SEÇTİKLERİMİZ – Bülent FORTA, Birgün Pazar için yazdı: Özgürlük tarihsel deneyimlerden gerekli dersler çıkartan bütün ezilme biçimlerinin özgünlüklerini yok etmeden sözcüsü olan bir sosyalizm anlayışının üzerinden yükselebilir.
Kapitalizmin tarihi aynı zamanda bir toplumsal mücadeleler tarihidir de. Marks, Komünist Manifesto’nun girişinde “Avrupa’da bir heyula kol geziyor; Komünizm heyulası” derken 1800’lü yılların ortalarında başlayıp 1848 ayaklanmaları uğrağından geçen ve 1871’de Paris Komünü'yle taçlanan bir işçi sınıfı mücadelesinin altını çiziyordu.
Kapitalizm feodalizmin yıkarken oynadığı devrimci rolünden vazgeçmiş kendi “mezar kazıcısı” olarak yarattığı proletaryanın kaderini ele almak için giriştiği isyanları bastırmayı görev edinmişti. Avrupa neredeyse bir asır boyunca işçi ayaklanmaları, devrimler ve karşı devrimlerle sarsıldı.
1789 Fransız burjuva devrimiyle başlayan devrimler çağı sonuçta tarihin ilk işçi devrimi olarak gündeme gelen 1871 Paris Komünü'nün yenilgisiyle kapandı.
Komünarların kahramanca direnişinin hunharca bastırılması bu son derece kısa deneyimden önemli dersler çıkartılmasını engelleyemedi.
İşçi hareketi içinde ortaya çıkan çeşitli fikirlerin tartışıldığı farklı örgütlenme biçimlerinin gündeme geldiği bu dönemde işçi hareketine esas olarak Marks ve Engels’in fikirleri damgasını vurdu.
Kapitalizmin tekelci bir aşamaya geçerek gerici bir yönelime girmesine ve emperyalizme karşı işçi sınıfının yanıtı yine devrim oldu. Almanya’da Spartaküs ayaklanmasının başaramadığını 1917 Ekim devrimi başardı ve proleter devrimlerinin kapısı bir kez daha aralandı.
Devrimin beklenenin aksine en gelişmiş kapitalist ülkede değil de zincirin zayıf halkasında yani Rusya’da gerçekleşmesi Marks’ın teorisine devrimci bir katkı sağlayan Lenin’in düşüncelerinin de işçi sınıfı hareketi içinde güç kazanmasına yol açtı.
Birinci büyük savaş koşullarında kendi burjuvazilerini destekleyerek sosyal şoven bir tutum takınan işçi partileriyle Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin enternasyonalist tavrı arasındaki açı giderek büyüdü.
Çarlık düzeninin yıkılışı sonucunda bir işçi devletinin kuruluşu emperyalizme karşı yeni ittifakları zorunlu kıldı. Yeni kurulan sosyalist ülke emperyalist kuşatma altında kendine müttefik olarak bütün dünya işçi hareketlerinin yanı sıra emperyalizme karşı kurtuluş savaşı veren ezilen halk hareketlerini seçti.
Kapitalizmin şafağında ortaya çıkan ulusların, kendi ulusal devletlerini kurmak için önlerindeki en önemli engel emperyalist boyunduruktu. Böylece Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı bağlantısıyla kendi teorisine eklemlediği ulus sorunu emperyalizme darbe vuran ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesi olarak hayata geçti.
Elbette kapitalist düzene karşı gündeme gelen toplumsal mücadeleler sadece sınıfsal temelde gelişmedi. Sömürgeciliğe karşı yürütülen ulusal kurtuluş mücadeleleri, oy hakkının elde edilmesinden eşitlik taleplerine uzanan kadın kurtuluş hareketleri, ırkçılığa karşı yürütülen mücadeleler ve çevre hareketleri ilk akla gelenler arasında sayılabilir.
Kapitalist düzenin sınıfsal sömürüye ve eşitsizliklere eklemleyerek yeniden ürettiği kadın sorunu, ulus sorunu, ırk sorunu, çevre sorunu gibi sorun yumakları çok katlı egemenlik biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Kendine özgü yanlarıyla bütünüyle sınıfsal çelişkilere indirgenemeyecek bu ezilme biçimleri özgül mücadele alanları yarattı.
Bir çoğu düzen içi sınırları aşmayı düşlese de bu mücadele alanlarının kendi iç bölünmeleri farklı talepler etrafında toplanmalarının yarattığı çok parçalı görüntü sonuçta düzen içi sınırlarda kalmalarına yol açtı.
Kuşkusuz sosyalist hareketlerin kadın hareketi, çevre hareketleri, ulusal hareketler gibi konularda indirgemeci yaklaşımları da bu hareketlerin kendi özgün taleplerini kapitalizm içinde çözmek istemelerini etkileyen bir faktör oldu.
Yeni toplumsal hareketler ile işçi hareketi arasındaki ilişkiler tarih boyunca gelgitler yaşayan bir süreç olarak gelişti. İşçi hareketinin yükseldiği dönemlerde işçi hareketinin kıyısında kendilerine yer bulan hareketler işçi hareketinin gerileme dönemlerinde ise kendilerine daha özerk bir hareket alanı buldular.
Aynen işçi hareketinde olduğu gibi toplumsal hareketler de tarihsel olarak değişim göstermiş dönemin egemen ideolojilerinden yakın olarak etkilenmişlerdir.
Kuşkusuz bu etkilenim tarihsel olarak çeşitli kırılma anlarından geçmiştir. Yakın tarihin en temel üç kırılma noktasını ikinci büyük savaş sonrasında gündeme gelen “soğuk savaş” yılları. Kapitalizmin yığınsal olarak sorgulandığı; etkisini kapitalist merkezlerden geri bıraktırılmış ülkelere; sömürgelerden Macaristan ve Çekoslovakya gibi “sosyalist” ülkelere uzanan geniş bir yelpazede gösteren 68 dalgası ve Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra kendilerini sosyalist olarak adlandıran ülkelerdeki rejimlerin ardı ardına yıkılmasından sonra dünya planında etkin hale gelen küreselleşme dönemi.
Bu üç temel kırılma anı kendi tarihsel ve konjonktürel koşulları tarafından şekillenen toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına ya da var olanların yeni biçimler almasına yol açmış durumdadır.
Belki de son bir tarihsel dönem olarak Arap Baharı, Occupy hareketleri, Gezi İsyani gibi güncel sayılabilecek kesikli toplumsal dalgayı da hesaba katmak gerekebilir.
Soğuk savaş yılları esas olarak faşizmin yenilgisinden sonra savaşın galipleri olarak tarih sahnesinde yer alan emperyalist-kapitalist blokla sosyalist blok arasında iki kutuplu bir dünya olarak şekillendi. Bu dönemde bütün toplumsal hareketler esas olarak bu iki bloklu dünya tablosu içinde kendilerine yer buldular…
…Bülent HORTA'nın Birgün Pazar'da yayınlanan yazısının tamamı için TIKLAYIN