İnsan merkezli düşüncenin kökenleri, eski Yunan felsefesine kadar uzanır. Aristoteles, doğanın insan ihtiyaçlarını karşılamak için var olduğunu öne sürerek doğaya ve canlılara yönelik hiyerarşik yaklaşımı savunur. Aynı yaklaşım tüm büyük dinler bakımından da geçerlidir.Tanrı’nın insanı diğer canlıların üzerine yerleştirdiği inancı, doğanın kaynaklarının sınırsızca kullanılabileceği fikrine alan açar.
Modern dönemde Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte, insanın doğa üzerindeki üstünlüğü fikri bilimsel ve teknolojik gelişmelerle tahkim edilir. Francis Bacon ve René Descartes gibi düşünürler, doğayı anlamak ve kontrol etmek için bilimi bir tahakküm aracı olarak ele alır. Bilimin, doğanın bilinci olarak insanın kendi aracılığı ile doğayı anlamasının yolu değil bir tahakküm aracı haline getirilmesi pozitivist sakatlanmanın ürünüydü. Burjuva modernizmin bilimi pozitivist felsefeyele sakatlamasının sonucu olarak doğa mekanik bir yapıya indirgenir ve insana onu fethetme hakkı verilir!
Pozitivist kalıntılar
İnsan ve doğa arasında hiyerarşik bir ilişki olduğu fikri Marx’ın kimi yazılarında da yer bulur kendine. Aydınlanmacı pozitivist burjuva düşüncenin bu kalıntıları Marksist sosyalizm kavrayışı geliştikçe geriye düşüp kadük hale gelse de; komünizmin sınıf çelişkileri nezdinde toplumsal çelişkilerin geride kalacağı, gelişimin insan doğa çelişkisine dayanacağı bir aşama olduğu fikrinde varlığını sürdürmüştür.
Diğer taraftan Marx’ın doğa ve toplum arasındaki ilişkiyi ele alan analizleri, doğanın kapitalist üretim süreçleri tarafından nasıl tahrip edildiğini gösterir. Marx, doğanın insan emeğiyle birlikte üretici güçlerin bir parçası olduğunu ve doğanın sömürülmesinin insan emeğinin sömürülmesiyle paralel olduğunu vurgulayarak, sosyalist bir ekoloji perspektifi için yeni bir kapı açar.
Sosyalist ekoloji
Sosyalist ekoloji perspektifi doğanın tüm bileşenlerinin eşit değerde olduğunu savunur. Bu perspektif, doğanın ve tüm canlıların insanlar kadar değerli olduğunu vurgular. İnsanlar, doğanın bir parçası ve ürünüdür dolayısıyla onunla eşit bir ilişki içinde olmalıdır. Bu yaklaşım, doğanın sömürülmesini ve tahrip edilmesini reddeder. Ekolojik krizlerin temelinde, doğayı insan ihtiyaçlarına göre şekillendirme çabası yatar.
Buna karşı insan ve doğa ilişkisinde eşitlik anlayışı tamamlayıcılık ilkesi ile birleşmelidir. Doğa, insanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan kaynakları sağlar, ancak bu kaynaklar sınırsız değildir. İnsanlar, doğayla uyum içinde yaşamalı ve onun döngülerine saygı göstermelidir. Bu perspektif, sürdürülebilir bir yaşam tarzını ve çevresel adaleti destekler. Sosyalist ekoloji perspektifi kapitalist sistemin doğayı metalaştırarak tahrip ettiğini ve bu tahribatın insanlığın geleceğini tehlikeye attığını savunur.
Abdullah Öcalan’ın konuya dair vurguları, bu bakımdan Marksist yaklaşımı pozitivist kalıntılardan arındırarak daha açık hale getirir. Öcalan’a göre, kapitalist sistemin doğaya yönelik tahakkümcü yaklaşımı, ekolojik krizlerin temel nedenidir:
“Ekolojik toplum anlayışı, insanın doğayla olan ilişkisini yeniden düzenlemeyi ve doğayla uyumlu bir yaşamı hedefler. Bu anlayış, kapitalist sistemin doğayı metalaştırarak tahrip eden yaklaşımına karşı bir alternatiftir. Doğa ve toplum birbirine bağımlıdır ve bu bağımlılık, ekolojik bir toplumun temelini oluşturur.”
Eşitlik ve tamamlayıcılık
Sosyalist ekoloji perspektifi, doğanın ve toplumun ayrılmaz bir bütün olduğunu savunur. Bu düşünce, kapitalizmin doğa ve insan üzerindeki tahakkümünü eleştirir ve bu tahakkümün ekolojik krizlerin temel nedeni olduğunu vurgular. Doğayla uyum içinde bir toplum inşa etmeyi hedefler. Bu, üretim süreçlerinin ekolojik sürdürülebilirlik ilkelerine göre yeniden düzenlenmesini ve doğanın korunmasını gerektirir.
Sonuç olarak, insan üstünlüğü miti, insanın doğaya hakim olma hakkını savunan tarihsel bir düşüncedir. Ancak, sosyalist ekoloji perspektifi, doğanın ve tüm canlıların eşit değerde olduğunu savunarak bu miti eleştirir. Doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşamı destekler ve kapitalist sistemin doğaya verdiği zararın altını çizer. Bu perspektifler, doğanın ve insanın birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu ve bu unsurların uyum içinde yaşaması gerektiğini vurgular. İnsanı doğanın dışında ya da karşısında olmaktan çıkararak gerçek yerine içine yerleştirir. İnsanı doğanın bilinci olarak konumlandırarak yabancılaşmayı kaldırmaya yönelir.