ÇEVİRİ – Norveçli araştırmacı, yazar ve sendika danışmanı Asbjørn Wahl, Social Europe sitesinde kaleme aldığı makalede işçi sınıfındaki aşırı sağ ve gerici partilere yönelişin nedenlerini sorguladı. Makalede bu yönelişte Sol partilerin ve sendikaların sorumluluğu ve kapitalizmin krizinin etkileri irdeleniyor. (Çeviri: SiyasiHaber)
Batı’da işçi sınıfının büyük bölümü sağ popülist, demagog ve faşist partiler ve liderlerin etrafında toplanıyor. Gerici ve faşist partilere oy veriyorlar. İngiltere’de Brexit lehine oy kullandılar, ABD’de Trump’a oy verdiler ve Avrupa’nın en yüksek nüfuslu ülkelerinde aşırı sağ partilerin arkasında büyük bir kitlesel destek oluşturuyorlar.
İşçi sınıfının geleneksel olarak Sola oy vermesi beklenir. Dolayısıyla bu durum uzmanlar, eleştirmenler ve özellikle işçi hareketinin içinden gelen ana akım politikacılarda huzursuzluğa, güvensizliğe ve kafa karışıklığına neden oluyor. Aşırı sağa yönelenlere yönelik ahlaki eleştiriler fazlasıyla yapılıyor. Ancak bu kaymanın mevcut toplumsal düzene yönelik bir itirazın dışavurumu olabileceğini dile getirenlerin sayısında da bir artış görülüyor. Bu görüşü savunanlara göre herkes küreselleşmenin başarı hikayesinden eşit şekilde faydalanamadı.
Solda birçok politikacı ve aktivist kendilerini bu yeni politik alanda konumlandırmakta zorlandı. Aralarından, aslında İngiltere’nin otoriter ve neoliberal AB’den ayrılmasını savunduklarını, ancak “Brexit’çilerin arasındaki faşistlerin ve göçmen karşıtlarının değirmenine su taşımamak için” AB’de kalma yönünde oy verdiklerini söyleyenler oldu. Bu şekilde AB’nin anti-sosyal ve anti-sendikal politikalarına karşı çıkma işini aşırı sağa bıraktılar.
Solun bir şekilde kendi rolüne ve politikalarına yönelik daha özeleştirel bir bakış getirmesi daha önemli ve faydalı olabilirdi. Sol partiler Solun tabanını oluşturan, toplumun en güçsüz ve yoksul kesimlerinin çıkarlarını savunma konusunda güvenilir bir araç olarak görülmedi ve Sol, tabanını elinde tutma konusunda başarısız mı oldu? Belki de sınıf siyasetinden çok daha fazla kimlik siyaseti yürüttüler. Hatta Solun sosyal analizleri mevcut ekonomik ve politik oyunu çözmekte başarısız olmuş olabilir mi?
Solda durumun ciddiyeti üzerinde büyük oranda bir uzlaşma var. Avrupa’da sendikalaşma oranı son 30 yılda neredeyse yarı yarıya düştü, işçi hakları, iş kanunları ve sözleşmeler sistematik olarak geriletildi ve/veya tamamen yok edildi. Avrupa genelindeki durum Norveç’ten daha kötü ancak bu, Norveç’in bu gelişmelerden etkilenmediği anlamına gelmiyor. Norveç kuşkusuz hala küresel refah gemisinin üst güvertesinde; ancak veriler üzerinde olduğumuz geminin Titanic olduğunu gösteriyor.
Özetle, örgütlenme ve yönetim modellerindeki Amerikanlaşmanın da etkisiyle toplumdaki eşitsizlikler burada da artıyor ve işyerlerindeki ilişkiler daha da otoriterleşiyor. En alt basamaktaki işçilerin ücret artışı durmuş durumda.
Aynı zamanda, diğer etkenlerin yanı sıra, taşeronlaşma ve geçici istihdam bürolarının kullanımındaki artışla sorumluluklarından kaçan saldırgan ve agresif işverenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor, sendikalar zayıflatılıyor. Dahası, AB/EEA’nın ve ilgili mahkemelerinin anti-sendikal politikaları işverene yarıyor. Emek piyasasının pek çok alanında, çalışmanın içi boşaltılıyor. İşler bölünüyor ve standardize ediliyor, işçiler sürekli gözetim ve denetim altında tutuluyor ve iş yoğunluğu gittikçe artıyor.
Buna ek olarak, “refah toplumundan çalışan topluma geçiş” politikaları; ahlakçılık, şüphe ve bireylere uygulanan acımasız bir yaptırım rejimi ile birlikte örgütsel yapılardan ve güç ilişkilerinden bireyselleşmeye doğru yaşanan kaymaya ciddi bir katkı sağlıyor.
Elbette bu gelişmelerin temelinde ekonomik kriz var. Kapitalizm 1930’ların Büyük Buhranından bu yana en derin krizini yaşıyor ve sermaye sahipleri kârlılığı yeniden sağlamak için bir strateji değişikliğine gittiler. Kriz karşısındaki politik/ideolojik tepkileri neoliberalizm oldu ancak henüz kapitalizmin iç çelişkilerini bu şekilde aşabileceklerini gösteren hiçbir şey yok. Şunu da belirtmek gerekiyor ki; neoliberalizm ve denetimsiz finansal spekülasyonlar da krizin nedeni değil sonucu. Pek çoklarının bir gerçeklik olarak var olduğunu ve sendikaların da uyum sağlaması gerektiğini iddia ettiği küreselleşme de sermayenin stratejilerinin ve krizi aşmak için yaptığı saldırıların sonucundan başka bir şey değil.
Bu politikaların Avrupa’da refah devletini ve sendikaları bitirmeyi amaçladığı artık daha açık bir şekilde görülebiliyor. AB kurumlarının liderliğinde yapılan tam olarak bu. Dünya çapında milyonlarca işçinin küreselleşme sürecinin “kaybedenleri” olması şaşırtıcı olmasa gerek. Eninde sonunda güvensizlik, öfke ve kör bir isyanla buna karşı çıkacak olmalarına da şaşırılmamalı. Sol siyasi partilerin bu kriz ve kapitalist güçlerin saldırıları karşısında analiz yapamadığı, politikalar ve stratejiler geliştiremediği göz önüne alındığında işçi sınıfının bir bölümünün aşırı sağın anti-elitist ve düzen karşıtı söylemlerinden etkilenmesi anlaşılabilir bir durum.
Bunu anlamak, bırakın desteklemeyi durumu kabul etmek anlamına dahi gelmez. Soldan bazı insanların yeni aşırı sağ partilerin birçoğunun işçi dostu görünen politikalarına kanması ve hatta onlarla ittifak yapmak istemesi bu nedenle tehlikelidir. Aşırı sağın “toplumdaki küçük adama” çıkarları için yaklaşması yeni bir şey değil. 1930’larda faşizmin ortaya çıkışında da böyle olmuştur. Şimdiki gibi o zaman da, sayıları çok olmasa da, “nasyonal sosyalizmin” sosyalizmin tam zıttı bir ideoloji değil de farklı bir biçimi olduğu gibi kör bir inançla taraf değiştiren Solcular olmuştu. Ancak tarih bunun doğru olmadığını gösterdi.
Asıl anlamamız gereken aşırı sağ anti-elitist retoriğin toplumun en çok sömürülen ve en güçsüz kesimlerine neden cazip geldiğidir. Ve bunu anlamaya çalışırken işyerlerindeki güç ilişkilerinin nasıl işveren lehine kaydığını, iş yaşamında acımasızlığın ve geniş işçi kesimlerindeki güvensizliğin nasıl arttığını akılda tutmamız gerekir. Bu aynı zamanda bu zorluklara cevap verecek olan çıkar temelli politikalar geliştirmemizde de belirleyici olacaktır.
Gerçek şu ki; işçilerin sömürülmesi, güçsüzleşmesi ve ikinci plana atılması kamusal tartışmalarda fazla yer bulamıyor. İşçi partileri eski tabanları ile bağlarını tamamen koparmış durumda. Gittikçe acımasızlaşan emek piyasasındaki rahatsızlığı ele alıp politikleştirmek ve örgütlü bir hak mücadelesine dönüştürmek gerekirken orta sınıfa hitap eden Sol partiler ahlak dersi verip küçümsemekten fazlasını yapmıyor. Böylece büyük işçi kesimlerini, bu rahatsızlığı körükleyen ve insanların öfkesini sorunların gerçek kaynağına değil toplumun diğer kesimlerine (göçmenler, Müslümanlar, eşcinseller, farklı renkten olan insanlar gibi) yöneltmek için ellerinden geleni yapan aşırı sağ partilerin kollarına atıyorlar.
Eğer Sol, kapitalizme ve kapitalizmin iş yaşamında yarattığı krize karşı mücadeleye sıkı sıkıya sarılamazsa işçi sınıfını kazanamayacaktır. Eğer Norveç’te bunu yaşamak istemiyorsak, emek ve sermaye arasındaki bu işbirliği modeli, sendikaların ve işçi hareketinin büyük bölümü tarafından “her iki tarafın da yararına” olan bir olgu gibi işyerlerinde ve toplumda gelişen güç ilişkilerinden tamamen ayrıştırılarak yüceltilirken, hiçbir şey olmamış gibi “Nordik Modeli”ni savunmayı bırakmamız gerekiyor. Bu işbirliği modeli artık daha akılcı görünüyor ve gittikçe daha fazla işçinin farkına varmakta zorlandığı bir ortak çıkarlar retoriği ile çevrelenmiş durumda.
Eğer sosyal diyalog ve üçlü işbirliği mevcut durumda “her iki tarafın da” çıkarlarını koruyorsa, işverenlerin oteller, restoranlar, mağazalar ve temizlik işleri gibi sendikaların zayıf olduğu alanlarda işçilerle iyi ilişkiler kurmasını beklememiz gerekmez mi? Ama bunun tam tersi oluyor. Sosyal ortaklık ideolojisi sendikal hareketin ve işçi hareketinin apolitikleşmesine ve radikallikten uzaklaşmasına neden olurken işverenler daha önce sınıfsal uzlaşma ruhuyla kabul ettikleri iş kanunlarına ve sözleşmelere gitgide daha fazla saldırıyorlar.
Özetle, iş yaşamındaki dengede emekten sermayeye, sendikalar ve demokratik örgütlerden çokuluslu şirketlere ve finans kurumlarına doğru ciddi bir kayma oldu. Son onyıllarda kapitalist çıkarlar uluslararası parasal işbirliği, sermaye denetimleri ve diğer piyasa düzenlemeleri gibi refah devletini ve Nordik Modeli’ni mümkün kılan düzenlemeleri ortadan kaldırmayı başardı. Bu durumda sosyal ortaklık ideolojisi sendikaların ve siyasi mücadelenin önünde bir engel haline geldi.
Bugün Solun en zorlu görevi mevcut durum karşısında direnişi örgütlemektir. Ancak bu şekilde sağ popülizm ve radikalizm geri püskürtülebilir. Sömürünün son bulduğu ve sosyal kalkınmada insanların ihtiyaçlarının ön planda tutulduğu, kaynakların adil dağıtıldığı bir toplum düzeni vadeden bir vizyon geliştirmeliyiz. Aksi halde üçlü işbirliğinin aleyhinde geliştirilen içeriksiz söylemler, protestolar ve itirazlar yeterli olmayacaktır. Bu bir ekonomik ve politik güç meselesidir. Sendikaların geçen yüzyılın başlarındaki gücüne ve etkisine kavuştuğu bir kitlesel sosyal mobilizasyon yaratmak gerekir. Buna hazır mıyız?
Çeviri: SiyasiHaber
Kaynak: https://www.socialeurope.eu/2017/03/reactionary-working-class/