“Dünya mirası kabul edilen tarihi Hevsel Bahçeleri’ni askeri üsse çeviren zihniyet, şimdi de “tarihi dokuya uygun kentsel dönüşüm” diye bir kılıf uydurmuş, yeni ekonomik rant planına. İnsanların, kültürün ve de ekosistemin topyekün yokedilmeye çalışıldığı bir saldırı bu.”
DUYGU YILDIZ
Çatışma, sokağa çıkma yasakları, bombardıman, katliam, göç/sürgün ve şimdi de kamulaştırma…
Devletin, “operasyonlar bitti” açıklamasının üzerinden aylar geçtiği halde kentsel sit alanı Sur’un bazı mahallelerinde devam ediyor sokağa çıkma yasağı. Gerçi, sokağa çıkacak insanların da kalmadığı söyleniyor yasakların sürdüğü yerde. Belki de çoktan enkazların altında ya da evlerinde yaşamlarını yitirdi insanlar. Hafriyat kamyonları, Dicle Nehri ile Sur arasında mekik dokuyor her gün. İçeriden çıkarılan molozların arasında insan uzuvları bulununca, valilik tarafından kapatıldı molozların döküldüğü yer.
Savaşın Rantı
6 bin 300 parsellik alan kamulaştırıldı Sur’da. Üstelik, yasağın olmadığı ve çatışmaların yaşanmadığı bölgelerde de yapıldı kamulaştırma. Savaşın bir de rantı vardı elbette. Birileri hayatlarını, evlerini, umutlarını yitirirken, birileri “vatan, millet” temalı hamasi nutuklar atıyor, birileri de cebini doldurmaya devam ediyor.
Bu savaşın tek kârlısı, yakıp yıktığı tarihi Suriçi’ni gözü doymaz bir iştahla parsel parsel pazarlamak için ellerini ovuşturan iktidar. Dünya mirası kabul edilen tarihi Hevsel Bahçeleri’ni askeri üsse çeviren zihniyet, şimdi de “tarihi dokuya uygun kentsel dönüşüm” diye bir kılıf uydurmuş, yeni ekonomik rant planına. İnsanların, kültürün ve de ekosistemin topyekün yokedilmeye çalışıldığı bir saldırı bu. Üstelik, artık sesimizin çıkmadığı, günden güne alışarak bir parçası haline getirildiğimiz bu süreç, geri dönülemez bir noktaya taşınıyor kamulaştırma kararıyla.
”Bize evlerimizi göstermeden kamulaştırdılar”
Sur’da geçirdiğim aylar boyunca insanların göçe zorlandığına, tutuklandığına, öldürüldüğüne tanıklık ettim. Binlerce insanın birkaç gün içinde evlerini terketmeye zorlandığını hiç unutamıyorum. 20 bin aile göç etti o günlerde. Diyarbakır’ın yoksul semtlerine ya da köylerine gittiler. Üç dört aile bir arada yaşadı kiraladıkları evlerde. Aylarca beklediler yasağın kaldırılmasını, bir gün evlerine geri dönme umudu taşıdılar hep. Bakanlar Kurulu’nun bir çırpıda çıkardığı kamulaştırma kararıyla karardı umutları. Diyarbakır’da sürekli ziyaretine gittiğim bir kadın, “Bize evlerimizi göstermeden kamulaştırdılar, yıkıldı mı sağlam mı onu bile bilmiyoruz” diyor. Bir başkası, “Vermeyiz evimizi, sokağımızı. Yıkıldıysa yeniden yaparız ama vermeyiz” diyor. İHD’li avukatlarla görüşme yapanlar, karşı dava açmaya hazırlananlar da var. Kararı kabullenmiş değil Sur halkı. Çünkü sadece dört duvardan ibaret değil ellerinden alınmak istenen. Çocukluk anıları, ortak hafızaları var o sokaklarda.
Herşey ”kamu düzeni” için!
Devlet ise, operasyonlar bittikten sonra “Sur’da kamu düzeninin sağlandığını” duyuruyor. Devlet, tüm bu olanlardan sonra Sur’da, Cizre’de “kamu düzeni”ni sağladığını düşünüyor, geride bir kamu bırakmayarak. Kamu düzeni yıkarak, öldürerek, bodrumlarda katlederek, cenazeleri gömdürmeyerek, işkence ederek sağlanır mı? İnsanların önce evlerini yıkıp sonra mallarına el koyuşlarını ise “aslına uygun modern inşa, Sur’u ihya projesi” adı altında pazarlıyorlar. Savaş uçaklarının her gün bombaladığı Lice, Dersim, Cudi’de yangınlarla yok edilen orman ve su ekosistemlerinden, ölen hayvanlardan bahseden yok. Devlet kamu düzenini sağladığını anlata dursun, Kürdistan’da işlenen insanlık suçlarına bir de doğa kıyımı ekleniyor her gün. Moloz yığınlarına bulanan Dicle Nehri, kül olan binlerce hektarlık orman, yok edilen kültürel miras, tankların çiğnediği Hevsel Bahçeleri sadece Kürtlerden değil hepimizden rant için zorla koparılan değerler.
Sur’un tarihinde bir salgın hastalık hikayesi vardır. 1930’larda dönemin valisi, Sur içindeki salgın hastalıkları, şehrin yüksek surlar yüzünden ”havasız” kalışına bağlıyor ve tarihi surları yıkmaya başlıyor. O dönem bölgede araştırma yapan Albert Louis Gabriel adlı bir arkeolog, yıkımı durdurmak için Fransa’daki gazetelere yazılar gönderiyor. Sonunda yıkım durduruluyor, yıkımı başlatan vali de görevden alınıyor. Ama yıkılan kısımlardaki hasarın onarımı mümkün olmuyor. Şimdi yine birileri bize diyor ki ”Orada salgın bir hastalık var, biz iyileştireceğiz”. Peki bizim içimizden ”Burası 30 medeniyetin yaşayıp iz bıraktığı bir şehir, şimdi siz burayı yakıp yıkamazsınız” demeyecek mi kimse? Daha da önemlisi, ”Bu insanları evlerinin, tarihi sokaklarının, anılarının, çocukluk hatıralarının, mezarlıktaki ölülerinin, vaftiz edildikleri kiliselerinin, secde ettikleri camilerinin olduğu bu şehirden çıkartamazsınız, hakkınız yok” diyen yok mu?
İçimizi kemiren bu salgın hastalığın, ne “Sur’u ihya etmek” ne de kamu düzeni ile ilgisi olmadığını biliyoruz. Bu hastalık, yakıp yıktıkları yetmezmişcesine insanların hayatlarını, tarihlerini, kültürlerini, doğayı bir kere daha yok etmeye çalışanlara karşı durarak ortadan kaldırılacak. Yoksa hepimiz saklanan katliam görüntüleri, savaş suçları, zırhlı araçlar içinden yapılan ısmarlama operasyon haberleri , insanların ve kültürün katliamı üstüne yükselecek rantı bekleyenler içerisinde bu hastalıktan öleceğiz.
*Cem Dinlemiş karikatürü