Cadılar
Suya atıyor kilisenin cellatları… Batarsa masumdur, suyun yüzünde kalırsa “cadıdır” diyorlar. Elleri kolları bağlı zaten, ölümden başka şansı yok. Oldu ki çabalayıp suyun yüzünde kaldı ise zaten yakılacak… Orta Çağ’ın icadı değil cadılık. Hep vardı ve var olmaya devam ediyor başka biçimlerde.
On beşinci ve on yedinci yüzyıllar arasında Avrupa’da beş yüz bin kişi cadılıktan hüküm giydi ve yakılarak öldürüldü. Öldürülmeden önce işkence gördüler ve itiraf etmeye zorlandılar. “Zor kullanılarak parçalanmış kol ve bacaklar, kafadan fırlamış gözler, bacaklardan koparılmış ayaklar, eklemlerden burkulup çıkarılmış tendonlar, yerlerinden çıkarılmış kürek kemikleri, vücudun derininde şişmiş toplardamarlar, çekip çıkarılmış yüzeysel damarlar, baş aşağı ayaklar yukarı durumdayken yere asılmış kurbanlar gördüm. Celladın kurbanı kırbaçladığını, falaka sopasıyla öldüresiye dövdüğünü, aletle işkence yaptığını, aşırı ağırlıklarla ezdiğini, iğneler sapladığını, çepeçevre iplerle bağlayıp kükürtle yaktığını gördüm. Kısacası, insan vücuduna nasıl saldırıldığını kanıtlayabilirim, bundan esefle yakınabilirim.”
Bunları anlatan cadı çılgınlığı yıllarının çağdaşı olan eleştirmen Johann Matthaus Myfarth anlattıklarına ekliyor; “Bitip tükenmez işkencelerden sonra kadın itirafta bulununca cellat ona şöyle der: ‘Eğer yaptığın itirafları reddetmek niyetindeysen bunu bana şimdi söyle o zaman ben iyi davranırım. Eğer mahkeme önünde itirafı reddedersen, benim elime düştüğünde o ana dek seninle sadece oyun oynadığımı görürsün, çünkü sana öyle davranırım ki bunun karşısında bir taş bile gözyaşları döker.’ Margaretha mahkemeye getirildiğinde yanında zindancı ve cellat, arkasında silahlı muhafızlar dururlar.”
İnsanların işkence görmesinde, boğdurulmasında, yakılmasında ve dönemin özelliklerinde iki soru sormak gerekir. Birincisi; Herhangi bir insan cadıların süpürgeye binip havada uçtuklarına neden inanır ya da neden inanması gerekir? İkincisi; On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda cadılara dair kanı, neden bu kadar yaygın bir biçimde benimsendi? Sanırım her iki sorunun cevabını da “pratik ve dünyasal” işlerde aramak gerekir.
Şöyle ki;
Cadı avlama sisteminin sonucunda yoksullar sonunda şuna inandılar ki, onlar prenslerin ve papaların kurbanı değil cadıların ve şeytanların kurbanıydılar. Çatınız mı aktı, ineğiniz düşük mü yaptı, yulafınız mı çürüdü, şarabınız mı bozuldu, başınız mı ağrıdı, bebeğiniz mi öldü? Bunun sorumlusu bir komşuydu, sizin tarlanızın çitini yıkan, size para borcu olan ya da sizin toprağınızı isteyen bir komşu, cadıya dönüşen bir komşu… Ekmeğin fiyatı mı yükseldi, vergiler mi arttı, ücretler mi düştü, işler daha da mı azaldı? Bütün bunlar cadıların işiydi… Her köy ve kasaba sakinlerinin üçte birini veba ve açlık mı silip süpürdü? Habis, cehennemlik cadıların cüreti hep gittikçe daha da artıyordu? Halkın hayali düşmanlarına karşı kilise ve devlet cüretli bir kampanya hazırlıyordu. Devlet güçleri bu belayı defetmek için sınırsız çabalar harcıyorlardı ve gerek zenginler gerekse yoksullar bu savaşta sergilenen enerji ve yiğitlik için minnettar olabilirlerdi.
Cadı çılgınlığının pratik anlamı şuydu; Bu çılgınlık son dönem orta çağ toplumunun yaşadığı bunalımın sorumluluğunu hem kilisenin hem devletin üzerinden alıp bunu insan biçimindeki imgesel şeytanlara yüklüyordu. Bu iblislerin acayip etkinlikleriyle zihni meşgul, aklı başından gitmiş, yabancılaşmış, yoksullaşmış kitleler, kokuşmuş rahiplerin ve açgözlü soyluların yerine gemi azıya almış şeytanı suçluyorlardı. Kilise ve devlet yalnız temize çıkmış olmakla kalmıyor ama bunlar aynı zamanda vazgeçilmez hale getiriliyordu. Kilise ve soylular insanlığın “büyük koruyucuları” olarak ortaya çıkıyorlardı.
Dönemin muktedirleri cadılığı ortadan kaldırmayı denemek yerine bilhassa yayılmasını sağladılar. Dünyanın hâlâ bu kafa tarafından yönetildiğinin de farkında olarak sormak gerek. Neden acaba? Komşumuzu düşmanlaştıran, sığınmacılara, mültecilere yukarıdakilerin dışında herkese “öteki” diyenlerin bir bildiği vardı. Bu uğurda hurafeler yaratan, dayanışmanın önüne türlü engeller çıkaran, halk buluşmalarını engelleyen, aklı zekâsı halk için işleyen herkesi şeytanlaştıranların bir bildiği vardı. Bir günde sekiz kadının erkekler tarafından katledilmesinin hesabını sormayanların; kadınları köle gibi gösteren uygulamaların karanlık köşelerde yayılmasını, kök salmasını sağlayan zihniyetlerin tarih boyunca elbet bir bildiği vardı. Özellikle kadınlardan korkmalarında bir “hikmet” vardı.
Biz kadınların cadı olduğumuzda kuşku yok! Maharetli ellerimiz var. Sihirli ellerimiz… Canımız ne isterse, kafamıza koyduğumuzu yapma yeteneğimiz var. Gözlerimizle büyüleme yeteneğimiz… Rahmimizde bir insan büyütme, insanı doğurma, doğumun acısını bir kenara bırakıp yeniden yeniden doğurabilme becerimiz var. Topraktan, taştan, bitkiden, hayvandan yeni bir dünya yaratmaya, dünyayı güzelleştirmeye meyilliyiz. Hayatı yaratan, yoğuran, mayalayan, pişiren biziz. Güç biziz. İyiyiz… Bu nedenle tarih boyunca kötülerin hedefiyiz.
Kötüler
Dünyada kim aptaldır diye sorarsanız, kötülerdir, zalimlerdir diyebilirim. İnsanları yönetmeye kalkan tüm aptallar beceriksiz, tüm beceriksizler kötü, tüm kötüler zalimdir. “Ben” derler, “hep bana” derler, gücü parada, malda mülkte görürler. Lüks içinde yaşarlarken, saraylarında, konaklarında, villalarında, şatolarında, camilerinde, kiliselerinde keyif sürerken iyidirler… Ne vakit servetleri riske girer o vakit aptallıkları aktif hâle gelir, kötüleşir, zalimleşirler. Ne yazık ki güçlüdürler. Ellerindeki en büyük güç de olan biteni izleyen, korkan, alkışlayan, kötülükten nemalananlardır.
İzleyenler
Gözümüz doğanın bize verdiği en kıymetli organ… Görürüz, düşünürüz, aklederiz… Bu sayede oluruz, eyleriz, dünyayı gözümüz sayesinde anlarız. Şüphesiz ki anlamak için sadece izlemek yetmez. Gözün görmesi aklın anlaması anlamına gelir ki sadece izleyenler, düşünmeden izleyenler gözleri kadar “araçtır” sadece. O kötüler ki tarih boyunca izleyenler, izlediklerinden korkanlar, korkularına yenik düşerek alkışlayanlar, kötülükten kaçmanın yolunu yaranmak olarak görüp kötülüğe alet olanlar nedeniyle ihtişamlı kötülüklerini hiç çekinmeden sergilediler bugüne kadar. O kötüler kimi zaman cadı avına çıktılar, kimi zaman günah keçileri buldular, kimi zaman savaş çıkarttılar, acımadan katlettiler, soykırıma tevessül ettiler… Bu dünyadan yara almadan yaralayarak gittiler… Bu olanlar onların başarısı değil, izleyenlerin başarısızlığıydı hiç kuşkusuz.
Çünkü insanlar üçe ayrılıyordu. Biz cadılar, kötüler ve izleyenler…
(Yazıda cadılık konusunda faydalandığım kaynak; Marvin Harris’in “İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar” adlı muhteşem kitabı. İngilizce aslından çeviren, M. Fatih Gümüş. İmge Kitabevi 3.baskı.)