini ve küçük bir Yahudi Kürt topluluğunun oradaki varlığını bahane edip İsrail’e hayırhahlık gösterdi. Bunların yanı sıra geniş solcu çevrelerde İsrail’in demokratik, laik, hatta sosyal bir devlet olduğu sanılıyor. Başka bir yanılsama da, özellikle Oslo anlaşmalarından sonra, bir İsrail bir de Filistin devletinin varolduğu şeklinde.
Soldaki, Aleviler ve Kürtler arasındaki çekimserliğin anlaşılır sebepleri var. Türkiye’de 1960’lardan beri anti-emperyalist, anti-faşist ve demokratik güçlerin mücadelesini şiddet ve silah kullanarak ezmeye çalışan, Malatya, Sivas (Alibaba), Maraş, Çorum, Madımak, Gazi katliamlarının faili olan Türkçü-İslamcı güruhların kışkırtıcı ve temsilcileri devlet gücünü elde tutuyor. Aynı zihniyet ve kadro, Kürt illerinde “hizb-ül kontra”nın özgürlük güçlerine, Suriye’de ve Irak’ta ise İŞİD’in Şengal ve Kobani’ye saldırmasını destekledi. Halen de Suriye’deki bütün İslamcı çeteleri korumaya, fırsat buldukça Rojava’ya saldırtmaya ve yerleştirmeye devam ediyor.
Fakat sebepleri ne olursa olsun, sosyalistler, Aleviler ve Kürtler arasındaki “tarafsızlığa” veya İsrail sempatisine hak vermek mümkün değil. Bu arkadaşlar Netanyahu’nun Erdoğan’a ne kadar atıp tutsa da onun Yahudi ikizi olduğunu, Yahudi aleminde de İslam ülkelerindeki selefiliğe benzer bir haredi akımı bulunduğunu, IŞİD veya Hüda-Par zihniyetli dindar Siyonistlerin İsrail’de hükûmete ortak olduğunu ya bilmiyor veya önemsemiyorlar. Ayrıca İsrail’in ABD emperyalizminin Orta Doğu’daki köprü başı ve gericiliğin kalelerinden biri olduğunu göz ardı ediyorlar. Çatışmada kimin haklı kimin haksız olduğuna aldırış etmiyorlar. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını savunurken bunu Filistin halkından esirgeme tutarsızlığının ise belki farkında bile değiller. Oysa asıl sorun Hamas ya da siyasal İslamdan ziyade İsrail’in kendisi; onun işgal, sömürgeleştirme, Yahudileştirme ve apartheid politikalarıdır.
Siyonizm, devlet ve yönetim
İsrail’in kurucu ve resmi ideolojisi Siyonizm milliyetçilikle dinciliğin harman edilmiş halidir. Kimi farklarına rağmen bizdeki “Türk-İslam sentezi”ne benzer. Siyonizm Yahudi inancına ve/veya kavmine mensup olanlara öncelik ve üstünlük tanır. Üç bin yıl kadar önce Davut ve Süleyman zamanındaki birleşik krallığın yayılma alanları ile Tevrat’ta adı geçen yerleri vaad edilmiş toprak sayar ve yeniden fethedilmesini meşru kabul eder.
Siyonizm siyasette pragmatiktir. Bu ideolojinin doğduğu Avrupa ülkelerinde Yahudiler hor görülen ve dışlanan bir topluluktu. Üstelik Siyonistler Yahudiler içinde hep azınlıkta kalmıştı. İsrail devleti kurulurken Filistin’deki Yahudi varlığı toplam nüfusun üçte birini geçmiyordu, hala da çoğunluk olabilmiş değil. Bütün bunlar ve dünyadaki güç dengeleri farklı Siyonist eğilimlerin çekişmeli birliğini zorunlu kılmıştır. O yüzden aralarında yobaz dindarlar ve Avrupaî laikler, muhafazakâr, liberal, merkez-solcu eğilimler de var. Tıpkı bizim Atatürkçüler arasında faşistlerin, merkez-sağcıların, kendini solcu ve hatta sosyalist sayanların bulunması gibi. Öte yandan İsrail içinde ve dışında, dini gerekçelerle siyonizme karşı çıkan ortodoksların yanı sıra, hümanist, eşitlikçi, enternasyonalist Yahudiler de çok. Keza bütün Siyonistler Yahudi değil; ABD’deki evanjelistler gibi siyonizmi destekleyen gerici, “haçlı” zihniyetine sahip Hristiyanlar da var.
İsrail’i ilk yarım yüzyıl boyunca laik Siyonistler yönetti. Bu siyasi kadro “vaad edilmiş topraklar”dan olabildiğince çoğunu fetih ve işgal etmekten, yeni gelen Yahudi göçmenleri oralara yerleştirmekten geri durmadı. Ama sömürgeci zulmü, hak, toprak ve mülk gaspını kendi vatandaşları için eşitlik ve demokrasi pekmezine bulayıp dünyaya yutturmayı da becerdi.
Sovyet sisteminin çöküşünden sonra devrimciliğin ve toplumsal mücadelelerin zayıflaması ile ırkçılık ve yobazlık her yerde zincirlerinden boşandı. Bu akım ve hareketler ABD ve öteki emperyalist merkezler tarafından da desteklendi. Sonuç olarak İsrail’in laik sağcıları, bizdeki Atatürkçü sağın yaptığı gibi, ırkçı-dinci kesimlerin önünü açtı, onları siyaset sınıfının makbul unsurları ve iktidarın parçası haline getirdi.
1996’dan beri İsrail’de siyasete damgasını vuran hacıyatmaz Netanyahu bu eğilimin başta gelen temsilcisidir. Son olarak 2022’de “Dindar Siyonizm” ittifakının üç partisi ve diğer iki aşırı sağcı-dinci parti ile koalisyon kurdu, haredi (ultra-ortodoks) partilere 14 bakanlık verdi. Söz konusu partiler yobaz, ırkçı, kadın ve lgbti+ ve Arap düşmanı. “İsrailli Araplar”ın vatandaşlıktan atılmasını, Batı Şeria ile Gazze’nin resmen ilhakını, Filistinlilerin tehcir edilmesini savunuyorlar. “Büyük İsrail” ülküsüne engel olarak gördükleri yargı kurumlarını zayıflatmak ve devletin dindar Yahudi karakterini güçlendirmek istiyorlar. Bakanlardan İtamar Ben Gvir bir faşist; 1994’te yasaklanan ve terör örgütleri listesine konan Kach partisinin eski üyesi; o yıl El Halil’deki Hz. İbrahim Camisi’nde cemaati tarayan, 29 Filistinliyi öldürüp 125’ini yaralayan Baruch Goldstein’ın resmini yakın zamana kadar salonuna asıyormuş; şiddete teşvik ve nefret söylemi suçlamasıyla sayısız soruşturma geçirmiş ve terör örgütünü desteklemekten mahkum edilmiş. Şimdi, Batı Şeria’daki birimler de dahil olmak üzere, “sınır polisi”ni ve yeni kurulan “Milli Muhafız” milisini o yönetiyor. Bir diğer faşist, Bezalel Smotrich, Maliye Bakanlığı’nın yanı sıra Savunma Bakanlığı’nın bir bölümünü devraldı ve fiilen Batı Şeria valisi oldu; oradaki planlama, altyapı, inşaat v.b. sivil hayatın bütün alanlarından sorumlu. Orit Strock, El Halil’den bir işgalci-yerleşimci kadın, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleri, vatanî hizmet, ön-askerlik akademileri, Yahudi kimliği ve kültürü gibi işlere bakıyor. Yitzhak Wasserlauf ise Nakab (Necef) ve El Halil (Hebron) Kalkındırma Bakanlığı’nı üstlendi.(2) Bu dördü, parça parça, aslında bir sömürge bakanlığının işlevlerini yerine getiriyor.
“İsrailli Araplar” ve demokrasi
İsrail-Filistin nüfusu toplam 15 milyon civarında. Kabaca yarısı Yahudi, yarısı Arap.
İsrail’in “kendi” nüfusu, Merkezi İstatistik Bürosu’nun Eylül ayı verilerine göre yaklaşık 9,8 milyon. Bunun 7,2 milyonu (yüzde 73) Yahudi, 2, 06 milyonu (yüzde 21) Arap 550 bini de (yüzde 6) diğer azınlıklara mensup imiş.(3) Yahudi veya Arap olmayan Ermeni, Asuri, Arami gibi yerli toplulukların yanı sıra Filipinli, Hindistanlı v.s. Hristiyan, Budist göçmenler de bulunuyor. Araplar arasında ise az sayıda Lübnanlı, Mısırlı ve Dürzi var.
İsrail’in kuruluşu ve 1948-49 savaşı ile el koyduğu topraklardaki 900 bin Filistinlinin 250 binden fazlası evlerinde kalmış, çatışmaların bitiminde geri dönmüş veya devlet sınırları içinde yer değiştirmiş. Filistinlilerin bu kesimi İsrail vatandaşı, kağıt üzerinde eşit hak sahibi, askerlik yapmak zorunda değiller, seçimlerde oy kullanıyorlar ve içlerinden bazıları milletvekili seçiliyor. Şu anda 120 üyeli Knesset içinde biri Dürzi 10 Arap vekil var. Bunların beşi sağcı-İslamcı Ra’am partisine mensup. Komünist-demokrat ittifakı Hadash/Ta’al listesinden seçilen beş solcu vekilin de biri Yahudi, gerisi Arap.(4) Diğer ilerici Arap partisi Balad ise barajı geçip meclise girme şansını az farkla kaybetmiş.
Siyonistler bu Arap vatandaş topluluğunu, milletvekillerini, hattâ geçmiste birilerinin bakanlık yapmış olmasını işaret ederek, İsrail’i “Orta Doğu’nun tek demokratik ülkesi” diye satıyorlar. Oysa Araplar çok belirgin bir şekilde kurumsal, yasal ve toplumsal ayrımcılığa maruz kalmakta. Meselâ cinayet kurbanlarının yüzde 70’i onlardan. Mahkemelerde Yahudilerden daha ağır cezalara çarptırılıyorlar. Askerlik yapmadıkları için, buna bağlı olarak verilen burs, konut, kredi, iş ve sosyal hizmetlerden yararlanamıyor veya daha az yararlanıyorlar. Arap ve Yahudi okulları çoğunlukla birbirinden ayrı. Filistinli çocuklar hemen her açıdan daha alt seviyede öğrenim görüyor. Eğitim Bakanlığı’nın özel yardım bütçesinden ihtiyaç sahibi Yahudi öğrencilerin aldığı destek aynı durumdaki Arap öğrencilere göre 4-7 kat fazla. Araplar arasında işsizlik oranı Yahudilerden çok daha yüksek, çalışanların gelir düzeyi ise daha düşük. Başka bir dine ya da kavme mensup olanlarla evlenmek resmen değil ama Yahudi fıkhı Halakha’ya göre yasak. İsrail’in Yahudi vatandaşları ezici bir çoğunlukla buna uyulmasından yana, yarıdan fazlası karma evliliği ihanet sayıyor, kimi illerde Yahudi kadınların Araplarla arkadaşlığını engellemek için devriye gezen erkekler bile varmış.
2018’de Netanyahu hükümetinin çıkardığı bir “temel yasa”(5) ile “İsrail toprakları Yahudi halkının tarihi ana yurdu”, İbranice devlet dili, Kudüs başkent ilan edildi; daha önce devletin resmi dillerinden biri olan Arapça “özel statü”ye, Filistinliler, Dürziler ve diğer topluluklar ikinci sınıf vatandaş konumuna indirgendi. Yasanın diğer bazı maddelerinde “İsrail Devleti, Yahudi halkının kendi kaderini tayin etme yönündeki doğal, kültürel, dini ve tarihi hakkını yerine getirdiği ulusal evidir. İsrail Devleti’nde kendi kaderini tayin hakkı sadece Yahudi halkına özgüdür. Devlet Yahudi göçüne ve sürgündekilerin toplanmasına açık olacaktır. Devlet, Yahudi yerleşiminin geliştirilmesini ulusal bir değer olarak görür; bu yerleşimin kurulmasını ve sağlamlaştırılmasını teşvik etmek ve desteklemek için harekete geçer”(6) deniyor
Bu yasa, solcular, liberaller, Arap temsilcileri, sivil toplum kuruluşları tarafından sert tepkilerle karşılandı. İsrail’in kuruluş öncesinden başlayarak Yahudilerle birlikte davranan, her zaman devlete sadık kalan, askerlik yapan ve kendilerinin “kılıç taburu” ile birçok savaşa katılan Dürziler de, acı bir dışlanma duygusu ile, bu kez protesto eden tarafta yer alıyordu. Yüksek Mahkeme’ye ilk itiraz dilekçesi eski ve yeni üç Dürzi vekil ile 100 ihtiyat subayını da kapsayan Dürzi Yetkililer Forumu ve diğer cemaat önderleri adına verildi.
Gelgelelim Yüksek Mahkeme, Temmuz 2021’de, yeni yasanın önceki temel yasalarla çelişmediğine ve devletin demokratik niteliğini ortadan kaldırmadığına karar verdi. Mahkeme başkanı da yasada belirtilenlerin “malûmu ilan” niteliğinde olduğunu söyledi. Böylece 21. yüzyıl Siyonizmi İsrail’de Yahudi olmayanların eşit vatandaş da olamayacağını açıkça ve resmen ilan etmiş oldu.
Toprakta devlet mülkiyeti ve yönetimi
İsrail’de “sosyal” hizmet ve yardım bütçelerinin çok büyük bir kısmı haredi Yahudilere, özellikle de Batı Şeria’daki yerleşimlere aktarılıyor. Yani esas olan eşit hak ve ihtiyaç sahipliği değil yandaşlık ve sömürgecilik. Dolayııyla “sosyal devlet”ten söz edilemez. Bunların dışında yanılsama yaratan iki unsur daha var. Birincisi toprak mülkiyeti ve yönetimi:
İsrail topraklarının yaklaşık yüzde 7’lik bir kısmı Arap ve Yahudi mülk sahiplerine, yüzde 13’ü Yahudi Ulusal Fonu’na(7), yüzde 80’i de devlete ait. Toplam arazinin yüzde 93’ten fazlası, Yahudi Ulusal Fonu’nun sahip oldukları da içinde, İsrail Toprak İdaresi tarafından yönetilir. Oradan alınan arazi aslında 49 yıllığına kiralanmış olmaktadır.
Bu uygulama ilk bakışta millileştirme veya kamulaştırma gibi görülebilir. Oysa gerçekte Filistin topraklarının silah zoruyla gasp edilip toplu Yahudi mülkü haline getirilmesinden başka bir şey değildir. Çünkü 1950 tarihli Gaipler Mülkiyet Yasası’na göre, 29 Kasım 1947-19 Mayıs 1948 arasında ülkeyi terk eden ya da 1 Eylül 1948’e kadar yurt dışında veya düşman güçlerin elindeki Filistin topraklarında bulunan bir Filistinli o zamana kadar sahip olduğu mülk üzerindeki tüm haklarını kaybetmiştir. Savaştan önce ve savaş sırasında evlerinden kovulan veya canlarını kurtarmak için kaçan, ancak yeni devletin sınırları içinde kalan Filistinliler, yani şu andaki “İsrailli Araplar” da “mevcut gaipler” olarak kabul edilmiştir. “Gaipler”in veya “mevcut gaipler”in mülklerini birkaç günden fazla terk etmeyi düşünmemiş ve buna mecbur kalmış olmaları bir şeyi değiştirmez. Özetle, devlet mülkiyetindeki araziler ve Yahudi Ulusal Fonu’na ait olanların önemli bir kısmı aslında Filistinlilerden gasp edilmiştir.
Dahası var: İsrail, Batı Şeria’yı ve Doğu Kudüs’ü işgal ettiği 1967 savaşının ardından, 1970 yılında, bir Hukuki ve İdari Düzenlemeler Yasası kabul eder. Buna göre, 1948-67 arası Ürdün egemenliği altında Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki mülklerini kaybeden Yahudiler onları geri alma hakkına sahiptir. Fakat aynı konumdaki Kudüs’ün Filistinli sakinleri (gaipler) ile “İsrailli Araplar” (mevcut gaipler) bu haktan yoksun bırakılmıştır. (8)
Aslında İsrail’in yaptığı “fetih hakkı”nı kullanmaktır. Uluslararası hukukun eski bir ilkesi olan fetih hakkı 20. yüzyılda geçer akçe olmaktan çıkmış ve 1945’te Birleşmiş Milletler sözleşmesinin hükümleri ile yasaklanıp tarihe gömülmüştü. Ne var ki varoluşunu bir BM kararına borçlu olan Siyonist devlet, önde gelen BM kurucularının da desteğiyle, onu uygulamaya koydu ve hala sürdürüyor.
Kibutzlar
İkincisi kollektivist yerleşimler: Bunlardan moşav her yerde bulunan cinsten, üyelerin özel mülk sahibi olup bazı işleri birlikte yaptığı ve imkanları paylaştığı bir köy kooperatifi. Orijinal olan ve daha çok rağbet gören ise kibutz. Kibutzlar bir yanıyla gerçekten de “sosyal” yapılardı. Temelleri 20. yüzyıl başlarında Rusya’daki zulümden kaçan Yahudiler tarafından atılmış, ilk örneği 1909’da kurulmuştu. Esas olarak tarımla uğraşan ve kendi ürettiklerini tüketen topluluk üyeleri, ücret karşılığı çalışmayı da, patron olmayı da reddediyordu. Mülkiyet ortaktı, yönetim doğrudan demokrasi uyarınca herkesin katıldığı haftalık toplantı kararları ile gerçekleşiyor, üretim imece usulü yapılıyor, gelir ihtiyaca göre paylaşılıyordu. Taşıma araçları, çamaşır makinesi, yemekhane, çocukların koğuşu v.b. her şey ortaklaşa kullanılıyordu.
Fakat “kibutz sosyalizmi” aynı zamanda siyonizmin bir bileşeniydi. “Saban ve silah taşıyan” Yahudi toplulukları, Gazze eteklerinde olduğu gibi, stratejik mevkilere bir savunma hattı kurmak üzere üslendi. Başlangıçta satın alınmış veya “sahipsiz” topraklara yerleşseler de zamanla Filistinlilerin işgal edilen mülklerine konmakta tereddüt etmediler. Sonradan İsrail ordusunun iskeletini oluşturan Haganah örgütünün 1930-40 yıllarındaki vurucu gücü onlardan devşirilmişti. Tarımın yanı sıra askeri eğitim, bazıları silah ve cephane üretimi de yapıyorlardı. En güçlü oldukları 1950’lerde bile İsrail nüfusunun yüzde 7’sini geçemediler ama 2000’li yıllara kadar orduya en çok subay sağlayan da onlardı. Kendi niyet ve iddialari ne olursa olsun, bir dönem işgal ve sömürgeciliğe incir yaprağı olarak hizmet ettiler.
Bu “ütopik sosyalizm adacıkları”, 1980’lerden itibaren devletin malî desteği kısması veya kesmesi ile, vahşi kapitalizm denizinde battı. Artık İsrail nüfusunun yüzde 1’den azını temsil ediyorlar. Halâ kollektivist nitelilerini korumaya çabalayan sadece 20 küsur kibutz var. Diğerleri ya iflas etti ya da düzene ayak uydurdu; sanayi üretimine, hizmet sektörüne, turizme açıldı. Önce Asyalı (Mizrahi) Yahudileri, Filistinlileri işçi olarak çalıştırmaya koyuldular. ardından Tayland, Çin, Filipinler, Romanya gibi ülkelerden ücretli köle getirdiler. Konutlar, eğitim ve sağlık özelleştirildi, çocuk yatakhaneleri kaldırıldı. Kibutz üyeleri içeride veya dışarıda ücretli çalışmaya yöneldi, kimisinde ise kollektif patron haline geldi. Birbirleriyle ve çalışanlarla aralarındaki eşitsizlik arttı ve sınıf farkları ortaya çıktı. Bu gidişatın bir parçası olarak gençler de oraları terketmeye başladı. Askerliğini yapanların yarıdan çoğu kibutzlara geri dönmüyor.(9)
***
Uzun lafın kısası, İsrail demokratik, laik ve sosyal bir devlet değil: Demokrasi, ne kadar varsa, Yahudiler için var; ki bu bile tam olarak doğru değil, çünkü Etiyopya’dan getirilen siyahi Yahudiler (Falaşalar) ve Asya Yahudileri de ayrımcılığa maruz kalıyor. Yahudi olmayanlar zaten eşit vatandaş sayılmıyor, dolayısıyla “demokrasi”den ancak kısmen yararlanabiliyorlar. Laiklik ilk yarım yüzyılda başat görünüyordu. Bugün de, ne kadar varsa, dindar olmayan, Museviliğin kurallarını hayat tarzı haline getirmeyen Yahudilerin (ve onlarla bir arada yaşayan Filistinlilerin) bulunduğu yerlerde var. Yoksa din ve devlet işleri hiçbir zaman resmen birbirinden ayrılmamış. “Sosyal devlet” ise eskiden, ne kadar varsa, Yahudiler için vardı. İsrail artık herkes için vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü bir azami sömürü diyarıdır. Bu yüzden kendi gençleri bile Avrupa’ya ve Amerika’ya kaçarken, ancak en geri ve yoksul ülkelerin Yahudileri ile kuru ekmeğe muhtaç işgücünü çekebiliyor.
———————————————————————————————–
1. Bkz. https://en.rattibha.com/metcihan ve https://www.youtube.com/watch?v=KOvleM2wPj0
2. Bkz. https://www.timesofisrael.com/whos-who-in-the-new-netanyahu-led-government/
4. Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_Arab_members_of_the_Knesset Dürzi vekil Hamad Amar, Yahudi vekil ise Ofer Kasif. Hadaş (Barış ve Eşitlik İçin Demokratik Cephe) bileşenlerinden İsrail Komünist Partisi’nin (Rakah) üyesi olan Kasif, Ekim ayında Netanyahu hükümetinin Gazze saldırısına karşı çıkmış, bu yüzden kendisine 45 gün Meclis’ten uzaklaştırma ve iki haftalık maaş kesme cezası verilmişti. Ocak 2024’te de, Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail aleyhine dava açmasını desteklediği için, milletvekilliğinin düşürülmesini talep eden bir dilekçe 85 Knesset üyesi tarafından ımzalandı ve komisyondan geçti. Genel kurul oylamasının ne zaman yapılacağı ise henüz belli değil.
5. İsrail’in anayasası yok. Onun yerine, değişik tarihlerde kabul edilmiş 14 “temel yasa” var. Bunlar ileride yapılması öngörülen ama 1950’den beri sürekli ertelenen anayasanın tamamlanmamış bölümleri sayılıyor. “Temel yasa”lar Knesset’in mutlak çoğunluğu tarafından çıkarılabiliyor; bazılarında değişiklik için de üçte iki çoğunluk şart koşuluyor.
6. https://www.timesofisrael.com/final-text-of-jewish-nation-state-bill-set-to-become-law/ ve https://en.wikipedia.org/wiki/Basic_Law:_Israel_as_the_Nation-State_of_the_Jewish_People
7. Yahudi Ulusal Fonu 1901’de 5. Siyonist Kongresi’nin kararıyla olusturulan bir özel kuruluş. O zamanki amacı Filistin’e Yahudi yerleşimi için bağış toplayarak toprak satın almak ve verimli hale getirmek. İsrail kurulduktan sonra da Filistinli “gaipler”e ait bazı toprakları devletten satın almaya devam etmiş. Bunlar arasında Batı Şeria’daki kimi yerleşimler de var. Elindeki toprakların yönetimini İsrail Toprak İdaresi’ne devretmiş ama kurumun gelmiş geçmiş müdürlerinin yarıya yakınını da kendisi belirlemiş.
8. Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Israeli_land_and_property_laws Geçerken belirtelim ki buna benzer yasalar Siyonistlerden önce başkaları, bu arada İttihatçılar ve Kemalistler tarafından da çıkarılmış ve uygulanmıştı. Daha Ermeni/Asuri soykırımı sürerken, 13 Eylül 1915’te kabul edilen “Emvâl-i Metruke”ye, yani terk edilmiş mal ve mülke ilişkin “Geçici El Koyma ve Kamulaştırma Kanunu”, 15 Nisan 1923’te (Lozan Anlaşmasından bile önce) çıkarılan “Terkedilmiş Mülkler Kanunu”, 1927’de vatandaşlığı kaybettirme ve 1928’de vatandaşlıktan atılanların mülklerine el koyma yasaları, 1942 tarihli “Varlık Vergisi” bunlardandır. Ayrıntıları merak edenler Taner Akçam ile Ümit Kurt’un “Kanunların Ruhu” (İletişim, 2012) adlı ortak çalışmasına başvurabilir .
9. Bkz. https://www.monde-diplomatique.fr/1995/08/KAPELIOUK/6559 ve https://en.wikipedia.org/wiki/Kibbutz