METİN KAYAOĞLU…
IŞİD’i lanetin önkoşulu olarak Haricileri lanetlemek
Marksizmin tazelenmiş bir ideolojik hegemonya mücadelesi vermesi gereken günlerdeyiz. İdeolojik, çünkü, Marksist politik akımların kısa sürede politika dolayımıyla hegemonya kuracağına ilişkin belirtiler görünmüyor. Ayrıca, Marksizm alanı, liberalizmin yeni ve yaygın bir istilasına uğramış bulunuyor. İstila, sadece yabancının rızamız hilafına alanımıza girmesiyle gerçekleşmiyor, kale kapılarımız içeriden de açılıyor ve liberal ideolojik güçler davet ediliyor.
Liberalizm bugün ılımlı ya da radikal biçimleriyle Marksizm alanında at oynatıyor. Marksistlerin, bir yandan liberalizmden ayrılıklarını güncelleşmiş biçimlerde kategorik olarak ortaya koymaları ve “içerideki” liberalizmi püskürtmeleri, öte yandan, genel olarak “İslam” adıyla anılabilecek “dışarıdaki” ideolojik bir alana da hegemonya akınları düzenlemesi zorunlu görünüyor.
Marksizmin ideolojik hegemonya mücadelesi, kaleye kapanarak öğreti oluşturmayla değil, liberalizme karşı dışlayıcı saldırgan ve İslama karşı kapsayıcı saldırgan bir tarzda yürütülmelidir. (Politik alanda ise, liberal ve İslami kesimlere ilişkin tam tersi bir işlem söz konusu olabilir.) Güvenli sandığımız kalemizden her halükarda çıkmamız gerekiyor.
Marksizmin ne olduğu, salt somut olaylarda değil, soyut meselelerde ve teorik konularda bile güncel bir sorunsal durumuna gelmiştir.
*
İçinde bulunduğumuz konjonktürde İslamiyetle ilgili görüşler ifade eden bir Marksistin karşılaşacağı üç temel mesele vardır.
̶ Bunlardan birini, İslamın “içi”ne Marksist olarak girme çabası oluşturmaktadır. İslam gibi ayrı, ve çoğu Marksist tarafından ancak dışarılık bir araştırmacı ilgiye layık görülen veya düşman kabul edilen bir ideolojik yapının “içi”ne ilişkin görüşler beyan edilecektir burada. Böyle olunca, “kolun kaptırılma” olasılığından kaygı duymak meşrudur.
Bu kaygıya karşı argüman şudur: Tarih, teori ve politikada Marksizme, Marksistlerin çoğundan daha büyük bir hegemonya ve mücadele alanı öngörüyoruz. Marksizm, bildiğimiz öteki birçok ideoloji ve din ile aynı “orta düzeyde” çekişecek bir ideoloji değil, onları bazı yönleriyle kapsayabilecek teorik ve politik kudrette bir yapıdır. Sadece, “işçi sınıfı” gibi tarihsel olarak saptanmış bazı insan topluluklarının değil, ezilenlerin karmaşık çoğunluğunun mücadelesini “feri değil asli olarak” üstlenecek bir niteliğe sahiptir. Üstelik, “işçi sınıfı”nın tarihsel karşılığıyla “ezilenler”in tarihsel karşılığının fiziksel ve ideolojik heterojenliği kategorik farklılık arz etmemektedir.
Marksizm gibi bütün ezilme ilişkilerini politikleştirmeye, eşdeyişle antagonistleştirmeye, devrimcileştirmeye uğraşan bir ideo-politik yapı için “işçi sınıfı” dar ve kısmi bir kapsamdır.
Bize göre Marksizm, bütünsel nitelik bakımından, ezilenlerin devrimci davasını üstelenebilecek nitelikteki son ve aşılma konusunda herhangi bir işaretin görülmediği büyük ideo-politik yapıdır –veya tercihe göre dindir. Ve bu anlayışa bağlı olarak, Marksizm, İslamiyetin ideolojik ve tarihsel olarak içine uzanabilir. Bunu, dar-Marksistlerin, hiç olmazsa, düşmanla ancak onun alanına girerek mücadele edilebileceği şeklinde anlamasını umuyoruz.
Öte yandan, İslamın bir “barış dini” olduğuna veya tümden “gerici bir ideoloji” olduğuna ilişkin “öz”sel görüşlerin hakim olduğu sol kamuoyunda, İslamın içine yönelik sözlerin vahametinin çok da mühim olmadığı savunulabilir.
̶ Muzaffer Kobane’de IŞİD’e karşı verilen devrimci mücadelede, Kürdistan Özgürlük Hareketinin yanında düşman karşısına çıkan ve kendilerini Marksist gördüklerinden kuşku duyulmayan Türkiyeli devrimcilerin pratiği, Marksizmin politik anlayışıyla tamamen örtüşen bir niteliğe sahiptir. Ancak bu devrimcilerin yaptıklarına ilişkin bilinçlerine baktığımızda, İslamcı karanlığa karşı savaşan Aydınlanma savaşçıları görüyoruz. Bu anlayışı esas alırsak, Marksizme Aydınlanma uygarlığının uç beyliği, Marksistlere de sınır savaşçılığı rolü düşmektedir. Oysa, Marksizm, varoluşunu Aydınlanmadan koparak oluşturmuştur.
̶ Son olarak, bir Marksist olarak İslamiyete dönük iç ilgi, Tayyip Erdoğan gibi bir düşmanla aynı dili konuşmakla itham edilebilir. Bunun önemli bir risk anlamına geldiği reddedilemez. Ancak, Tayyip Erdoğan’la nasıl zorunlu olarak aynı havayı soluyorsak, onunla aynı olduğu beyan edilmiş ideolojik havayı da kendi yordamımızla paylaşabiliriz.
Irak ve Şam İslam Devletinin, günümüzde Hariciliği temsil ettiği söyleniyor. Konjonktürün gerçekliğinde, imha edilmesi gereken tam bir düşman olan IŞİD’in tarihe nasıl havale olacağı başka bir işlemdir. Haricilerin ise, –aşağıda göstermeyi umduğumuz gibi– devrimcilik bakımından ayrıştırılmamış bir varoluşu söz konusu. Haricilik adıyla anılan akım, İslamda Peygamber’den sonra “devrimci” sıfatıyla anılan ekolün ana oluşturucularından biri olarak saptanıyor. Bir devrimcinin, böyle bir ayrımın konusu olan bir akımı önsel olarak reddi kabul edilemez.
Haricilere benzetilerek IŞİD’in daha ağır bir mahkûmiyete konu edilmesi amaçlanıyor. İslamın bir barış dini olduğunu dile getiren ve Müslüman olsun olmasın bugün “insanlık değerleri” safında yer alanların ortak tezlerinden birini bu oluşturuyor. Bir önemli istisnayla: Daha önce aynı şekilde damgalanan El Kaide, bugün IŞİD’i Harici olmakla itham ediyor.
IŞİD’in düşman olduğuna, ve her türlü yolla aşağılanması ve değersizleştirilmesinin gereğine kuşku yok. Ama bu oluşumun Haricilikle itham edilerek aşağılanacağı kuşku götürür bir argüman. Haricilik suçlaması, hiç hesap edilmeyen bir boyutuyla, IŞİD’i övücü veya İslamiyetin devrimci bir şekilde edinilmesinin olanaklarını tümden iptal edici bir rol oynayabilir!
IŞİD’in Haricilere benzerliğinin olgusal birtakım belirtileri sıralanıyor. Fakat, bu benzerliği ileri sürenlerin, olgusal belirtilere öngelen bir ortak kabulü var. IŞİD ve Hariciler, insanlığın ortak ve evrensel değerlerinin dışında bir hareket tarzına sahip onlara göre. Dolayısıyla, IŞİD’le Hariciler özdeşliği, düşürülmek istenen bir tuzaktır. Hariciler nezdinde reddedilmeye çekilen devrimciliktir. Bu tuzaktan politik ve ideolojik bakımdan uzak durmak zorunludur.
Şu halde, İslam tarihinde Haricilerin yer ve rolünü ele almak gerekiyor. Ama önce, İslam tarihinin başkaldırı ve devrim konusunda genel bir manzarası ortaya serilmeli.
Tarihi boyunca çeşitli politik kollara ayrılmış olan İslamın bütün belli başlı akımları şu veya bu ağırlıkta devrimci yönler veya yönelimler barındıran fraksiyonlar çıkarmıştır. İslamda, adı “ertelemek” fiilinden gelen, kötülükle uğraşı Allah’a havale etmeyi öğreti haline getiren Mürcie akımının bile devrimci ‘oğullar’ verdiği, ayaklanmalar tertiplediği görülür.
İslamda, başlangıcından bu yana toplumsal ve politik karşılıklarıyla yaşayagelen en büyük iki akımdan biri, İslam devlet hakimiyetiyle sıkı sıkıya bağlı olan ve İslam toplumlarının da büyük çoğunluğunun inandığı Sünniliktir. Genel olarak muhalefeti ise Şiiliğin temsil ettiği söylenebilir.
Bir egemenlik ideolojisi olarak şekillenmesinin “doğal” sonucu olarak Sünni öğreti, zalim imama, kötü yönetime itaati emreder ve başkaldırıyı ancak başarı garantisi koşullarında meşru görür. Bütün doktriner inşa ve oluşum tarihini egemen devletler gölgeliğinde semirerek geçiren Sünniliğin sünepe alimlerine göre, adaletsiz devletle fiilen uğraşma işi yine devletliye aittir ve devlet dışındaki oluşumlara sadece barışçı aydınlatma ve uyarma faaliyeti düşmektedir. Yani tarihsel ağırlığıyla İslam, hakikaten, ezene itaati öngören bir “barış dini” olarak tecelli etmiştir!
Her şeye rağmen, bir egemenlik ideolojisi olarak şekillenen Sünniliğin bile –ana akıma karşı birtakım kıpırtı ve sızlanmalar şeklinde olsa da– devrim anlayışıyla bağını tümden koparmayan yönelimler barındırdığı kaydedilmelidir.
Durum bu iken, Haricilerin IŞİD’in atası olup olmadığı, Sünniliğin ana öğretisinin oluşturucularının, bugünün “barış dini İslam”cılarının atası olduğu gerçeği karşısında ikincil önemde bir tartışmadır.
İslamın, devletli olamadığı için genel olarak muhalefeti temsil ettiği söylenebilecek Şii kolunun ana gövdesinin, başarıyı olanaksız görerek, pasifizmi seçmiş olduğu anlaşılıyor. Şiiliğin ana öğretisi de başkaldırıyı, –İran’da Velayet-i Fakih kurumu ile yenileyene kadar– “Beklenen Mehdi”nin geleceği yani başarının garanti olduğu zamana ertelemiştir. Fakat bu kolun, “Haşhaşilik” olarak bilinen Nizari İsmaililiği, Karmatilik ve “İmam, cübbeyi giyen değil kılıcı çeken kişidir” diyen Zeydiye gibi devrimciliği kesin olan akımları vardır. (Zeydiye, bugünlerde Yemen’de iktidarı sarsan ve yoksulluğa ilişkin talepleriyle dikkat çeken Husilerin de mensup olduğu kol.)
Hariciler, Peygamber’in ölümünden sonra Halife Ali zamanında doğduğu kabul edilen ve ardından, Emevi ve zayıflayarak Abbasiler döneminde sürekli biçimde ayaklanan bir İslami kola verilen addır.
Haricilerin, Halife Ali ile Muaviye arasındaki “Hakem olayı”ndan sonra ortaya çıktığı yaygın olarak kabul edilmesine rağmen, Kuran’ın bir araya getirilmesine varıncaya kadar, rivayetin pek bol olduğu İslam tarih yazımında, bu meselenin bile kesin olmadığı anlatılıyor.
Tarihi, ezilenlerin devrimci davası bakımından ele almayı öngören bir yaklaşımın ilgisiz kalamayacağı birtakım özellikler barındıran Haricilerin tarihsel kimliklendirmesi eksiktir. Ayrıca, Haricilerin tarihini bugünün ihtiyaçları bakımından özel bir edinime tabi tutarak tarihyazımı konusu yapmak da pekâlâ meşrudur.
*
Zaman içinde farklı görüşlere sahip çeşitli fraksiyonlara ayrılmış Haricilerle ilgili temel ayrım noktaları şu şekilde ifade ediliyor.
Silahlı isyan
Haricilerin dikkat çeken ilk özellikleri, sürekli isyana ilişkin öğretileridir. Onlara göre, 40 kişiyi bulan Müslümanlar kötü yönetime karşı silahla ayaklanmak zorundadır. “Ölünceye veya Allah’ın dini üstün gelip küfür ve zulüm sönünceye kadar” mücadele edilmelidir. Ayaklanma, sayı üçe ininceye kadar sürmelidir.
Bu özelliklerinden dolayı, devlet İslamcılarının geneli, “Müslüman çoğunluğun ittifak ettiği hak imama isyan eden herkesi” Harici kabul eder.
Pratiğin Müslümanı
Haricilere göre, tek başına iman yolu ile iyi Müslüman olunamaz. İyi Müslüman olmak için İslamiyetin hakimiyeti yolunda eylem, çoğu durumda cihat zorunludur. İnanmak yetmez, iman doğrultusunda davranmak gerekir. Onlara göre, “fiil, -başka bir anlama çekilemeyecek şekilde- tevil kabul etmez”.
Tekfir (kafir sayma)
Hariciler, İslama aykırı gördükleri eylem ve işlemlerin din dışına çıkarıcı niteliğine ilişkin, öteki İslam akımlarına göre dar bir çerçeve çiziyorlar. Öteki İslam kollarının basit kusur veya günahlar olarak değerlendirdiği birçok husus, onların nazarında dinden bilinçli olarak, bile isteye çıkmış sayılmaya, dolayısıyla öldürme sebebi olmaya yetiyor. Haricilerin önemli kısmının, zalim devlete isyan etmeyenin de İslamdan çıkacağını savunduğu kaydediliyor.
Tekfir görüşü, Haricilerin Müslüman topluluğu “biz ve onlar” şeklinde bölmek ve Müslüman iddialı devlete başkaldırı için tayin edici ideo-politik bir silah rolü oynamaktadır. Müslüman topluluğun bölünmesinin, çok sayıda örnekte, ezilenler arası yatay bir çatışma ortamı yarattığı anlatılıyor.
Halife seçimi ve azli
Haricilere göre, Müslümanların imam veya halifesinin, zamanın –Mutezile dışındaki– İslam kollarının tümüne aykırı olarak, Peygamber’in mensubu olduğu Kureyş kabilesine mensup olma zorunluluğu bulunmuyor. Haricilerin, halifenin Müslümanların ortak kararıyla seçilmesini şart koştukları kaydediliyor. Fakat Hariciler, bu kadarıyla da kalmıyor. Onlara göre, hata eden, suç işleyen, zulmeden halifenin, kolayca azledilebilmesi veya cezalandırılabilmesi için, Kureyş dışından, hatta Arap olmayan Müslümanlardan (“Mevaliler”) ve tercihen “zenci köle” kökenli olması gerekmektedir. Böylece, halifenin azlinin dinin gerekleri dışındaki, toplumsal, politik, kültürel etmenleri asgariye düşecektir.
Bedevilik ve cahillik
Haricilerin, daha çok göçebe Araplar olan Bedeviler arasından çıkmasının tesadüf olmadığı, çünkü tam da Bedevilerin kültürsüz ve derin felsefi meselelere aklı ermeyen kimseler olduğu, İslamiyetin uygarlık gereklerini yerine getirebilecek, karmaşık imparatorluk meselelerine akıl erdirebilecek yetkinlikten uzak olduğu vurgulanır. Bedevilerin (ve Berberilerin) neredeyse doğal bir ideolojileştirme eğilimiyle İslamiyeti ancak bu kadar ve bu şekliyle kavrayabileceği ve elbette kaybolup gitmeye mahkûm olacakları ileri sürülür.
*
Öğreti anlamında Haricilerin devrimci olduğu kesindir. Hariciliğin, İslamda “devrim ekolü”nün önde gelen bir temsilcisi olduğu görüşü yerindedir. Haricilerin tarihsel pratiğinin niteliği ancak bundan sonra ufka girecek bir husustur.
Hariciliğin bütün tarihi, dönemin İslamiyetini temsil eden Emevi ve Abbasi devletlerine karşı isyanla geçmiştir. Bu topluluğun, kendini tüketircesine, sürekli bir başkaldırı pratiğinde olduğuna kuşku bulunmuyor. Bu yönleriyle Hariciler, bazı yazarlarca Batılı devrimciliğin atası kabul edilir.
Haricilerin halifeye ilişkin görüşlerinin devlet –ve IŞİD– İslamının köküne kibrit suyu sıkan bir niteliğe sahip olduğu açıktır. Açık şiddet pratiği eşliğinde, halifenin bütün Müslümanlarca müştereken seçilmesi, istenildiğinde azledilmesi ve İslamın gerekleri dışında hiçbir bağ ve güce sahip olmaması gibi görüşlerin devrimci etkiler yaratacağını tahmin etmek zor değildir.
Hariciliğin, Bedevilerin doğal görüş ve ideolojisi olduğunun abartılı bir değerlendirme olduğu açıktır. Ancak Hariciliğin karmaşık toplumsal dokuya sahip şehir yaşamına uygun olmadığı, savaşçı bir ideoloji olduğu besbellidir. Sorun, bunun neden ret konusu olduğudur. Ezilenler, mücadelenin başarılı aşamalarından sonra, uygarlık inşa etme zorunluluğuyla karşı karşıya gelebilir. Ama ezilenlerin en donanımlılarının bile 20. yüzyılda başaramadığını, Hariciler gibi, gelişkin bir ezilenler dünya görüşü oluşturmuş olduğu çok kuşkulu bir akımdan nasıl bekleyebiliriz.
Hariciler, “İslam için savaşmayana Müslüman denmez!” demektedir. Müslümanlık için imanın yetmeyeceğine ilişkin Harici görüşünü, bugünün devrimcisine anlatmak için ek söze gerek olmadığı umulmaktadır.
Ezilen devrimcisi nitelikleri tartışmalı Haricilerin olduğu kadar, devrimcilik vasfı tartışmasız politik öznelerin de, “yanlış” ve “aşırı” fikir ve eylemleri söz konusu olabilir. Ancak, bu özneleri, yanlışlarına saplanıp kalarak nitelemek, devletliye ya da devletliye en geniş anlamda olsa bile teslim olmuş muhaliflere özgüdür. Haricileri devrimci bir bakış açısından eleştirmek veya reddetmek ancak bu tuzağı bertaraf ettikten sonra meşru olabilir.
Tekfir anlayışlarının sekterliğinin, Haricilerin enerjisinin önemli bir kısmının öteki ezilenlere yönelmesine neden olduğu anlaşılıyor. Hariciler, bu bakımdan, modern çağlarda çok görülen “solcu” ve sekter birtakım akımlar türünden bir eleştirinin konusu olabilir ancak. Bu bakımdan, “solcu” birçok akıma yönelik eleştiriyi Haricilere dönük eleştiriden kategorik olarak uzak tutacak önsel bir neden bulunmamaktadır. Bilindiği üzere, çağdaş tarih, birbirini yiyen devrimci örgütlerin varlığı bakımından hiç de fukara değildir. Ve yine çağdaş tarih, sırf bu yüzden devrim fikrinden cayan ve liberal uygarlığın sıcak kucağında “lehimci mühendislik” mücadelesi veren muhalif akımlar bakımından da pek zengindir.
*
Bugün, Kuran’ın savaşçı ve / veya devrimci ayetlerini, hayaletiyle de olsa varlığında yaşatan iki tarihsel akımdan biri “Haşhaşiler”se öteki Haricilerdir. (“Haşhaşi” yaftası, ölüme gözünü kırpmadan giden devrimcilere, devletli merkez ve muhalefet tarafından takılmıştır. Öyle ya, bir insan, bir dava uğruna canını ancak haşhaş yutarak kendinden geçtiği için hiçe sayabilir!)
Günümüzde küçük bazı İslam topluluklarında ve Umman’da sade inanç olarak varlığını korumakta olan Hariciliğin eylemci bir politik gelenek olarak öldüğü kabul edilmelidir. Haricilik, günümüzde, kabul edilen değil, atfedilen bir sıfat olarak “yaşıyor”. Hiçbir İslami özne Harici sıfatını üstlenmek istemiyor. Haricilik, devletli barışçı İslam ideolojinin kesif egemenliği ortamında, fikren mahkûm edilmiş bir niteliğe sahip görünüyor. İslam dünyasının ezici çoğunluğu El Kaide ve IŞİD’in Harici olduğunu ileri sürüyor. Genel damgalama zihniyetinin içinde olduğunu gösterircesine, El Kaide, reddettiği Haricilik suçlamasını IŞİD’e yöneltiyor. Aynı zihniyetin içindeki IŞİD de, nasıl ve neden Harici olmadığını anlatıp duruyor.
*
Sünni öğretinin Hariciliğe dönük eleştirisi, devrimci bir tarih anlayışı bakımından, değerlendirmeye değecek nitelikte olmaktan uzaktır. Bir egemenlik ideolojisi olarak biçimlenen Sünnilik, Hariciliğin temel argümanına temelden karşı çıkmaktadır. Ehli Sünnete göre, Hariciler silahlı başkaldırıyı esas aldığı için kategorik olarak ilgi dışındadır. Ana eğilimiyle Sünni öğreti böylece devletli niteliğini belirlemiş oluyor; öteki bütün eleştirileri doğru veya yerinde olsa ne yazar!
Devletli Sünni öğreti, bugün, İslamın savaş ve terörü reddeden bir barış dini olduğunda, devlete başkaldırının ve silahla dünyayı değiştirmeye çalışmanın vahşi doğası konusunda Batı uygarlığının “insanlık dini”nde büyük bağlaşığını bulmuştur.
“Barış dini İslam” anlayışı, ister İslamın içinden ister dışından gelsin, laik bir önermedir. İslamın içinden geliyorsa, iktidar mücadelesi verme iddiasından uzak durduğu için laiktir; İslamı kudretsiz bir alana çekmekte gönüllülük beyanıdır. İslamın dışından geliyorsa, İslamiyetin politik dava peşinde koşmaya hakkı olmadığını savunan bir muktedire aittir. Muktedir olmayan ama aynı görüşü savunanlar, ya birine ya ötekine iliştirilmiş önemsiz bir yeri doldurmaktadır.
“Barış dini İslam” tezi, İslamın ezilenler bakımından politika yapmayacağının garantisi beyanıdır. En esaslı laik anlayışın bu olduğu konusunda, İslamı gerici bir blok olarak gören dar-Aydınlanmacı solcular uyarılmalıdır.
Buna karşılık, “savaş dini İslam” anlayışı, El Kaide ve IŞİD’de politik yoğunlaşmasını bulan alanda dolanıp durmakta, ama El Kaide’nin elinde tükenen bir devrimcilik, IŞİD’in elinde yükselen bir karşı-devrimcilik olarak tezahür etmektedir.
*
IŞİD’in günümüzün Haricileri olduğu görüşüyle birlikte, genel olarak sol ve geniş Müslüman camia bir politika anlayışı vazediyor. Böylece, IŞİD’in aşırılığıyla birlikte, aslında devrimcilik de aynı torbaya konup atılıyor. Devrimcilik, yani Marksizmin kurucusu Engels’in, “Nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla dayattığı bir eylem”, Marksizmin katkılı sürdürücüsü Mao’nun, başarısının “namlunun ucunda” olduğunu söylediği devrim işiyle uğraşmak… Buna, liberal teorinin Hitler’i mahkûm etmeye ancak Stalin’i de katarak razı olması türünden bir benzer örnek verilebilir. Stalin’in bu şekilde reddi, Lenin’i, Marx’ı ve genel olarak devrim fikrini redde açılan kapıdır. Geriye, dişleri çekilmiş bir devrim aslanı kalmaktadır liberal radikalizmin eğlenmesi için.[1] Bu çatışık zorlamayı reddediyoruz.
IŞİD’in kesin reddiyle yetinilmiyor, bizden başka birtakım şeyleri de reddetmemiz isteniyor. “Barış dini olan gerçek İslam” yakıştırması gereği, reddiye, İslamın tarihsel ve teorik öğretisine de yansıtılıyor ve İslam tarihinin önemli bir kolu tümden kesiliyor. İslam, teorik ve tarihsel bir özelliğinden arındırılarak ediniliyor. İslamın meşruiyeti ancak bu şekilde sağlanacakmış gibi gösteriliyor. Gerçekte ve bütünlüklü olarak istenen, antropolojik nitelikte özgül bir evren algısının dayatılmasından başka bir şey değildir.
İşlemin faillerinin hiç olmazsa ilan edilmiş bilişsel beyanlarına aykırı olarak bunun tersi de geçerlidir… Bu kez, devrimciliğin önemsenmesi, zorunlu olarak Haricilerin önemsenmesine, ve atfedilen zorunlu bağı gereği, IŞİD’in olumlanmasına yol açıcı bir rol oynayacaktır. IŞİD’le Hariciler arasında görülen birtakım benzerliklerin, onların her ikisini de devrimci veya karşı-devrimci yapacağı bir tekli işlem söz konusu edilmek isteniyor. Bu çatışık zorlamayı da reddediyoruz.
IŞİD, Hariciler ve devrimcilik zinciri kırılmak zorundadır.
“İslam ancak insanların tamamı Allah’a teslim olduğunda barış dini olacak.”[2]
Bir IŞİD’çinin bir ayete bağlı kalarak ettiği bu sözü duyunca dehşetle ürperen bir solcudan, emin olabiliriz, ne devrim davasına ne de ezilenlerin kurtuluşu mücadelesine hayır gelir.
İslamın, başta Kuran olmak üzere, teorik ve tarihsel olarak devrimci nitelikler barındırdığı üzerine tartışılabilir, ama IŞİD’çinin sözünde, kuşkusuz savaşçı bir İslam anlayışı dile geliyor. İslamın öğretisel kaynaklarında devrimci bir boyut şu veya bu şekilde varsa, bu sözde aynı zamanda kuşkusuz, devrimci bir parola da yankılanmaktadır. Buna ilgisiz kalan, bu sözdeki devrimci –veya karşı-devrimci– “asabiyet”i (kollektif hareket enerjisini) özel bir dikkatle değerlendirmeyen birinin devrimcilik anlayışı sorgu konusudur.
Savaşçı İslam, El Kaide’nin kurucu ideologlarından Abdullah Azzam’ın şu sözlerinde çağdaş karşılığını bulmaktadır: “Kendisini mazur gösterecek herhangi bir illeti olmaksızın elinde tüfek bulunmadan Allahu Teala’ya kavuşan herkesin Allah’la günahkâr olarak karşılaşacağını görüyorum. (…) Ey davetçiler, sizler silahlarınızı omuzlamadıkça, Tağutların mülkünü, kafir ve zalimlerin mülkünü darmadağın etmedikçe, sizin hiçbir değeriniz yoktur.”[3]
*
“Barış dini İslam” görüşünün her durumda bir devlete ait olduğu ya da devletlerin egemenliğini eylemli olarak sorgulamayı öngörmeyen muhalif bir tutum anlamına geldiği tarihsel ve güncel bir gerçektir. Bugün savaşçı ve devrimci çağrıları olan bir din olarak İslam algısı, karşı-devrimci IŞİD ile devrimci inisiyatifini yitirerek bir hareket tarzı oluşturamayan El Kaide’ye kalmış görünmektedir.
El Kaide’nin inisiyatif kaybettiği bugün, IŞİD, İslamın devrimci dilini tekeline almaya giderek daha güçlü aday oluyor. Karşı-devrimci IŞİD, devrimci bir dili kendine kapatacak! Bu topraklarda devrimci faaliyet yürütenler açısından tehlikeli ideolojik ve kritik politik sonuçlar verecek olasılık budur.
İslamın, ezilenleri devletlere karşı ayaklanmaya çağıran devrimci diliyle etkin bir tarzda ilgilenmemenin ve bunun sonuçlarını yaratmamanın vebali genel olarak devrimciliğin üzerindedir. Öte yandan, devrimci bir dilden hakikaten yoksun olduğuna, “tipikleştirilmiş Budizm” örneği bir barış dini olduğuna kanaat getiriliyorsa, İslamiyeti olumlu değil, elbette ancak olumsuz bir nitelemeyle anmak meşru olacaktır. “Barış dini İslam”ın ne müttefik olarak hayrı dokunur kimseye, ne de hasım olarak… Egemenler böyle bir dinle kendi aralarında ve ezilenlere dönük operasyonlarında oynayıp dursunlar tepe tepe…
İslamın devrimci dilinin IŞİD’in elinde tarihe bir kez daha karşı-devrimci olarak nakşolmasına izin verilmemelidir. İslamiyetin devrimci olanak ve potansiyelleri düşmanlara armağan edilmemelidir.
Bunun için, ya İslamın içinden devrimci akımlar belirecek, ya da İslamın devrimci potansiyeli Marksizm gibi bir yapı tarafından edinilecektir.
El Kaide’nin IŞİD eleştirisi
IŞİD’i, İslamın savaşçı ya da devrimci dilini kullanarak eleştiren tek akımın El Kaide olduğunu izliyoruz. Bir “Harici” başka bir “Harici”yi eleştiriyor! Bu, öteki bütün eleştirilerden kategorik olarak farklıdır.
El Kaide kaynaklarına göre, IŞİD’in silahının baş düşman ve yerel düşman devletlere değil de öteki devletsiz topluluk ve ezilenlere yönelmesi ağır bir sorundur. El Kaide; Hıristiyan ve Şii topluluk ve tapınaklarının yanında, başta kendilerinin Suriye’deki temsilcisi Nusra Cephesi olmak üzere öteki Sünni gruplarının hedef alınmasını reddetmekte ve IŞİD’in bu yüzden Harici olduğunu ileri sürmektedir. El Kaide, eleştirel dilinde Ehli Sünnetin Hariciliği damgalamış zihniyetinden yola çıkmakta, fakat bizatihi savaşçı bir akım olduğundan eleştirideki kavramlar farklı bir anlama bürünmektedir.
Usame Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra El Kaide’nin liderliğine getirilen Eymen El Zevahiri, IŞİD’le anlayış farklarını çok açık koyuyor:
“Bizim menhecimiz (metodumuz) ‘Asrın Hubeli’ olan Amerika ile Haçlılar ve onların hain uşakları ile savaşmaya odaklanmak, ümmeti bunlara karşı toplamak ve söz konusu gruplarla cihada teşvik etmek ve yan mücadeleleri bırakmaktır.
“Bizim menhecimiz kan akıtma konusunda ihtiyatlı davranma ve haksız yere kan dökülme imkânı bulunan çarşı, pazar, camii, yaşamın sürdüğü mahalle vb. yerler hatta mücahid gruplar arasında yapılan operasyonlardan kaçınmaktır.”[4]
El Kaide kaynaklarına göre IŞİD, Haricilerin en büyük şerrini üstlendiği, kendisine muhalif olanları tekfir etmeyi seçtiği için günümüzün Haricisidir.[5]
El Kaide’nin önde gelen birçok figürü, ta Irak İslam Devleti zamanından beri IŞİD’le bağların koparılmasını savunuyor ve bu örgütün İslam adına sivillere ve öteki dinsel topluluklara saldırısını reddediyordu.[6]
El Kaide kaynakları, IŞİD’in de Hariciler gibi İslamın teorik derinliğini kavrama kapasitesinden yoksun kimseler tarafından yönetildiğini, bu dar görüşlülüğün İslamiyetin hakimiyet stratejisine aykırı olduğunu ve yetmeyeceğini savunmaktadır. (Kaide’nin önde gelen ideoloğu kabul edilen Ebu Katade, IŞİD’in resmi sözcüsü ilan edilen Adnani’yi “cahil Adnani” diye anıyor.)
IŞİD, kendilerine başta El Kaide’den yöneltilen Haricilik suçlamasını reddediyor. Mücadele yöntemi ve tekfircilik konusunda gayet zayıf olan bu reddiyede, IŞİD’in başlıca karşı-gerekçesini zengin saatli, “Halife İbrahim” sanlı Ebubekir El Bağdadi’nin Peygamber’e dayanan nesebi oluşturuyor. IŞİD, Hariciler ile Mutezile dışında, imamın Kureyşli olmasını şart koşmayan hiçbir İslam akımı olmadığını hatırlatıyor. IŞİD, Sünniliğin İmamın Kureyşli olması konusunda fikir birliği içinde olduğunu vurguluyor ve kendilerinin de bu konuda Ehli Sünnetin görüşlerine katıldığını, Halife İbrahim’in Peygamber’in soyundan olduğunu, halifeliğe bu yüzden de layık olduğunu savunuyor.
“İslam barış dinidir” argümanının değil içinde, yanında yöresinde bile bulunmak vahim bir tehlikedir. Bu tehlikeye, ya devletli ve demokrat Müslümanlar yoluyla, ya ılımlı Aydınlanmacı sosyalistler yoluyla, ya da liberal Batı uygarlığının devletli ve devlet-dışı kamuoyu yoluyla maruz kalıyoruz. Her durumda, artık adeta bir cephe niteliği kazanmış olan bu geniş yay, Marksizmin konjonktürel ideolojik inşası bakımından can alıcı bir ters uyarıcılık işlevi edinmiştir.
Sol dünya bakımından, ancak devrim denen tarihsel gerçeğin ve politik hedefin ne olduğunu belleğinden silmişlerin itibar edebileceği bir söz olabilir bu.
Bugün, Müslüman olsun olmasın, sosyalist ya da liberal büyük bir” insanlık âlemi”nin IŞİD’i bir barış ve uygarlık diliyle, İslamiyetin savaş anlamında cihadı dışlayan bir barış ve uygarlık dini olduğu görüşüyle reddedişini kesin bir dille reddetmek zorunludur. IŞİD’i bu şekilde eleştirmek gayri meşrudur. IŞİD’in bugün yegâne uygun eleştirisi sahada pratik olarak, Kürdistanlı savaşçılar tarafından silahlarla yapılmaktadır.
İslam tarihinde devrimcilik bakımından üzerinde durulacak çok önemli bir akım olan Haricilik, birtakım bahanelerle, IŞİD’e duyulan uygar tepkiye kurban edilmemelidir.
Haricilerin, bizatihi kendi amaçları bakımından da çok kötü ve başarısız uygulama örnekleri bulunabilir. Fakat buna rağmen, modern zamanların Haricisi olarak nitelemek, devrimci bir görüş açısından, IŞİD’e övgüdür…
Haricilerin ayrıştırılmamış tarihini IŞİD için toptan harcarken, aslında uygarlık meftunu olduğumuzu, tekelci soğuk şiddet ortamının güzide ve hassas barışçıları olduğumuzu, devletlerin tekelci şiddet gücünü veri kabul eden yeni-Sünniler olduğumuzu ifşa ve itiraf etmiş oluyoruz. İslama inanıp inanmamanın, Müslüman ya da sosyalist olmanın hiçbir önemi yok bu sırada; davranışlarımızla uygarlık devletinin Sünnileriyiz. Burada laiklikle Sünnilik arasında bir mesafe değil, giderek güçlenen bir örtüşme belirmektedir.
IŞİD’e karşı uygarlık solculuğu yapılırken yeni bir tür devletli Sünnilik inşa ediliyor. Sünniliğin devletli oluşum tarihi bundan başka bir şey değildi.
Uygar solculuktan, İslamı tümden uygarlığa dahil etme uğraşını bir yana bırakmasını, yeni bir devletli Sünniliğin doğuşuna yardımcı veya önayak olmaktan vazgeçmesini, İslamın devletli bir din olarak yenilenmesine karşı durmasını kimse beklemesin. Ancak bir barış dini olarak tecelli edecekse ve devrimci cihadı karşı-devrimcilerin inhisarına terk edilecekse, İslamın egemenlere bırakılması evladır.
[1] Bu türden liberalizmin nereye varacağının bir örneği için Ayşe Hür’ün yazısına bakın
[5] Ebu Katade El Filistini’nin konuşma metni
(Bu yazı 5 Ocak 2015 günü Teori ve Politika dergisinin internet sitesinde yayınlanmıştır)