Murat UTKUCU yazdı – Arda Nehri’ne atlayan genç kızı kurtarmak mümkündü. Süavi’nin şarkısında aşkını kaybeden Ali’yi de. Çünkü intihar, eylem coşkusu zirvede mütemadiyen hissedilebilecek bir duygu değildir. (…) O yüzden intihar istisna, yaşamak aslolandır. Umut, aslolan, keder istisnadır.
PROLOG
Marx ve Peuchet’e dair bir iki cümle
Aşağıdaki yazı, Sonbahar’da ard arda yaşanan ve infiale sebep olan seri “toplu intiharlar” üzerine yılın son ayı kaleme alındı. Ancak yayımlanmadı. Tam yayına verilecek iken Profesör Yüksel Akkaya, Marx’ın İntihar Üzerine adıyla kitaplaştırılmış harika çalışmasını bana gönderdi. Marx’ın Fransız Polis Şefi ve Bürokratı Jacques Peuchet’in anılarını alıntılayıp yorumladığı notları ve bu notlar üzerine yazılmış makalelerden oluşan İntihar Üzerine adlı kitabı.(24) Bana “Çalışman bu kitaptan bahsetmediği zaman eksik kalacak! Bunu yapmalısın!” dedi.
Sevgili Yüksel Akkaya’nın dileğini yerine getiremediğim için mahcubum ve kendisine beni bu kitap ile tanıştırdığı için de ayrıca müteşekkir! O kitabı satır satır okudum. Hatta paragrafları bazen ellerimle severek. Lakin makaleye yediremedim ve ekleyemedim. Yazık ki bu manada eksik kaldı yazı. Bu eksikliği gidermek için prolog olarak bir iki satır yazmak istedim.
Jacques Peuchet, Paris Polis şefiydi. Ama o aynı zamanda bir entelektüeldi. Daha da önemlisi insanı; ama canlı, somut, acı çeken, gülen, yaşayan insanı hisseden, önemseyen biriydi. İnsandaki kötülük ve iyiliği derinlik ve sığlığı bilen biri. Polis şefi iken yaşadıklarını “Polis Arşivlerinden Anılar”(25) adlı kitabında toplayacaktı sonra. Yazdıkları sahiden bir polis şefine üstelik bir Kralcı bürokratın dünyasına göre o kadar tuhaf ve uçtaydı ki o yüzden ölümünden sonra yayımlanmasını talep etti bu tuhaf hatıraların! Öyle de oldu.
Marx, kitabı işte bu ölümden yıllar sonra buldu, okudu ve notlar aldı: Koca bir defter dolusu not! “Sakallı”, ince ruhlu bir Polis Şefi’nin, bizzat yaşadığı ya da ölüm raporlarını okuduğu müntehirlerin hayatlarına gösterdiği o muhteşem sevgiyi, neredeyse tüm o müntehirlerin ölü bedenlerini kucaklayacak kadar onlara beslediği derin şefkati es geçmemişti.
Ama Marx sevgiyi akıl ile aklı da eşitlik ve özgürlük ile birlikte düşünüp yaşayan bir eylemci. Peuchet’in satırlarında müntehirleri o lanetli sona ulaştıran sebeplerin toplumsal olduğunu açıkça yazdığını da gördü, kadınların nasıl ölümüne ezildiğini. Bu yüzden o kitabı neredeyse satır satır alıntıladı defterlerine. Biz şimdi o alıntılanan ve hatta Marx tarafından (herhâlde kendine yenik düşerek) müdahale edilen cümleleri kitap olarak okuyabiliyoruz.
Marx’ın intihar broşürünü ve Peuchet’i inceleme sözü vererek, okuru intiharın dipsiz kuyusu ile baş başa bırakalım şimdi. İntiharın gri çölüne doğru bir yolculuğa çıkalım hadi. Ama teknik bir mesele olarak değil. Müntehirlerin hissiz saçlarını okşayarak. Marx ve Peuchet’in duygu izinden giderek.
Son olarak;
O güne kadar yüreklerindeki ıssızlığın çölünden çıkamayıp, bakar kör toplumun gözlerinin içine gözlerini diktikleri halde sesini duyuramayan ve son nefeslerinde bizim ancak belli belirsiz hissedebileceğimiz o korkunç acıyı soluyan bütün müntehirlerin aziz hatıralarına, saygıyla.
İNTİHAR’IN DİPSİZ KUYUSUNA YOLCULUK
İnsanda değer meselesi ve toplu intihar vakaları üzerine düşünceler: Bir erkek intihar ederken ailesini peşinden neden sürükler?
“Cinayetlerin ve intiharların sebebi kudret ve imkân arasındaki dengesizliktir.”
Refik Halit Karay
Bugün neden intihar etmeliyiz on dört otuzda, Konak Meydanı’nda?
Nedeni gazetelerin insan kaynakları eklerinde ilân edildi.
Okurken fark etmediniz mi
Elinize bulaşan mürekkep lekesinden?..
Ve nasıl da uzaktınız değil mi ilânlardaki eşkâlinizden?
Hiçbir şeyin kaynağı olamıyordunuz.
İşe yaramama sancısı kanserli bir yaraydı beyninizde.
Şizofren gibi yarılıyordunuz.
Onlar bu yarılmadan sorumluydu.
Sorumlulular bir türlü yakalanamıyordu.
Üç paralık gazetelerinin eklerinde
yüzsüzce insandan kaynak diye bahsediyorlardı.
Biz nesneleştikçe psikoterapi kitapları yok satıyordu.
Ama terapiye gidecek ne hâlimiz vardı ne de paramız…
Ucuz tarife psikiyatri bize,
Barış Manço’nun şarkıları eşliğinde siyaset meydanını,
Türkan Şoray filmlerinin yeni versiyonlarını,
acil durumlar için Steven Seagal’in şiddetini öneriyordu.
Önerilen saf morfindi, dozu ve kimyası mühim değildi,
İhtiyaca binaen beynimizdeki sosyal uyum merkezine enjekte ediliyordu.
Çaresizdik, itiraz edemiyorduk,
Çünkü hayattan devrim çıkartamıyorduk,
hayatı devrim yapamıyorduk,
Yapamadıkça, azaltamıyorduk sosyal eroinman taleplerini
Ek kontenjanlarla uzuyordu intihar listeleri(1)
Bu dizeler upuzun bir şiirden. Genç bir adamın hayata tutunamama sancısını intihar üzerinden haykırdığı bir eserden. Şiir, eksik bırakılmış hayata mahkûm olanları ısrarla intihara davet ederken gerçekte sorunun ve acının sebebini kendi ve kendi gibi olanların yüzüne çarpa çarpa anlatmaya çabalıyor. Çabası çıkış yolunu göstermek ama: “Kimse kokudan yaklaşamayacak mezarlara:/Çünkü ciğerleri çatlatıncaya kadar alınmamış nefesler/ ve hayata yedirilmemiş hayâller,/Çöplüğe çevirir bedenleri.” (1) Hayata dâhil ve müdâhil olmak ya da olmamak! İşte bütün mesele! Şair anlamı bükerek ölüm üzerinden hayata çağırıyor herkesi. Hayatın üstesinden gelin artık diyor. Ahmet Arif de diyordu ya “Yaşamak sade yaşamak yosun solucan harcıdır!” Kimse “sadece yaşamak” derdinde değil. İnsan her kim ve ne olursa olsun varlığına değer katabilmek için yaşar. Soma’da yüzlerce işçinin can verdiği o grizu katliamından sağ kurtulup da ambulansta çizmelerini çıkartmaya kalkan Madenci Murat Yalçın’dan teorik fizikçi Richard Feynman’a kadar insanın şaşmaz hakikati budur.
Değerli hissetmek istiyoruz. Çünkü toplum içinde yaşıyoruz. Kendimizi, öteki insanlarla mukayese ediyoruz. Bir yandan kim olduğumuzu sorguluyor, öte yandan o “kim”in değerini öğrenmek istiyoruz. Eksikse yaratmak, bunu yapamayacağımıza inanıyorsak diğerlerinde yanlış bir imaj inşa etmek istiyoruz. Bu hayata geliş sebebimiz değerli hissetmek olmayabilir lakin hayatta kalış sebebimiz ne yazık ki bu! Ne yazık ki çünkü bu değer meselesi, hayatımıza dair ne varsa mührünü basıp geçiyor. Kariyerimize, aşklarımıza, eylemimize, dünya görüşümüze, hayatımızın gündelik “kalitesi” ne…
Stalker(1) ile Joker(2): Meselenin özü
Varoluşu gerçek kılmak ile kişisel değer arasındaki bağın muhteşem anlatımı olan Stalker-İz Sürücü filminde bakın Tarkovsky kahramanlarını nasıl konuşturuyor?
“İnsanlık zerre umurumda değil Bütün insanlığın içinde ilgilendiğim tek kişi var! O da kendim. Gerçekten bir değerim var mı yoksa diğer insanlar gibi boktan biri miyim? Bilmiyorum.”
“Bir adam ancak acı çektiği için şüpheleri olduğu için yazar. Sürekli olarak kendine ve başkalarına aslında bir değeri olduğunu kanıtlamak zorundadır. Peki ya dahi olduğumu kesin olarak biliyorsam! O zaman neden yazayım ki? Neyi kanıtlamak için?”
İlk konuşan Profesör, ikincisi yazardır. Ve ikisi de en derindeki arzularını gerçekleştirmek üzere tehlikeli ve yasak bir bölgeye gitmişlerdir. Tuhaf ki her ikisinin de biricik arzusu “değer”dir. Oysa sistem içinde vasatın çok üstündedirler ama bu durum değerli hissetmek için onlara yetmez.
Sovyet Sineması’nın 1979 yılında çekilen harikasından 2019’a Hollywood’a sıçrayalım dilerseniz. Halen vizyonda olup dünyayı silkeleyen Joker filmine. Bir “çocuk filmi”nden(4) bahsediyoruz nihâyetinde. En azından konu itibariyle. Ama senaryo öyle devrimci bir tarzla kaleme alınmış ki Stalker ile Joker hikayeleri neredeyse özdeş hale gelmiş. Her iki film de değersizlikle hesaplaşmak için yola çıkmış insanların eylemine odaklı. Biri; Sovyet toplumunun donmuşluğu içinde bir değer kazısı iken diğeri Amerikan toplumunun keskin sınıf çatışması içinde bir nebze, -evet sadece bir nebze- değerli hissetmek için kendini paralayan -aslında paramparça eden- bir en alttakinin hikâyesi. Çabasının sonunda, ancak kötü olarak o çok arzuladığı değere kavuşan bir tutunamayan! Stalker’ın kahramanları ise zaten cemiyetin elitleri. Onlar mutlak değerin peşinde.
Joker kimdir? Değer sorunu olan biridir. Çünkü görülmeyen, bir “şey”dir. Özne bile değildir. Görüldüğü anda var olacaktır. Ama kimse farkında değildir onun. Burada Raskolnikov’un etik sorgulamasının inceliği devreye girer. Cinayeti etik kaygılar ile işler Suç ve Ceza’nın radikali. Yaptığı her hareketi felsefî olarak sorgular. Teslim olması bile sorgulamanın sonucudur. Ama Raskolnikov da toplumun içinden çıkmıştır. Bir hayal kahramanı değildir. Onu provoke eden Rusya’dır. Joker ise basit ve belki de bunun için abartılı bir değer sorunu yaşar. Çünkü ne olduğunun, -aslında ne olmadığının- farkındadır. Oblomov da abartılı bir karakterdi değil mi? Ama nasıl da yıkıp geçmiştir kaç kuşağı. Çünkü gerçektir.
Oblomov boşluktur. Joker yokluktur. Joker’de bu görülmeme göze batırılır. Başlangıçta iyi insan olmayı hedefler. Lakin var oluşunun iyilikle olmayacağını idrak eder. İşsiz, yoksul ve eğitimsizdir. İsa çarmıha gerilirken varoluşunu iyilik üzerinden inşa etmişti. Joker’e ise bu şans verilmeyecektir.
Ama tuhaf olan şudur: Joker tüm ezilmişliğine, aşağılanmışlığına, travmalarına, diğer ezilmişlerden mesela çocuklardan siyahlardan yoksul beyazlardan uğradığı şiddet yüklü haksızlıklara ve sosyal devletin umursamazlığına rağmen intiharı düşünmez. Aklına gelmez. Bir kez olsun filmde intihar fikri geçmez. Ve varoluşunu şiddet üzerinden gerçekleştirse de varlığını yok etmeyi hiç düşünmez. Ve nihayet başarır. Hastalıklı mutsuzluk getiren ve o açlık duygusunu yeniden ve yeniden üretecek bir değer üretme yolu bulur kendine.
Toplumun toplu intiharına giriş
“Varlığımız evrenin sırlarını tehlikeye atıyor
Açılacak Pandora’nın Kutusu sırf merakımızın şiddetinden
Ve müridler bir kez öğrendiler mi gizin derinliğini
bahar kokuları bile engel olamaz artık toplumun toplu intiharlarına…
Ki intihar şahsidir, komünist olamaz o asla
Çünkü acısını paylaşan vak’a kaydedilmedi daha
Baskısı tükenmiş “İntihar Sosyolojisine Giriş” kitaplarında”
Bir anda patlak veren ve infiâl, tartışma ve yarılmanın aynı anda üçünü birden yaratarak en az vakaların kendisi kadar kamuoyunu sarsan toplu intihar silsilesi yaşıyoruz şu günlerde. Hali hazırda üç toplu intihar kaydedilmiş durumda. Ne yazık ki devam edeceğine şüphe yok. Üç sebepten bu böyle. İntihâr, tetikleyicidir. Kopya intiharlara yol verir. İkincisi, tetikleyici olmasının ötesinde ilk intihar ile sonuncusu ve devam edecek yeni olayların sebebi en azından müntehirlerin beyanlarında ortaktır: İktisadî yıkım! Ekonomik krizin mutlak sonuçlarıyla yüzleşirken kendileri için yaşanabilir bir gelecek öngöremeyen insanların sayısı katlanarak artıyor. Geleceksizlik; umut ve değer kaybıyla harmanlanırken hayatta kalma güdüsü dibe vuruyor. Üçüncüsü, iktisadî durum daha da kötüleşecek görünüyor.
Gerçekte intihar vakaları hep vardı ve yazılı, görsel ve sanal medyada bir iki günlük meşguliyet dışında o kadar da dikkat çekmiyordu. Ancak bu ard arda gelen üç olay, ailelerin kendilerini yok etmesi bakımından neredeyse ülke tarihinde ilk olarak kayıtlara geçti.
İkisi İstanbul biri Antalya olmak üzerine birbirinden çok farklı yerlerde yaşayan ve farklı sosyolojik özelliklere sahip farklı yaşlardaki bireylerden oluşan üç aile intihar ile yok oldu. İstanbul Fatih’te yaklaşık aynı yaşlarda dört kardeş; Antalya’da, genç bir çift ile iki kız çocuğu; İstanbul Bakırköy’de ise yine genç bir karı koca ile küçük bir oğlan çocuğu. Çocukların ölümü her zaman yetişkin dünyası üzerinde dehşet uyandırır. Çocuk; hem saf bir umudu, hem masumiyeti, hem de hak edilmiş bir hayatı hatırlatır insanlara. Ve kendini korumaktan aciz bir canlı olması da eklenince bütün bunlara duygusal çember kapanmış olur. Çocuklara yönelik her türlü şiddet eylemi o yüzden korkunç hissettirir. (1) Bu nedenle, çocuk ölümleri intihar vakalarını farklı bir zemine taşıyacak, ebeveyn müntehirler, sosyal medyada cinayetle itham edileceklerdi bazı kullanıcılar tarafından.
Ailelerden ikisi İstanbul’da diğeri Antalya’da yaşıyor. İstanbul’da Fatih gibi mütedeyyin bir semtte ikamet etmekle birlikte ilk vak’adaki o dört kardeş, daha seküler bir pozisyona sahip. Evdeki kitaplıkta yer alan Dawkins’in Tanrı Yanılgısı kitabı buna işaret ediyor İslamcı medyaya göre. Ancak müntehirlerden üniversitede modellik yapan Oya Yetişkin’in, KESK üyesi olması iddiayı doğruluyor. Antalya’da dört kişilik çekirdek ailenin reisi ise AKP’li. Sosyal medya paylaşımlarından anlaşılan bu. Ancak bu ailede kasabalı mutaassıp bir profil vermiyor. Bakırköy’deki müntehir aile reisi ise “iş adamı” olarak klase ediliyor gazetede. Otoparka çekilen aracı da Mercedes. İşini büyütmek arzusundayken, anlaşılan her şeyini kaybetme noktasına geliyor. Bir orta sınıfa mensup ekonomik looser aslında. Ve ölümüne siyanür ile koşarken karısını ve çocuğunu da peşinden sürüklüyor. Kadının kurtulmak için son bir hamleyle kapıya yöneldiği tanık bilgilerinde yer alıyor. Aynı trajedi yaşanmaya devam ediyor. Katil ve maktul arasında kahredici bağ.
Her üç ailenin ortak noktası şehirli olmaları. Bu sosyo iktisadi yapının parçası ve muhatabılar. Devasa şehirlerdeki devasa yalnızlıkların etkisi altındalar sanki. Bu yalnızlık nedeniyle şahsî iktisadî yetersizlikleri içinde hayatlarını sürdürülebilir kılacak bir dayanışma ağı görülmüyor. Belki o mekanizma bir süre çalıştı ve sonra geri çekildi. Tüm bu müphem bilginin ötesinde üç ailenin bilinen ortak noktası aslında basit bir mesele. Basit, temel ve ölümcül. Geri dönüş umudu yitirilmiş Ekonomik yıkım. Zaten Antalya’daki çekirdek ailenin trajik sonuna dair not bunu açıkça ifade ediyor. “Herkesten özür diliyorum ama artık yapacak bir şeyim yok. Hayatımıza son veriyoruz” İleride değinilecek, bu ifade çocukların sanki böyle bir iradesi varmış gibi kaleme alınıyor. Sanki baba onların da onayıyla yazıyor mektubu. Bu gerçek değil ama! Müntehir’in cesedi iki küçük kızı ile el ele bulunuyor. Anne ise banyoda… İstanbul’da dört kardeşin intiharında ise mektup yok ancak tahminler bu yönde. Dört yetişkinden sadece birinin çalıştığı bilgisi var ve maaşına haciz konulduğu. Bakırköy intiharında ise aile reisinin işletme bilançosu ve iş ilişkileri durumu izah ediyor.
Hiçbir intihar sadece mektuptan ibaret değildir!
Yetişkin, Şimşek ve Delen Ailelerine ilişkin medyada yer alan veriler yaklaşık bu kadar. Yazılı olarak da bir mektup ile kısa bir not mevcut. Baba Şimşek’in iki sayfalık mektubunun bir bölümü açıklandı. Yetişkin Ailesi’nin notu ise ölüm sonrası kapıya gelecekleri uyarıyor. “Dikkat içerde ölüm var. Girmeyin.” Geride kalanları düşünecek kadar insani zarafeti haiz olduğu anlaşılıyor notu kaleme alanın…
Her intihar biricik hikâyedir. Şahsîdir. Özgündür. Her intiharın özgül sebepleri vardır. Görünüşte bir tane sebep öne çıksa da o son olay, hikâyenin çözüm bölümüdür sadece. Serim ve düğüm çok önceden yazılmıştır çoğu kez. Bu tespitler intihara meyilli ya da yaralı ruhlar için geçerli elbette. Müntehirin kendisini de şaşırtan bir hızla, anlık gerçekleşen refleks intiharlar da var. Hani “Erkeksen sık kafana!” Atla da görelim türünden provokasyonlar sonucunda gerçekleşen ve geride kalan provokatörü–yakını ise tabii- yaşayan ölüye çeviren tepkisel intiharlar! İki intihar vakasına değinelim buna dair. Biri evlenmeden önce amcasının tecavüzüne uğrayan ve gerdek gecesi bakire çıkmayan, bu nedenle yıllar boyu kocası tarafından aşağılanan bir kadının, yine böyle bir anda -ki düşünün otuz yıl olmuş evleneli ama adam; o dar, o anlamsız, o pespaye hayatına bu geçmiş üzerinden değer katmaya devam ediyor – beşinci kattan kendini aşağı bırakması! Hem de çocuklarının gözü önünde. Gazetelerde, adamın şaşkın ve acı içindeki fotoğrafı yayımlanmıştı. Şişmanca bıyıklı ve sıradan bir adam. Ama ölümcül. Ama hayatı zehreden bir adam. İhtimal bugün yine evlenmiş olsa da –çünkü cemiyetimiz bu tür meselelerde nasıl da yardımseverdir- o vicdan azabıyla geceleri uyuyamayan bir adam. İkinci vak’a ise araçtan atlayan kadın. İki sevgili araçtalar. Kavga ediyorlar. Kadın inmek istiyor. Erkek, bırakmıyor. Atlarım diyor kadın. Gülüyor adam. “Yap da görelim!”. Kadın kapıyı açıp kendini asfalta bırakıyor. Ve arka tekerleklerin altına girip parçalanıyor. Erkeğin vicdan azabı çekecek biri olduğunu düşünmüyorum nedense. Birkaç gün işte! Refleks intiharları yaygın değil. Nasıl ki olur olmaz cinayete tevessül etmiyorsak intihara da kalkışmıyoruz. Çok öfkelendiğimiz anlarda dahî kontrolümüzü koruyabiliyoruz. Ama hepimizin içinde bir yerlerde bu intihar modeli saklı duruyor. Gerçekte hepimizin cebinde bir intihar mektubu da!
Ortadoğu dinlerinin tamamı intiharı büyük günah olarak tanımlayıp cennet kapılarını müntehirlerin yüzlerine çarparken sebepleri ne olursa olsun müntehir adayları mensup oldukları dinin öfkesini dindar olsalar da umursamadan eyleme kalkışıyorlar. Altruistik model hariç diğer intihar modellerinde bu durum geçerli. Müntehir, harekete geçmeden önce haklı olduğuna sonuna kadar inanan bir saflık sembolüne dönüşüyor. Ve bir makama çıkıyor: Bütün günah ve sevapların üstünde bir makama! Sorunlarını çözmek için, mesela Joker’in yöntemi de dâhil farklı seçeneklere başvurmak yerine tüm yolların denenip tüketildiği mutlak bir makama! Çocuklarını öldürecek kadar haklı hissettiren cinayet işleyecek kadar aklı sıfırlayan bir makama.
Buraya bir not düşelim ve da varoluşsal sebeplerle hayattan vazgeçen insanları –major depresyon gibi psikiyatrik ve ya da somatik sebepler hariç- bir başka düzlemde düşünmek gerektiğinin altını çizelim. Bu tür bir intiharın ötenazi gibi tercih olabileceği tartışmaya açık. Bununla birlikte hayattan vazgeçme, çoğunlukla aşılabilir çaresizlikler üzerinden gerçekleşiyor. Müntehir adayları psikolojik ve sosyo ekonomik yardımla hayatta tutunabilecek durumdalar. Ayrıca ilk teşebbüs mutlaka ikinciyi zorunlu kılmıyor. Destek önemli.
İntihar modellemesi
Gerçek şu ki intihar, üzerinde çalışılmış duygudur. Camus’un dediği gibi bir sanat eseri gibi işlenir insanın içinde. İki kızı ile birlikte eşini de kendi sonuna götüren Selim Şimşek, mektubunda bunu söylüyordu: “Çok uzun zamandır kafamda kuruyordum.” Şimdi burada hangi intihar diye sormak gerekiyor. Camus’un sözünü ettiği bencil intihardır. Yani varoluş meselesine, toplum ve hayatla arasındaki felsefi psikolojik yarılmaya cevap bulamayanların intiharı. Peki başka? Her intihar özel olmakla birlikte bilimin genelleyici giyotininden geçirdiğimizde üç kategori öne çıkıyor: Egoist, Altruistik ve Anomik intihar. Birincisi, son iki yüzyılın en yaygın “modeli”. Hız kesmeden devam ediyor. Anlam dünyasının yitimi varoluşun değersizleşmesi ve amaçsızlık bu intiharın tetikleyicisi.
Elcil (Özgecil) ya da Altruistik intihar; toplumsal- manevi değerler uğruna hayatından vazgeçmekle ilgili. Militarist kurumlarda yürüyüş sırasını düzenlemek için attırılan “Vatan sana canım feda!” sloganı, bu intihara verilen davetiyedir mesela. Çanakkale’de, 915’te ölmesi emredilen erler, İkiz kulelere uçaklarla giren İslamcı eylemciler ya da açlık grevine yatan Gandhi ve Türkiyeli devrimciler ya da İRA üyesi Bobby Sands aynı amaçla hayatından vazgeçme eylemine kalkışan kişiler.
Anomik intihar ise toplumu bir arada tutan etik değerler sisteminin tasfiyesiyle ortaya çıkan kaotik ortamda; hayata tutunacak bir amacın kalmaması ve iktisaden sürdürülemez gündelik hayat içinde maddi manevi muhtaciyetin yarattığı ezici değersizlik duygusunun tetiklediği kendini öldürme eylemi. Değerin, öznel bir algı olarak geri dönülemez yitimi, geleceksiz, umutsuz çıkışsız bir hayat. Hissedilen Değer, sosyal sebeplerle doğrudan ilintili olmakla birlikte intiharın çıkışsızlıktan çıkış için bir yola dönüşmesi şahsi bir karardır. Geleceksizlik ve umutsuzluk durumu sert ve nesnel bir gerçeklik olarak orada duruyor olabilir. İşsizlik, yoksulluk, asgari yaşam standardının mutlak kaybı soluksuz bırakmış olabilir bireyi. Buna rağmen herkes aynı yöntemi denemez. Ölümün mutlak bir çareye dönüşmesi, genel olarak major depresyon öyküsüyle desteklenir. Ancak major depresyonu tetikleyen de bu koşullardır zaten. Birbirinden beslenen bir süreçtir yaşanan.
Sosyoekonomik olarak değersizlik
Marx, asgari ücreti tanımlarken toplumda ortalama yaşam standardının asgarisi neyi gerektiriyorsa ona tekabül eden ihtiyaçların toplam değeri olduğunu vurgular. Bu standarda mesela laptop, cep telefonu ve blue jean ve parfüm dahil ise onların değerini de hesaba katmak gerekir. Asgari ücret, ücretlinin o toplumda sadece yaşaması değil haysiyetiyle yaşamak istemesi için gerekli olan gelire tekabül eder. Bu, karın doyurmaktan ibaret bir olgu değil. Aynı zamanda psikolojik tatmini ve toplumda yaşamayı hak ettiğine dair algıyı da içeren sosyopsikolojik bir olgudur.
Kritik durum işte burada ortaya çıkıyor: Ötekilerle birlikte yaşamayı hak edebilecek kadar gelirin temini. En azından bu kadarı! Gelir tek başına değeri oluşturmaz ama. İşe yarama duygusunun da tatmini gerekir. Bunun için de gelir getiren bir iş! Rantiye ya da mirasyedi olmanın cazibesiyle sıradan insanlar büyülense de “çalışma emek değer teorisine ait basit bir kavram değildir. Çalışmak ihtiyaçtır. Kişisel değerin yaratıldığı bir alandan söz ediyoruz. Ötekiler için anlamlı bir iş yapabilme, üretebilme ihtiyacı. Burada, çalışmanın; süresi, niteliği, zorunluluğu ya da Kapitalizmde emek sömürüsü vesaire dışında bir olguya dikkat çekilmekte. Varlığımıza tek başımıza anlam katmayız. Bu anlamı, toplumsalın içinde ediniriz. Ötekilerin hakkımızdaki fikri, narsisistik seviyemiz ne olursa olsun önemlidir. O yüzden, mesela sosyal medyada aşağılamalara maruz kalan insan, tahmin edilenden çok daha fazla etkilenir bu durumdan. Birilerinin yalan yanlış, ağır –ya da hafif- ithamlarla yüklenmesi, değer duygumuza karşı yıkıcı bir saldırıdır bizim için. O yüzden kayıtsız kalamayız.
Anlam, değer ile birlikte gelir. Varlığımızı “hiç”le özdeşleştirdiğimiz anda bile bu algının ayrıcalığını hissederek kendimizi ötekilerden ayırırız. Bu nedenle Tarkovsky’nin kahramanı yanılmaktadır. Stalker ‘da “Bir adam ancak acı çektiği için şüpheleri olduğu için yazar. Sürekli olarak kendine ve başkalarına aslında bir değeri olduğunu kanıtlamak zorundadır. Peki ya dahi olduğumu kesin olarak biliyorsam… O zaman neden yazayım ki? Neyi kanıtlamak için.” Der kahramanımız. İşin tuhafı bir insanın dâhi olduğunun tespiti bile toplumsal onaya dahildir. Eserinin mükemmelliği hakkında onay alamamış bir sanatçı, eğer sahiden buna inanıyorsa, başka bir çağda o sosyal onayın verileceği tesellisiyle son nefesini verebilir. Tarihte örnekleri çok.
Mesleki değer
Mesleğimiz, işimiz ve emeğimizin niteliği, değerimiz hakkında bize fikir verir. Herkes kendine değer biçmek ister. Mülkiyetli toplumda kendini en değerli hisseden sınıfın burjuvazi olduğunu not edelim. İdeolojik aygıt, Kapitalisti– aslında müteşebbis- insanları açlıktan kurtaran onlara iş kuran özel insan sıfatıyla inşa eder. Bu algı işçi sınıfına da sirayet eder. Oysa üç yüz yıl önce burjuvazi için böyle özel bir değer söz konusu değildi. Çin’de soylu sınıflar için çalışmak, imparatorluk döneminde ayıptı mesela. O yüzden tırnaklarını uzatırlardı. Bu onların iş görmediklerinin nişanesiydi.
Sosyalist ideoloji ise aksi tez üzerinden yol alır: Emek sömürüsü sistemin özüdür. İnsanlar ihtiyaçlarını karşılama kapasitesi ve mülkiyet birikimi üzerinden değer kazanmaktadır. Ürün ve insan arasındaki ilişki, tersine çevrilmiştir. İnsan kendini markalar üzerinden tanımlamaya başlamıştır. Nike giymekte ve Dior parfüm kullanmaktadır. Bu nedenle öteki insanlardan farklıdır. Tüketimin niceliği ve niteliği önemlidir. Ne kadar tüketirse o kadar değer kazanır. Oysa değerli olan emek ve bu emekle topluma faydalı olmaktır. Çoğunluğu oluşturan işçiler üreten ana sınıftır.
Joker olmak bile derinlik gerektirir! İktisadî Kriz, işte o derinliği verir!
Emeğimizin niteliği hakkında kendimizin ve toplumun negatif fikri değersiz hissettirir. İşsizlik bu hissi katmerlendirir. Kronik işsizlik süreklileştirir.. Şunu da not edelim: Tersi iddia edilse de sıradan insan iç sesini kendi aleyhine konuşturmaz. Hayatı, geçmişi, hakkında o kadar da özeleştiri vermez ve iç dengesini korumayı bilir. İnsanlar kendilerini haklı çıkarmak konusunda mahir bir psikolojiyle donatılmıştır. Bu maharetini, din milleti, inanç, futbol takımı, siyasi parti, lider ve hatta başkasının mal mülk ve makamı üzerinden kendi değerini inşa etmek için kullanır. Başkasının değerini kendine yansıtır. Taraftarların kulüp başkanlarının zenginlikleriyle övünmesi böyle bir şeydir mesela. Kısaca Joker olmak bile bir derinlik gerektirir. Farkındalık ve kendisiyle temas gerektirir. Joker olmak herkesin haddi değildir zira! Değersizlik duygusu dahi bir değer hissetme seviyesine ihtiyaç gösterir. Herkes kendini değersiz hissedecek kadar varoluşuyla temas halinde değildir çünkü.
Ancak, kriz dönemleri, “mutlak değer” üzerinde o kadar tahrip edici etkide bulunur ki Asgari ücret, Marx’ın belirttiği standartları sağlamayacak hale gelir ve işçinin temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar “haysiyetli bir hayatı” sürdürmesi de imkânsızlaşır.
Ülkede iktisadi kriz derinleşiyor. Ücret- Fiyat ilişkisinin makasla tanımlanması yakında imkânsız olacak. Uzun işsizliklerle baş edebilmek için ücretlilerin yeterli birikimleri yok. Yok çünkü değerli hissedebilmek, tüketebilmekle eşdeğer. Bu olgu; bizzat Kapitalizm’in Neoliberal hattında kültürel olarak köpürtüldüğü için emekçilerin tasarruf eğilimi neredeyse ortadan kalkmış durumda. Reel Sosyalizm’in sistemik yıkımı ile birlikte sol değerlerin tasfiyesi, emek örgütlerine de ölümcül darbe vurdu ve bu nedenle devlet dışı sosyal dayanışma ağları da yok oldu ya da yaratılamadı.
Artık birey, kelimenin gerçek anlamıyla tekil bir durumu temsil etmektedir. Yalnız. Zayıf. Kırılgan. Örgütlerini, mücadele geleneğini, tarihlerini –şimdilik- kaybeden emekçi sınıflar atomize olmuş, birbiriyle ilişkisiz birbirinin derdine ilgisiz bireylerden ibaret artık. Eylülist Cunta’dan bu yana devletin ve son yirmi yıldır İslamcı İktidar’ın sol karşıtı despotik siyaseti işçileri anti-neoliberal hak mücadelesi içerisinde konumlanmaktan uzaklaştırdı. Bu, o kadar öyle ki intihar teşebbüsleri, bir mücadele yöntemi olarak son yıllarda öne çıkmaya başladı. Son bir yılda özellikle krizdeki inşaat sektöründe çalışan çok sayıda işçinin şantiyelerde vinçlere çıkarak haklarını talep etmeleri yeni bir realite olarak yükseliyor.(6) Bu realite insanların canlarını ortaya koyacak kadar sıkışmışlığını göz önüne sermesi bakımından dikkat çekici.
İslamcı İktidarın son iki yıldır ekonomik krizle birlikte yükselen işsiz-müflis intiharlarına yönelik tepkisi, bu intiharları psikiyatrik vaka niteliğine hapsetmekten ibaret. Resmi açıklamalar; müntehiri, sadece bunalıma girmiş karakter olarak yaftalarken iktidar medyası kan donduran ifadeler ile müntehirlere yüklenmeyi tercih ediyor: “Müntehir bunalımdadır, evet. Ama aynı zamanda sorumsuz, hayattan kaçan, karaktersiz ve zavallı bir insandır. Çocuklarını ailesini terk etmiş ve erkek olma yeterliliğinden vazgeçmiştir. Yeterince dindar değildir. İslami eğitim almış olsa asla böyle bir eyleme tevessül etmeyecektir.”
Bu suçlayıcı argümanlar, intiharın sosyoekonomik boyutunu geri plana iterek meselenin toplumla bağını koparmaya çalışır. İntiharı tetikleyen dışsal sebepler hesap dışıdır. Bu söylem, bir yandan zayıf karakterinin, bireyi intihara sürüklediği tezini işlerken öte yandan ruh hastalıklarına odaklanır. Oysa, bu tür maddi sıkıntıların tetiklediği değersizlik hissiyle gerçekleşen intiharlar zaten depresyonla birlikte gerçekleşir. Umudunu kendini öldürecek kadar kaybetmiş bir insanın hayatı için sağlıklı kararlar almasını beklemek meseleyi bilmemek ya bilmiyormuş gibi davranmaktan başka bir şey değil. Hükümet yanlısı tezleri desteklemek için medya kalemleri, müntehirleri, sağlıklı ama zayıf insanlar olarak tarif ediyorlar. Tam da bu nedenle intihar aşamasında olan bir çok insana yardım elini uzatmak da imkânsız hale geliyor! Yaklaşık bir yıl önce Kocaeli’nde oğluna pantolon alamadığı için intihar eden torna teknisyeni işsiz İsmail Yıldız’ın hikâyesi örnek olay niteliğinde.(7)
Kutsalın beden üzerindeki iktidarına itiraz
Tarih boyunca teistik dinlerin intiharla hep dertleri oldu. Dert derken vakaları inceleyip çözüm bulmak değil sözü edilen! İntiharı suç ve büyük günah müntehiri ise suçlu, günahkâr ve asi olarak damgaladılar. Ateistten çok daha sorunlu bir yere konuldu müntehir. Ölüsüne bile katlanılmayan, insan olmayan şey. Öyle ki bazı Hristiyan ülkelerde, intihar edenin bedeni asılarak tekrar cezalandırılırdı. İslamiyet de intiharı dinden çıkma beyanı olarak kabul eder. Ateistlerin bile kaçamadığı o zoraki cenaze namazı ritüeli, ne hikmetse Müslüman dahi olsa müntehir için caiz değildir. Bu nefret yüklü yaklaşımın bir sebebi var: Şaşırtıcı gelebilir ama İntihar, kişinin bedeni üzerinde mutlak hakimiyet kurmasıdır. Toplumsal bir varlık olarak insanın tüm sosyal kontratlarını iptal ederek kendi başına davranması… Bu ölümcül inisiyatif, Tanrı dahil ne kadar otorite varsa hepsinin devre dışı kalmasıyla sonuçlanır. Bu nedenle, İlahî ya da değil her iktidar, egemenlik alanına yıkıcı bir başkaldırı olarak değerlendirmiştir bu eylemi. Allah’ın verdiği canın sadece Allah tarafından alınması ilkesi, bedene ilişkin tüm hakların Allah’a devri anlamına gelir. Zaten Ortadoğu Dinleri, böyle bir hakkın insana ait olabileceğini asla kabul etmez. İnsan bir emaneti taşımakla görevlidir. Cüz’i iradesi her anlamda takyitlidir. Kısıtlıdır, sınırlıdır. Beden kontrolü de buna dahil. İntihar, insanın hayattan türlü sebeple vazgeçmesi anlamında trajik bir eylem olmakla birlikte din, bu trajediye değil özgürlük meselesine odaklanır. İktidarı sınırlayan her şey bir özgürlük meselesidir aynı zamanda çünkü. İntihar yok edici kimliğine rağmen böyle bir özgürlük alanı yaratır.
Birkaç gün önce İlahiyatçı bir dekan son toplu ölümlere ilişkin şöyle bir açıklamada bulunuyor: “İntihar dinimizce haramdır. Çünkü canı veren Allah’tır. Allah’tan başkası da alamaz. ‘Bu beden benimdir, bu ruh benimdir’ diye bir şey diyemeyiz. Bu bir emanettir. Dolayısıyla böyle bir şey İslam açısından çok büyük günahtır ve haramdır. Ama şunu söyleyeyim, o insanlar bu noktada niye intihar ediyor, yalnızlıktan intihar ediyor, dini inançların zayıflığından intihar ediyor, Allah’ı, peygamberimizi bilmemekten intihar ediyor. Gerçekten güçlü bir imanları olsa böyle bir şey yapmayacaklarını düşünüyorum. Bireyselci olmamalıyız. Vicdan, iman sahibi olmak gerekiyor.” (8)
İnsan din için değerli mi?
Din için insanın bir değeri var mı? Allah’ın değerinin bir fonksiyonu olduğu müddetçe evet! Allah, İslam’a göre, kainatı kendi güzelliğini görmek için yaratırken–Kuran’da yok- insanı da kendine ibadet etsin diye -Kur’an’da var- “halk etti.” Bu bağımlı durum, insanın kayıtsız şartsız varlığına dayanan, kaynağı bizzat kendi olan değerini ortadan kaldırır. Bu paradigmadan Tanrı kavramını çıkarın insan amaçsız anlamsız bir şeye dönüşür. Anlamı kazanmak için, Mutlak Otorite’ye boyun eğmek ve Allah’ın gönlünü hoş tutmakla yükümlüdür. Varoluş amacı Allah’ın sevgisini kazanmak yani. Dolayısıyla anlam köleliktedir. Özgürlük-varlık ilişkisi baştan kopmuştur. Model budur. Tanrı inancını reddetmenin neden bu kadar şiddetle cezalandırıldığı buradan da okunabilir. Çünkü insan kendi yolunu çizmeye kalkacaktır. Tanrı yoksa boşluk duygusu ve fakat özgürlük vardır. Kolay değil: Etik ve Varoluşsal anlamı inşa etmek gibi bir mission impossible insanın sırtına biner. Lakin Özgürlük buradadır. Kuran’da Kehf suresi, nasıl mutlak biat vazediyorsa özgürlüğe davetiye çıkaracak her sorgulama ve eylem, günahla ilişkilendirilecektir. Yani Allah’ın iradesine, yani ilahi varoluşa karşı gelmekle suçlanmak. Ortadoğu dinlerinde günah, aslında bir özgürlük girişimidir. Dolayısıyla ilahiyattan kopuş da! Din bu kopuşa odaklanır ve bunu özgürlük çabası olarak mahkum eder.
Allahın varlığı ile birleşerek o ilahi “bütün”de varoluşunu tatmin etmek gibi bir amaç, insanı tanrısallaştırdığı için klasik teolojiden daha olumlu değil mi? Sufizmin zerrede kainatı keşfetme yolu… Lakin bu yeterli gelemez. Nasıl tek başımıza doğuyorsak tek başımıza öldüğümüz gerçeği önümüze duvar gibi dikilir. Millet, ideoloji, din ya da mesela Komünist Partinin içinde, o bütünün parçası olmak duygusuyla iyi hissedebiliriz. Lakin tekilliğimizi özgürlüğümüzle yaşamadığımız sürece bir şey eksik kalır. Varoluşumuz o bütünlüğün içinde anlamsızlaşır ve felsefi değil gerçek anlamda hiçleşiriz. Üstelik yaşarken hiçlik… Ve tekrar aynı yere döneriz. O bütün; asla bizim varlığımızı temsil etmek kudretine sahip olamaz.
Din: Müntehire düşman
Din nihayetinde sosyolojik olgudur ve ihtiyaçtan doğar. Yeryüzünde inşa edilir ve gökyüzüne bırakılır. Birilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmiş bir modeldir. Birilerinin ihtiyaçları, genel olarak sınıfsaldır: Egemen sınıf ve iktidar bloklarının her dönemde din üzerinden sundukları sosyal iktisadi siyasi ihtiyaçlar. Devlet Dini tarafından vazedilen Cuma hutbelerinde olduğu gibi.” Bu dünya imtihan dünyasıdır. Acılarımızı isyana ve zulme dönüştürmeyelim. Cenab-ı Hak, insanı bazen elindekileri alarak bazen de fazlasıyla nimet vererek imtihan eder. Bu yüzden, musibet karşısında isyan etmek, kırıp dökmek ya da kötü söz söylemek yerine öncelikle sabırlı ve metanetli olmaya gayret gösteririz.(9 ) İsyan ederek eski dini alt eden din, kurumsallaştığı anda tüm isyanları kaynağında kurutmak için çabalar. Cami minberi, sosyo ekonomik bunalımların sorgulanmasını engelleyen ilk yerdir. Dünya bir imtihan yeri ise ve yerel iktidarlar Allah adına yönetiyorsa o halde demokrasilere gerek var mıdır? Düşünce özgürlüğü ve eleştiriye gerek var mıdır? Din, eleştiriyi isyan olarak görür. İsyanın bir eleştiri biçimi olduğunu kabul etmez. Ederse egemen sınıfların eli zayıflar çünkü. İntihâr, müntehirin içinde yer almadığı bir eleştiridir aslında. Teessür ve umutsuzluk içinde hayatına son veren müntehir bedeni üzerinden attığı çığlık ile toplumsal değerler sistemini ve iktidarı politik bir eylemden bazen çok daha güçlü sarsar. İntihar, son tahlilde politiktir. Toplumun ruhuna içkin sorunu ortaya çıkarır. Dinsel itiraz, sorunların açık edilmesinedir. Müntehir nefretinin bir sebebi de budur.
Devletin İlahiyatçısı Dekan Cevdet Kılıç ise bu nefreti dillendiriyor ve misyonuna uygun konuşuyor. Görevinin farkında bir dil bu! Konuşurken olayları yeniden yazmaktan geri durmuyor ama. Çünkü ideolojik aygıt bu işe yarar. O da biliyor ki müntehirlerin çoğunluğu Türkiye’de Müslümandır. Ateistler de intihar edebilir. Lakin, ülkedeki inanç diyagramı intihar diyagramına paralel gider. Toplu intihar vakalarında mesela müteveffa yetişkinlerin ihtimal hepsi Müslüman. Dekan bunun da önlemini almış ama! Allah ve peygamber bilgisizliği ve iman yetersizliğinden dem vuruyor. O insanlar neden intihar etmiş ya da başkalarının ölümlerine sebep olmuşlar? Bu trajedinin kökeni sebepleri onun ilgi alanına girmiyor. Bu dehşetin sosyoekonomik bağlantıları da… Bu kadar insan neden böyle bir sıkışmışlık içinde? Mesela yetişkin tüm fertleri intihar eden aile için umudu tüketen nedir? Sadece İslam ilmihali cehaleti mi? Bu kadar basit mi? Olmadığını biliyor. Başka türlü konuşacak donanımda olsa zaten o makamda durmaz, duramaz!
Toplu intiharlarda karar alma süreci: Kim? Kimi? Neden?
Söylendi. Her intihar özgüldür. Kaç intihar yaşanmışsa hepsinin ama hepsinin kendine özgü sebepleri vardır. Her intihar biriciktir. Vakaları klase etme çabası, olay mahallinden delilleri silmeyi, dolayısıyla kritik detaylara körleşmeyi de beraberinde getirir. Bilimsel çalışma için klasifikasyon önemli. Anlamak, çözümlemek ve bilgi üretebilmek için gerekli. Lakin her bir olay, polisiye titizliği ile incelenmediği takdirde elimizde içi boş kategorilerden başka da bir şey kalmayacak! Görülüyor. İntihâr tekildir. Tek kişilik bir trajedidir. Şahsî bir eylem olarak ortaya çıkar. Şiirde denildiği gibi “Komünist paylaşımcı ve özgür iradeyle herkesin iştirak ettiği bir intihar vakası kayıtlara henüz düşülmemiştir.
Çünkü İntihar şahsi olmadıktan sonra gerçek şu ki bir tahakküm aracıdır. Birden fazla kişinin aynı olayda can verdiği vak’alarda, kararın nasıl alındığı, kimin bu süreçte aktif rol oynadığı, bu karara kimlerin itiraz ettiği ya da edip edemediği, aralarındaki iktidar ilişkisi bilinmeden yapılacak her analiz, gerçekle teması kopuk bir hikâyeden başka elimize bir şey sunmaz Yetişkinlerin toplu intiharında katılımcıların her birinin eşit şekilde iştirak ettiği karar alma mekaniğinin mevcudiyeti makul gelebilir. Ancak yüksek ihtimal, bu tespit yanlıştır. Ölüm gibi varoluşa ilişkin alınacak en sert kararda grup içinde en az bir kişinin gönülsüz olduğunu anlamak için o sahnenin içinde olmaya gerek yok. Ama en yakınlarının yok olma kararının karanlığı, hayatta kalmak isteyenin ışığını söndürecek kadar güçlü olacaktır. Özgür bir konsensüs yok ise toplu intiharda ortada bir cinayet var demektir.
Jonestown’da ne oldu?
Tıpkı iki yüz ellisi çocuk olmak üzere yaklaşık dokuz yüz kişinin tarikat lideri Jim Jones’un talimatıyla siyanürle intihar ettiği Jonestown Katliamı’nda olduğu gibi. Çocuklar aileleri tarafından öldürülmüş, intihara yanaşmayan yetişkinler ise tarikatın kolluk güçlerince vurularak infaz edilmişlerdi. Ancak çoğunluk iradeleriyle ölümü seçmişlerdi. Buradaki iradenin tam olarak neyi temsil ettiğini incelemek gerekiyor. İntihâr’ı cinayetten ayıran özgür iradedir. Kişi hiçbir baskı ve yönlendirme altında kalmadan hayatın dışına çıkar. Özgür iradenin nasıl tecelli ettiği ise kritik mesele! Karizmatik tarikat lideri Jim Jones’un etkisi altında çocuklarını da kendilerine eşlik ettirerek öldüren ebeveynlerin intiharında özgür irade tam olarak nerede durmaktadır? Bir insanın mistik lider kimliğiyle “Şimdi ölüyoruz!” demesi durumunda buna biat edenlerin intiharı özgür bir tercih midir? Çocuklarını öldürmeleri gerçek bir cinayet değil midir? 18 Kasım 1978 günü gerçekleşen Jonestown Toplu İntiharı’na ilişkin soruları ortaya bırakarak son bir tespitte bulunalım: Jonestown bir katliamdır. Jim Jones insanlık suçu işlemiştir. Çocuklarını öldüren ebeveynlerin tüm cinayet işlemiştir.(10)
Olay mahallinde: Üç vak’a, üç trajedi, üç analiz
Yaklaşık aynı yaşlardaki dört ferdinin siyanürle intihar ettiği Yetişkin Ailesi vakasında, yoksulluğun getirdiği dayanılmaz boğulma duygusunu tanıkların anlatımından biliyoruz. Tek bir ferdinin çalıştığı, hayatlarını iktisadi olarak rahatlatacak imkânlardan ve bu imkânları üretebilmekten yoksun aile, artık yaşlılık sürecine girdiklerinin farkında umutlarını, geri dönüşsüz yitirmiş olduklarını düşünüyorlar. Umutsuzluk konusunda ihtimal, hepsi hemfikir. Ama kendini öldürmek? Orada durmak gerekiyor.
Şimşek ailesi’nde babanın bıraktığı mektup her şeyi ortaya koyuyor. Mektup aylardır işsiz bir babanın duygusal yıkımını not düşüyor. Not düşülmeyen ise babanın satırlarındaki korkunç gerçektir: “Herkesten özür diliyorum ama artık yapacak bir şeyim yok. Hayatımıza son veriyoruz”(11) Selim Şimşek’in uzun mektubu, karısı Sultan Şimşek’in dahil olmadığı bir plan hakkında tahmini bir fikir veriyor. Ancak çocukları Ceren (9) ve Çınar’ın (5) bu ölümcül plandan haberleri olmadığı kesin. Buna karşılık müntehir Şimşek, ilginç bir ifade kullanıyor mektupta. “Hayatımıza son veriyoruz” derken, çocukların özgür iradeleriyle bu eyleme katıldıklarını beyan ediyor. Böyle yazdığının belki de farkında değil. Oysa kesin olan, bu intiharda sadece kendi iradesinin mevcudiyeti. Gerçeği kırıyor ve belki de kendini rahatlatıyor. Sorumluluğu paylaştırıyor çünkü. Selim Şimşek, ailesini sahiden çok seviyor, çok acı çektiği anlaşılıyor o yürek burkan mektubundan. Ama onları hayattan çekip alacak kadar derin sevgisinin sosyo kültürel arka planını bilmiyor. Bilmeden ölüyor. Eşi ve çocuklarının hayatlarına son verme yetkisinin kimin tarafından kendisine verildiği üzerine düşünemeden ıstırap içinde ölüyor. Ailesine karşı sorumluluğunu yerine getirememiş bir babanın ıstırabı ve değersizlik hissi içinde! Bu hayatta en sevdiklerini, beraberinde götürüyor.
Bakırköy’de Delen Ailesi geride mektup bırakmıyor. Ancak Baba Sabahattin Delen’in intihar kararına eşinin kesinlikle katılmadığı, ölmemek için son bir hamleyle kapıya ulaşma çabasından anlaşılıyor. Yazık ki kapıyı açamadan orada can veriyor Anne Zübeyde Delen. Yedi yaşındaki Ali Delen ise o sırada ihtimal ölmüş olmalı. Oğlunu yanında sürüklemiyor çünkü.
Bu satırları yazmanın ne kadar acı verici olduğunu not düşmeye gerek yok. Vakayla analiz arasına mesafe koymak analizin nesnelliği için önemli. Lakin intihar gibi bir konuda bunu başarabilmek hiç kolay değil. Babanın ailesini yoksulluk ve “bu kötü pis dünyada” bırakmamak gibi -okuyana derhal empatinin kapılarını açan-bir sebeple öldürüp ardından intihar etmesi üzerine kazı çalışması yapmak pek kolay değil. Yine de Selim Şimsek gibi, ailesinin üzerine nasıl titrediği, karısını nasıl aşkla sevdiği mektubundan anlaşılan bir erkeğin “uzun süre kafasında kurduğu” bu trajik cinayet planını hayata geçirmesindeki kararlılığı anlamak için nesnel bir çaba gerekli! Bu çaba, intiharın iktisadi sebeplerinin üstünü örtmek amacıyla değil. Varoluşsal sancılar hariç kimse durduk yere ölüme yol almaz. İntihar ruhsal bunalımın ve kişisel çaresizliklerin, bıçağı kemiğe dayaması sonucunda ortaya çıkan kırılma anıdır. Lakin ruhsal bunalımlar, toplumsalın içinde olgunlaşır. İktisadi refah dönemlerinde intihar oranları düşer. Kriz dönemlerinde zirve yapar. Aynı insan, aynı karakter, aynı haleti ruhiye! Hükümetlerin görevi yurttaşlara refah sunmak. Bunu demokratik bir ortamda yapmak. İntiharların tavan yaptığı işçilerin hak arama mücadelesi olarak intihara yöneldiği bir ülkede iktidar temsilcilerinin vakaları psikolojik analizlerle açıklamaya kalkmasının mantıklı bir izahı olabilir mi? Türkiye ise o ülke, olur.
Tekrar olacak ama yazalım: Müntehir erkeklerin eş ve çocuklarını kendileriyle birlikte ölüme sürüklemesinin ne anlama geldiğini ortaya koymak şart. Bu tercihin trajedi olmakla birlikte cinayet olduğunun da altını çizmek. Aile reisi erkeğin bu kadar kolayca karar vermesi de tarihsel sosyokültürel bir duruma tekabül ediyor çünkü.
İntiharda çocuk ve eş katli: PatriaPotestas
“Çok uzun zamandır kafamda kuruyordum. Kendimi öldürmem eşim ve çocuklarımı içinden çıkılmaz bir buhrana bunalıma sokabilirdi. Onları da yanımda götürmek en mantıklısı idi. Arkamızda kalanlar üzülecek, ağlayacak, sızlayacak sonrasında yavaş yavaş unutacaklar biliyorum. Çünkü büyükler her zaman söylerler ‘Ne olursa ölene olur’ diye. Bu söze istinaden canımdan bile çok sevdiğim eşim ve çocuklarımı bu kötü pis dünyada bırakamazdım. Sürekli dua ediyorum. Allah’ım bir mucize gönder diye. Bugün gözbebeğim canımın taa içi sevgili kızımı uyumaya götürdüm ve daha önce hiç olmadığı kadar sıkı ve uzun bir şekilde sarıldı bana. Yüreğim parçalandı.”(8)
Şu kesin ki Selim Şimşek iyi bir adamdır. Kötülük ve şiddet duygusunun etkisinde çocuklarının ölümüne sebep olmuyor. Ama bu durum Selim Şimşek’in çocuklarının canını alırken neredeyse bilinçdışına yüklenmiş sosyokültürel rol modelin etkisiyle davrandığı gerçeğini değiştirmiyor. Mektuba bakın: Müntehir, karısı ve çocuklarını yanında götürmeye kendisi karar veriyor. Konuşarak verilmiş bir karar olmadığı gibi bu son mektupta bu tür bir istişareye dair en küçük bir ima yok. Çünkü Baba, bunun kararını verme hakkını kendinde görüyor. Kendisinden iki yaş büyük (38) Sultan Şimşek’e bir yetişkin olarak fikrini sormaya gerek duymuyor. Ailenin içine düştüğü buhrandan kendini sorumlu tutuyor. Lakin çıkış noktası olarak gördüğü ölümü de yine kendisi dayatıyor. “Kötü ve pis” olarak tanımladığı dünyada , o gitse bile kalmak isteyebilecekleri hususunda en küçük bir tereddüt içinde değil. Ya da böyle bir cevap alsaydı acaba ne yapardı? Ama böyle bir soruyu sormak aklına bile gelmiyor! Sebep?
Sahiden Baba, mektubunda uzun uzun bu intiharın müsebbiplerini kendince ifşa ediyor. Yani kendince suçlu gördüklerini açıklayacak kadar bilinci yerinde. Gel gör ki eşine yaşamak isteyip istemeyeceğini sormayacak kadar onun hayatı üzerinde hüküm sahibi. Oysa eşiyle hayatının belli bir döneminde tanıştılar. O, çocukları gibi değil. Bağımsız bir özne olarak yaşadı ve yine yaşayabilirdi. Yani eşini bırakıp yoluna gitmesine izin verebilirdi müntehirin mantığıyla düşünürsek eğer. Böyle yapmıyor ama. Çocukları üzerindeki hakkını ise zaten mutlak olarak gördüğü kesin. O iki kız çocuğunu o yarattı. Bir nevi Tanrı kimliğinde. Nasıl yaratma hakkı varsa yok etme hakkının olduğunu düşünmüş olmalı. Kendi canının mütemmim cüzü olarak görüyor kızlarını. Kendisinden bağımsız bir özne, özgür bir yurttaş, onun tahakkümünde değil de sadece ilgi ve bakımı altında iki birey olduğu aklına bile gelmemiş olmalı. Bu mantıkla o çocukların canları, ancak Baba ile birlikte anlamlı. Baba yoksa çocukların da yaşaması elzem değil. Müntehir Baba, belki bunları hiç düşünmedi lakin onun kültürel kodlarında bu var. Mektupta, ailesinin kendi ölümüyle “içinden çıkılmaz” buhrana girmesini istemediği anlaşılıyor. Sorulması gereken soru ise şu: Bir insan hayatta mutlu olmak ister belki ama mutlu olmadığı için yaşamdan da vazgeçmez. Kısaca bir insan mutlu olduğu için değil yaşamak için yaşar. Eşi ve çocuklarının mutsuzluğu kendilerini öldürecek kadar olmayabilirdi. Acı çekerler lakin bir şekilde hayatlarını sürdürürler ve hatta bu trajediyi aşmasını bilip yollarına devam edebilirlerdi. Keşke Baba da intihardan vazgeçip sorunlarına çözüm bulabilecek ekonomik politik sosyal çözümler için çaba harcayabilecek kadar duygu dünyasını koruyabilseydi. Ama tek başına eylemini gerçekleştirmiş olsaydı çocukları ve eşine şans tanımış olacaktı. Hayatta kalmak da bir şanstır çünkü. Lakin bu şansı onların elinden aldı. İşte bunun sebebi ne yazık ki babanın mektupta yazdığı satırlar değil. O satırların samimi olduğuna şüphe yok. Ölüm aşamasında yazılmış bir mektup bu. Ama karısı ve çocuklarını öldürme eğilimi Selim Şimşek’te açık ki bir cinayet arzusu değil. Ama kültürel bir öğretilmiş durumdur. Ve bu kültür Roma Hukukuna kadar gider.
Roma Hukuku’nda PaterFamilias yani Aile Reisi olan erkeğin, ailesi üzerindeki iktidarı neredeyse sınırsızdır. Babanın bu sınırsız gücüne PatriaPotestas deniliyordu ve ailesini çoluk çocuk demeden öldürme hakkı buna dahildi.
“Eski Roma’da familia terimi en geniş anlamı ile aile birliğini ifade ediyordu. Familia, patria potestas’a bağlı bütün kişileri içine alırdı. Patria potestas, dar anlamda babaya ait olan güç, babadan gelen iktidar ve yönetim hakkını; geniş anlamda ise aile reisi olan pater familias’ın ailesindeki bütün çocuklar, torunlar, aileye dahil diğer kişiler ve köleler üzerindeki hakimiyetini ifade ediyordu… Pater familias; Roma vatandaşının kullanabileceği bütün hakları kullanabiliyordu (ve) aile fertleri üzerindeki hakimiyeti mutlaktı. Öyle ki, aile fertlerini açıkta bırakabilir, evlenmelerine engel olabilir, boşayabilir, onları satabilir veya öldürebilirdi. (Bu) mutlak hakimiyet, vitaene cisque potestas (=hayat ve memat) yetkisine dayanıyordu.(13)
Roma Aile Hukuku, kudretli aile reisi üzerinden despotik erkek egemen bir toplum ve devlet yapısı inşa etti. Aynı anda ataerkil düzenin detaylandırılmış mükemmel hukuk ayağı olarak işlev gördü ve Roma İmparatorluğu’nu, bu ideolojik sosyo cinsiyet yapılanması çerçevesinde güçlü kıldı: Güçlü, ayrımcı ve adaletsiz. Roma Hukuku’nda baba, çocuklarını ve eşini, bunalıma girmeden ve intihar etmeden de öldürme hakkına sahipti. Sebep ya da meşru sebep göstermek zorunda değildi. Bugün ise erkek, ailesine asgari hayat standardı sunamadığı için, hayatlarını ellerinden alabiliyor. Paradoks tam da burada: Madem sizi iyi yaşatamıyorum o halde hiç yaşamayın! Patria Potestas’ın bir başka versiyonu bu. Vitae necisque potestas yani hayat ve memat hakkı yine Aile Reisi olarak erkeğin elinde. Erkek yine bu ölüm kalım meselesine tek başına karar veriyor. Ne kadın ne çocuklar, bu ölümcül iktidar alanını paylaşabiliyor. Üstelik söz konusu olan kendi hayatları. O yüzden Selim Şimsek, mektubundan anlaşıldığı üzere ölüm kararı verirken rahat davranıyor. Ne onlara soruyor ne onaylarını alıyor. Karar veriyor ve uyguluyor. Bu yetkinin kendisinde olduğuna dair en küçük bir şüphesi yok. İşte bu yetki, Roma Hukuku’na uzanan tarihsel yoldan müntehire aktarılıyor. O kadim hukuktan herhalde haberi yok. Buna gerek de yok. Ama tarihsel akış, müntehire ailesini katlettirecek sosyokültürel geleneği getirip maktul-katilin önüne bırakıyor. Bu geleneğin dayandığı bir sosyolojik temel var çünkü.
“Bu sosyolojik temel, aile içinde işlenen insanlık suçlarına gösterilen müsamahayı da açıklar. İflas etmiş bir babanın çocuklarını öldürmesi trajik, kabul edilemez ama anlaşılabilir görülmektedir. Anlaşılabilir olmak meşruiyete atılmış ilk adımdır. Ailesinin geçimini sağlamak gibi asli vazifesini yerine getiremeyen babanın çocuklarını da kendisiyle birlikte “sürünmesinler” gerekçesiyle öldürmesi aslında babanın çocukları ve karısı üzerindeki tanrısal otoritesini simgeler. Bu tanrısal otoritenin kaynağı, baba olma durumu değil babalık kurumu ve dolayısıyla toplumun kendisidir. Mazeretli cinayetin meşruiyeti bu toplumsal onaydan gelir. Tam da bu nedenle karısını, bin bir sebeple öldüren koca, mazeretlerini aslında toplumdan öğrenmektedir. Ve aynı sebeple kendisine kıymasının da sebebi bu otoritedir: Ailenin varlığı sürdüremeyen erkek, yaşamayı da hak etmez. Rojin’in babası ısrarla birlikte olmak isteğini reddeden dolayısıyla aileyi dağıtan eşini cezalandırmak için mutlak hükmü altında gördüğü kızını öldürürken kendi canına da aynı anda kıyar.”(14)
Yoksul düşen zenginin ailesini katlederek intihar etmesi bildik vaka. Ancak erkeğin ailesi üzerinde kullandığı ölüm yetkisi o kadar tuhaf vakalarda ortaya çıkıyor ki meşru sebep üretmek bile imkânsız hale geliyor. İkibinlerin başında bir erkek, önce altı çocuğunu Boğaz Köprüsü’nden atmış ve sonrasında karısıyla birlikte aynı boşluğa kendisini bırakmıştı. Küçük çocuk bedenlerinin denizden çıkarılması sahnesi, prime time haberlerine düştüğünde herkes büyük bir şok yaşamıştı yine. Ama asıl şok dalgası, intiharın sebebi açıklandığında vuracaktı: Erkeğin bir sevgilisi vardı. Ayrılmak istiyordu. Erkek yanaşmıyordu. Kadını ikna edemeyince vicdan azabıyla onu ömrü boyunca cezalandırmak istedi. Ve ailesini toplayıp Boğaz Köprüsü’ne giderek kadına kestiği cezayı çocukları karısı ve kendi hayatı üzerinden uyguladı. Müntehir’in mektubunda detaylar vardı. PatriaPotestas yasası burada da işlemiş ancak bu kez haberi okuyanlar korkunç katliamı meşrulaştıracak tek kelime dahi edememişlerdi. Erkek, bu kez çocuklarının hayatını bir başkasının vicdan azabıyla değiştiriyordu. Erkeğin nezdinde karı ve çocuklarının kendisinden bağımsız kişilikleri yoktu. Erkek yok oluyorsa aile efradı da peşinden gelmeliydi. Bunun tartışılacak bir yanı yoktu.
Çocuklarını kendi hayatının mütemmim cüzü olarak gören kadınlar da var. Bu kadınlar arasında Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in eşi Magda Goebbels belki de en ünlüsü. “Utanç ve aşağılanma ile yaşayacaklarına, ölmeleri daha iyidir.”(15) diyerek en küçüğü 4 en büyüğü 12 yaşındaki biri oğlan beşi kız toplam altı çocuğunu Sovyet Birlikleri Hitlerin sığınağına girmeden önce siyanür ile öldürttü. Siyasal inançları için altı çocuğunu öldürecek kadar çocuklarını birey olarak görmüyordu o da. Komünist olma ihtimalleri hayatta kalmalarından çok daha korkunçtu ona göre. Sovyet ordularının o çocuklara zarar vermeyeceğini tahmin etmek hiç zor değil. Yaşasalardı, belki de kimsenin ummayacağı farklı bir kader çizerek kendilerine, insanlık tarihinde yerlerini alabilecekti her biri. Lakin bu kez anne kendi “Potestas”’ını uygulamakta kararlıydı: “Nasyonal sosyalizmin olmadığı bir dünyada çocuklarımın ne işi var!”(16) Çocuklarının bağımsız bir kaderi olduğunu kabul etmeyen ve onlara bu hakkı vermeyen bir “Cellat-Tanrı”nın sesi yankılanıyordu Sığınakta 1 Mayıs 1945 günü. Tıpkı son toplu intiharlardaki baba müntehirler gibi. En büyük kız Helga’nın vücudundaki morluklar ise öldürüleceğinin farkında olan küçük kızın ilacı içmemek için direndiği ve şiddete maruz kaldığının delili.(17)
İçselleşmiş öldürme hakkı
Baba ve genel olarak ebeveynin intihar etmeden önce çocuklarını katletme eğilimi, bir cinnet halinden öte “içselleştirilmiş öldürme hakkı”na dayanır. Baba’nın derinlerde hissettiği Tanrısal İrade; “Ben yarattım! Ben yok ederim!” mantığı! O çocukların hayat-memat hakkı, kendisindedir. Öyle hissetmektedir. Ama bu duygunun kökeninde ebeveyn olmanın ontolojisi yok! Çocuklarının hayatlarına, onların iradeleri hilafına son verme hakkının kendisinde olduğunu aile reisi olarak erkeğe düşündürten bir kültür var. Çocuğu kendinden bağımsız bir varlık ve birey olarak görmesine engel olan bir kültür! Aklının bir köşesinde, gizli bir yerde o çocuğun hayatına son verebilecek kültürel kodları taşıyor. Mutlu aile fotoğraflarındaki sorumlu baba figürü, o fotoğrafta yer alan çocukların hayatına, gerekirse son verebilecek cellat rolünü de içeriyor. Üstelik en mutlu olduğu anda içerde var olan bir durumdan söz ediyoruz. Şunu vurgulayalım: Son iki intihar vakasında babanın eş ve çocuklarını öldürerek hayatına son vermesinde ağır iktisadi yıkımın yarattığı psikolojik tahribatın etkisi olduğu vakıa. Ve o erkekler kötü günlerinde çocuklarına kötü davranmadılar onları incitmediler. Yani sosyo ekonomik çaresizlik, bir provokatör olarak çalışıyor bu vakalarda. Ama kadın cinayetlerinde olduğu gibi çocukların ve eşlerin hayatına –onların iyiliği için- son verme iradesi, cinnet hali değil öğrenilmiş kültürel koddur. Bu fikir, aile reisliği-babalık kurumunun ruhuna içkindir. Sorumluluk olarak tanımlanır ve cinayete kapı açar. Tıpkı kadın cinayetlerinde olduğu gibi erkeğin kadın üzerindeki tarihsel tahakkümünü kırmak için nasıl bir sosyo kültürel bir değişim gerekiyorsa çocukların babadan tam olarak ayrı bir özne olduğuna ikna edecek bir kültürel zihinsel dönüşüme de ihtiyaç bulunmakta.
Epilog
Türkülerde sevda yüzünden intihar edenlerin trajedileri duyulur. “Arda Boyları”, böyledir mesela. “ Sevdiği yerine Gıymatlı İsmail’e varmamak için Arda nehrine atlayıp intihar eden genç bir kızın acısını bizzat kızın ağzından dinleriz.(18) Neşet Ertaş bir ağıdında eşinin ailesinin baskısına dayanamayan genç bir kadının bebeğiyle birlikte yine bir nehre bu kez Kızılırmak’a kendini atarak intiharını anlatır. (19) Süavi ise pop formundaki bir şarkıda ihanete uğramış bir adamın, eşine kıyamayıp kendisini öldürmesinden söz eder.(20) Ahmet Kaya ise şehir yalnızlığının nasıl ölümcül duyguları tetiklediğini o muhteşem eserinde, hem söz hem müzikle dinleyiciye iletir. Şarkının adı çarpıcıdır: İçimde intihar korkusu var.(21)
Nazım Hikmet, sevda yüzünden ölmenin ayıp olmadığını hatırlatır şair duyarlılığıyla Tahir ile Zühre şiirinde.(22) Belki müntehir sevdalılara bir saygı duruşudur yaptığı. Çünkü Nazım da bilir, aşkın öznesi değil kendisidir rüzgarına kapıldığımız. Arda Nehri’ne atlayan genç kızı kurtarmak mümkündü. Süavi’nin şarkısında aşkını kaybeden Ali’yi de. Çünkü intihar, eylem coşkusu zirvede mütemadiyen hissedilebilecek bir duygu değildir. O gizli mektup, elimizin altında olsa bile hayata tutunmayı tercih ederiz. Yine Ahmet Kaya’nın ünlü şarkısında olduğu gibi Acılara Tutunuruz hatta. Çünkü varoluş, hayattan yana kullanmak ister tercihini. O yüzden intihar istisna, yaşamak aslolandır. Umut, aslolan, keder istisnadır.
Ancak keder ve umutsuzluğun yükseldiği dönemler olur. Toplumları darmadağın eden savaş kıtlık, salgın hastalık, siyasi ve iktisadi kriz dönemleri. Her öğünün ve akşam başını sokacak bir evin ve hayatta kalmanın mesele olduğu o kırılma anları. İnsanî kriz dönemi. İntihar’ın zirveye oturduğu yıllar. Buna rağmen yine de yaşamak içindir çaba! Mesela İkinci Savaş’ta toplama kamplarında gaz odalarının yanı başında tutsaklar hayatta kalmaya çalıştılar. Zaten umudunu kaybedenler –bu tür hayattan caymış insanlara kamplarda Müslüman deniyordu- intihar etmelerine gerek kalmadan besinsizlik ve hastalıktan kısa sürede can veriyorlardı. İntihar oranlarının düşüklüğü belki de ölümün çok yakın olmasıyla ilgiliydi. İntiharı düşünmeye gerek yoktu. Zaten Naziler bunun için ne kadar gerekli hazırlık varsa yapmışlardı. Bugün ya da yarın. Victor Frankl toplama kampında yaşamış biri olarak bazı şeyleri oluruna bırakmayı anlatır İnsanda Anlam Arayışı kitabında. Çaresizlik bir kaderine rızaya dönüşmüştür neredeyse. Bununla birlikte Böyle Buyurun Gaz’a Bayanlar Baylar adlı kitabın yazarı Tadeusz Borowski; Auschwitz’de hayatta kalacak, sonra kamptan kaçacak ancak tekrar geri dönüp isyan örgütleyecek ve savaştan sağ salim kurtulacaktı. Ama gördüğü insani karanlık onu hayata tutunamayacak kadar derin bir vazgeçişin kucağına bırakacak ve 3 Temmuz 1951 yılında intiharı tercih edecekti.(23)
Yarını belirsiz hayat insana yüktür. Kendisinin ve sorumlu olduğu ailesinin temel ihtiyaçlarını karşılayamamak ise ıstırap! Kasım ayında gerçekleşen toplu intiharlardan sonra ard arda gençler ıstıraplarına son vermek üzere ne yazık ki canlarına kıydılar. Belki açlıktan ölmek üzere değillerdi. Belki günlerdir sokaklarda gecelemiyorlardı. Ama insan değeriyle doğmasa da değerli hissetmek istiyor. Ve medeniyet bize yabancılaşmanın ölümcül soğukluğunu getirse de varoluşumuzu daha değerli hissettirecek bir kültürü de getiriyor. İnsanlık onuru denilen şey insanın öz değerinin yükselmesiyle ilgili değil mi? Sıradan insan üç yüz yıl öncesine göre varlığını daha değerli hissediyor. Özgürlük ve değer arasında bir ilişki var. Özgürlük duygusu geliştikçe yükseliyor. Varoluşumuz hacimleniyor. Bencil ve kırılgan oluyoruz ama. Dört kardeşten oluşan Yetişkin Ailesi ilgili kurumlara başvurmayı onurlarına yedirememesini not edelim. Evet varlığımız daha değerli. Ve o değerli varlığımız üç yüz yıl öncesine göre daha yalnız. Daha fazla iletişim halindeyiz dünyanın her köşesiyle lakin üç yıl öncesine göre daha fazla tek başınayız. Daha özgür daha yalnız daha zayıf daha tek başına kahraman olmaya aday. Kapitalizm, özgürlüğü sosyalliğimizi parçalayarak bize sunuyor. Bütün içinde özgür olmak yerine parçalanmış bir bütünlükte var olmaya çalışmak. Bu nedenle daha şekilci daha bencil daha kendine dönük daha içine bakan ama ötekini merak etmeyen birey… İnsanda değer sorunu değerin sorunlu hale gelmesiyle sonuçlanır. Ama bu hakikatin bir yüzü. İnsanın varlığıyla ve değeriyle teması önemlidir. Ve değerlidir.
Varlığımızı değerli hissettikçe kırılgan dönemlerde hayatla bağımız çok daha hassaslaşıyor. İktisadi krizle ailesine ekmek evet bir somun ekmek getiremeyecek duruma gelen ve bunu da sosyal yardımlaşma ya da emekçi sınıfların dayanışma ağları üzerinden sağlayamayan birey çaresizlik girdabının içine yuvarlanıyor. Neoliberal politikalar bu yüksek değer duygulu insanı ilkçağların mutlak yoksulluk çağına gönderiyor. Böylece gerilim kat be kat artıyor. Bu nedenle intiharların Türkiye özelinde geçmişe göre çok daha artacağını söylemek kehânet değil.
İntiharın önlenmesine ilişkin çok şey yazılıp proje geliştirilebilir. İlk yapılması gereken ise müntehir adayının eylemle ilişkisini o kritik anda kesebilmek. Bu başarıldığı takdirde büyük olasılıkla bir intihar vakasını tümden önleyebilmiş oluruz. Bunu sağlayacak ise Neoliberal devletin yurttaşın sağlığıyla teması kestiği noktada sosyal ve sınıfsal dayanışma ağlarının varlığıdır. Kaybedenlere el uzatacak olan aynı kadere mahkum edilmek istenen Lanetlilerden başka kimse değildir.
Şiirle başladı yazı. Şiir koysun son noktayı.
Neşeli varoluş
Özgürüm ben.
Neden varım? Bilmiyorum.
Hiçbir şey bilmiyorum anlama dair.
Kim ne söylerse yalan. Kim ne söylerse derdine derman değil.
Ama söylemeyi seviyorum.
Bırakın söylesinler, saçmalasınlar üstelik!
Öyle bir yol ki bu; adım atarsan önünde,
Durursan yok!
Yürürken yolumu buluyorum, seviyorum bunu!
Hayatımın kâşifiyim.
Sancılarımı, bunaltımı ve ölmekten korkmayı seviyorum.
Anlayamıyorum yok olmayı ama heyecan veriyor.
Tanrı yok, biliyorum. Olsaydı, bu kadar acı ve imkân yüklü olmazdı Hayat.
İşte şu klavye üzerinde dolaşan ellerimiz duvar ustası!
İyilik, kötülük, tahakküm, eşitlik ve zulüm, ne varsa örüyor.
Tanrı meğer ve yazık ki bizmişiz, bunu seviyorum.
“Görecek günler var daha!” dizesini seviyorum mesela
Görüp göremeyeceğimiz şüpheli bile olsa…
Seviyorum inat etmenin gerçekle çekişmesini
Çaresizlik içinden uzun çöpü çektiren umudu seviyorum.
İntihar mektubum cebimde, evet!
Her satırı ezberimde üstelik.
Ama yaşamaktan yana kullanıyorum tercihimi.
Yalan değil! Seviyorum cebimdeki revolveri.
Tetiğe değil hayata asılacak tutkuyu veriyor bana.
Veriyor bütün çıkmazlarımı köprüden önceki son çıkışa
Çünkü yokluk bu denli yakınken, terk edilmesi imkânsız bir kadındır varlık
Tutkuyla âşık olmayı seviyorum.
Seviyorum sevmelerin her çeşidini
Hem korkuyorum bilmediğim yollara sapmaktan hem o sokaklara götürüyor adımlarım beni
Ve itiraf ediyorum özgürüm ben!
“Tüzükler” ve sol şeridi tıkalı trafiğe rağmen özgürüm
Şu kelepçeli aklıma ve dilime hükmeden dile rağmen…
Martı Jonathan şahidim olsun, doğru bu!
Seviyorum her şeyi mümkün kılan varoluşu.
Özgürlüğü seviyorum!
Dizin
(1)“Neden İntihar Etmeliyiz Saat 14:30’da Konak Meydanında?” Murat Utkucu. Yayımlanmamış Şiirden
(2)https://fikrisinema.com/iz-surucu/
(3)http://www.beyazperde.com/filmler/film-258374/
(4) https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvRENfQ29taWNz)
(5)Bununla birlikte bu korkunç hissetmenin de ideolojik arka planı olduğunu hatırlatalım. Nazi toplama kamplarında ya da Ermeni ve Tutsi Soykırımları’nda sayısız çocuk katledildi. Bu suçlara ortak halkların çok azının itirazı oldu o süreçte. Bırakın o kritik zamanları bugün bile sıradan bireyin nezdinde; sınıf ulus din mezhep ve coğrafya, çocuğa verilen değer için belirleyici kriterler. Suriyeli Kürt bir mülteci bebeğin boğularak ölmesinin anlamı yok mesela bir başka bebeğe nazaran bu coğrafya. Bir Meksikalı bebeğin de bir Yankee gözünde. İnsan ve vicdan olgusu sanıldığı gibi aşkın- mütelaî yani teolojik olmadığı buradan anlaşılıyor.
(6)http://guvenlicalisma.org/19902-bir-eylem-bicimi-olarak-intihar-girisimleri-ulas-tastekin
(7)http://guvenlicalisma.org/19680-milli-ve-yerli-bir-intihar-a-selcuk-atalay
(9)https://tele1.com.tr/diyanetten-isyan-etmeyin-hutbesi-103437/
(10)https://onedio.com/haber/bir-tarikatin-toplu-intihari-jonestown-katliami-incelemesi-425876
(11)http://www.yeniyasamgazetesi1.com/intiharin-a/
(12 )https://www.egehaber.com/gundem/antalya-da-siyanurle-olen-aileden-baba-selim-simsek-in-h286212.html
(13 )https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/235993
(14 )https://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/337/rojin-in-sucu-ne#.XdlN8-gzbIU
(16)https://m.bianet.org/bianet/kultur/58593-cokus-ve-adolf-hitler-uzerine
(17)https://www.fullhdfilmizlesene.net/savas-filmleri-izle/cokus-filmini-hd-izle/
Madame Magda Goebbels savaşın seyri değiştiğinde karar vermişti aslında. İdeallerinin olmadığı bir dünyada çocuklarının yaşamasını istemiyordu. En büyük kızları Helga durumun farkındaydı ve endişeleniyordu. Joseph Goebbels’in çocuklarını öldürmek gibi bir niyeti olmadığı anlaşılıyor. Bu karısının iradesiydi. Tüm çocuklarının isimlerinin H harfiyle başlaması onun ideolojik saplantısının iziydi. Çocuklarını isimleriyle nasıl Hitler’e bağladıysa yazgılarını da bu adamın hayatına zincirleyecekti…
Siyanür ile bir doktora öldürttü hepsini. Helga’nın direndiğini ve hapı içmek istemediğini bunun için darp edildiğini tespit etti Sovyet hekimleri. Çocukların cesetleri ranzalarında bulundu.
İlyada ile Hitlerin sığınaktaki son günlerini anlatan Çöküş filmini izlediğimizde sanırım yedi yaşındaydı kızım. Goebbels’in çocuklarının trajik sonu da anlatılıyordu filmde. Annenin çocuklarını savaşta yenildikleri için öldürme fikrine o kadar şaşırdı ve isyan etti ki isyanına ben şaşırmıştım kızımın. Demişti ki “Baba bu çok saçma! Yenik çıktığı için ülkesi bir insan çocuklarını nasıl öldürür? Çocuklara ne o savaştan? Onların hayatı ile ne ilgisi var ki? Bu kadın deli baba” demişti. Bence anne babanın çocuğunun canını alması fikri onu çok rahatsız etmişti. Çünkü çocuklar güçsüzdür. Savunmasızdır. Muhtaçtır. Ebeveynler çoğu zaman çocukları için ıstırap kaynağıdır. Böyle durumlarda da eceli… İlyada bu son durumdan fena halde ürkmüştü aslında.
Bayan Goebbels; savaş sonrası babalarının katil olduğunu çocukların duymaması ve Sosyalizmin zaferine tanık olmalarını göstermemek belki de Nazizm dışında bir başka ideolojiyi benimsemelerine izin vermemek için çocuklarını öldürttü. Nazi ütopyası çökmüştü ve sadece kendisinin değil çocuklarının da artık hayat hakkı yoktu ona göre. Buna kendisi karar verdi ama. Oysa Sovyet birlikleri sığınağa girdiklerinde çocuklara dokunmayacaktı ihtimal. Ve ihtimal onları Moskova’ya götürerek Bayan Goebbels’in tam da tahmin ettiği gibi sosyalist eğitimden geçireceklerdi.
Peki tüm bunların önemi var mı? Şu hayatta tam olarak neyin önemi var?
Frau Johanna Maria Magdalena Goebbels, Tanrı-Cellat rolüne soyunmuştu. Bu rol ebeveyn kültürüne içselleşmiş bir yaratan-yok eden ikiliğinin parçasıydı. O çocuklarını olası acılardan kurtarmak için öldürüp intihar etmedi. Tanrı olduğu için onları yok etme hakkını kendinde gördü.
Ve çocuklar… Nazi Devletinin zirvesinde yaşadıkları “Dolce Vita”‘dan, aynı devletin sığınağında yok edildikleri ana kadar kendileri hiç olamadı o çocuklar. Bu şans onlara verilmedi.
O çocuklar içimi acıtır hep.
(18). https://www.youtube.com/watch?v=iH1FL8kLpjQ
(19). https://www.muzikdinle.com.tr/neset-ertas/son-bakisim-dinle.
(20). https://www.youtube.com/watch?v=fKOSHS98JAA
(21) https://www.youtube.com/watch?v=fnL94ETNKAM
(22). http://siir.me/tahirle-zuhre-meselesi
(23 Böyyle Buyurun Gaz’a Bayanlar Baylar, Tadeus Borowski, Göçebe Yayınları, Çev. Mete Tunçay
(23) Enternasyonal Marşı’ndan.