Cemaat AKP desteğiyle kadrolaştı, süreçteki davalar AKP’nin siyasi desteğiyle sürdürüldü, AKP bu davaların sonuçlarını siyasal iktidarını pekiştirmek ve otoriterleşmeyi derinleştirmek için güçlü bir manivela olarak kullandı.
17 Aralık sabahı tanık olduğumuz, uluslararası sermayenin bölgede Türkiye’ye biçtiği rol çerçevesinde 2000’li yılların başında oluşan iktidar koalisyonunun çöküşüdür.
ABD-AB ekseni; Batı’yla ilişkileri, AB hedefi, görece ekonomik gelişmişliği, aksak da olsa seküler yapısı ve güçlü ordusu ile Türkiye’nin “ılımlı İslam modeli” için biçilmiş kaftan olduğuna karar verdi. Bu rol tekelci sermaye ve siyasal partilerinin çıkarıyla da örtüşüyordu.
ABD’ye giderek icazet alan Erdoğan bu rolün mimarlığına soyundu. Rolün gereği “Milli Görüş” gömleği çıkartıldı, sağ-muhafazakar eğilimler AKP çatısı altında birleştirildi. Polis ve yargıdaki konumu nedeniyle Gülen Cemaati koalisyonun operasyonel gücü olarak konumlandırıldı. Seçimlerden başarıyla çıkan AKP, eski Milli Görüş kadroları-Cemaat ittifakı temelinde kurulan iktidar koalisyonunun çevresini, sağ-muhafazakar eğilimler, bölgede Türkiye’ye biçilen rolden ağzı sulanan liberaller ile demokratikleşme vaatleri ve AB hedefi nedeniyle zokayı yutan küreselleşmeci reformistlerle tahkim ederek, toplumsal onay tabanını genişletti, güçlü bir ideolojik hegemonya tesis etti. AKP’nin yükselişini tereddütle izleyen sermaye çevreleri, atılan adımlara paralel olarak iktidar koalisyonunun kararlı bir unsuru oldular.
Türkiye’nin “model ülke” olarak pazarlanabilmesi, ekonomik ve siyasi istikrarın yanı sıra, laikliğin İslam sosuna batırılarak sürdürülmesini, askeri vesayetin geriletilmesini, AB hedefi doğrultusunda ilerlenmesini, bölge ülkeleriyle “sıfır sorun” olarak tanımlanan ilişkiler kurulmasını gerektiriyordu.
Yüzde 10 barajıyla tahkim edilmiş seçim sistemi siyasal istikrarı garanti ederken, uluslararası sermayenin desteğiyle ihracat arttırılıp, paranın hızlı dolaşımına olanak sağlayan inşaat sektörü vasıtasıyla görece ekonomik istikrar sağlandı.
Devletçi laiklik ağır ağır İslami öğelerle harmanlandı. Türkiye bölge ülkelerine “model ülke” olarak böyle sunulabilirdi. Paralel olarak toplumsal dokunun bütün hücrelerinin muhafazakar kodlarla yeniden yapılandırılmasına çalışıldı. Yürüyüşün önündeki en önemli engel askeri vesayet rejimiydi. Kapatma davası savuşturuldu. Gül’ün cumhurbaşkanlığının ardından Ergenekon, Balyoz, Oda TV vb davalarla ordunun siyasal rejim üstündeki belirleyici etkisine son verildi.
AB hedefi doğrultusunda ilerleyiş, kısmi demokratik reformların yapılmasını gerekli kılıyordu. Bu doğrultuda “sürünen demokratikleşme” stratejisi benimsendi. Reformlardan yararlanma imkanı bulunan güçlerin bir kısmı AKP iktidarının yedeği haline getirilirken, yola getirilemeyenler baskı-şiddet, tecrit, kriminalizasyon yoluyla marjinalize edildi. Çelişkilerin had safhada olduğu Türkiye gibi bir ülkede, “sürünen demokratikleşme” süreci otoriterleşmeyle iç içe geçerek ilerleyebilirdi. Bu doğrultuda başkanlık, yarı başkanlık sistemi devreye sokulmak istendiyse de, bu girişim iktidar koalisyonunun çelişkileri nedeniyle hayata geçmedi. Böyle de olsa, “sürünen demokratikleşme” süreci adım adım otoriterleşmeye doğru evrilerek yeni rejim yapılandırılıyordu.
AKP komşularla “sıfır sorun” politikasında önemli adımlar attı. Yunanistan’la ilişkiler düzeltildi, Kıbrıs’ta BM’nin talep ettiği referandum yapılarak avantaj elde edildi, Suriye, Irak, İsrail, İran ile var olan sorunlar önemli ölçüde çözüldü. Türkiye’nin bölgede itibarı arttı. Türkiye; Filistin, Suriye, İran sorunlarında ara bulucu olma şansını elde etti.
Çuvala sığmayan, “Kürt sorunu”ydu. AKP Kürtlerin kolektif haklarının verilmesine yanaşmadı. Kürt hareketinin bununla yetinmesi mümkün değildi. Kürtlerin kolektif kazanımlar elde etmesinin, toplumsal muhalefeti tetikleyeceği, siyasal istikrarın darbe yiyeceği endişesi altında AKP iktidarı, çözümü Irak Kürdistanı’yla ilişkileri geliştirerek PKK’yı tecrit etmekte buldu.
Türkiye gibi ülkelerin uluslararası kapitalist hiyerarşide bir üst basamağa sıçrama, zenginler kulübüne girme şansı yoktur. AKP kurmayları, Türkiye ekonomisinin yaptığı görece atılım ve bölge ülkeleri nezdinde kazanılan itibarın büyüsü altında bu basit gerçeğe gözlerini kapattılar. Davutoğlu’nun akıl hocalığını yaptığı neo-Osmanlıcılık hayallerine kapıldılar.
İlk sonuç AB hedefinde ayak sürçme olarak belirginleşti. İsrail’in güvenliği ABD için hayati önemdeyken Tayyip Erdoğan “one minute” çıkışını yapmaktan çekinmedi. Arap ayaklanmalarının neo-Osmanlıcılık için elverişli bir fidelik sunduğu yanılsamasından hareketle üretilen politikalar Türkiye’yi komşularıyla sorunlu bir ülke haline getirdi. Türkiye’nin Mısır, İran, Irak, Suriye, Filistin, İsrail politikaları ile uluslararası sermayenin politikaları arasındaki açı farkı gittikçe büyüdü. İran ve Suriye politikaları nedeniyle Finansal Eylem Görev Gücü (FATF) Türkiye’nin “karapara ve terör finansmanı ile mücadelede riskli ülkeler listesinde” kalmasında ısrar ederken, 47 ABD milletvekili Halk Bankası’nın ABD yönetimi tarafından kara listeye alınmasını teklif etti.
AKP Kürt sorununda büyük zikzaklar çizdi. Anayasa referandumu öncesinde başlayan Oslo süreci, referandumun ertesinde rafa kaldırılmakla kalmadı, Kürt hareketini Sri Lanka modeli yoluyla tasfiye etmeye yeltendi. Bu politika tam boy başarısızlığa uğramakla kalmadı, AKP Rojava gerçeğiyle yüz yüze geldi. Keskin bir dönüş yapan AKP, Abdullah Öcalan ile görüşmelere başlamak zorunda kalarak “çözüm sürecinin” bir unsuru olmaya sürüklendi.
“Sürünen demokratikleşme” yoluyla yeni rejimi yapılandıran AKP, referandumun sağladığı anayasal olanaklar ve yüzde 59 “evet” oylarının da etkisiyle otoriterleşme sürecine hız verdi. Erdoğan’ın şahsında ifadesini bulan “otokrat” tarz daha da güçlendi. Bu AKP’nin aşil topuğunu oluşturdu. Gezi AKP’yi aşil topuğundan vurdu.
Gezi karşısında Erdoğan’ın aldığı tutum, uluslararası sermayenin gözünde AKP’nin itibarını yitirmesine neden olmakla kalmadı, iktidar koalisyonunun çözülüşü sürecini hızlandırdı.
Mavi Marmara, Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ve dershanelerin kapatılması girişimi… AKP ile Cemaat arasındaki kavganın görünen örnekleri… 17 Aralık sabahı kılıçların çekildiğine tanık olduk. Aracılık girişimleri sonuç vermedi. Taraflar avadanlıklarını kuşandı, bir ölüm-kalım savaşına giriştiler. Bülent Arınç’ın “Herşey bitti, artık savaşacağız”, Hüseyin Gülerce’nin “Çok kötü şeyler olacak” demesi bunu anlatıyor. 31 Aralık akşamı Türkiye’ye seslenen Erdoğan da açık konuştu: “Gelecek yıl bir büyük kavga, hatta savaş yılı olacak”.
Cemaat’in operasyonları, AKP’nin yolsuzluk yaptığını ve Suriye’de “teröre destek olduğunu” kanıtladı. Washington Post, Guardian gibi gazetelerde, Tayyip Erdoğan’sız AKP senaryoları yazılmaya başlandı bile. Kuşkusuz Erdoğan gelişmeleri kontrol altına aldığı taktirde bu senaryolar rafa kalkar, başka senaryolar yazılır. Ancak şu anki eğilim Tayyip Erdoğan’ın ipinin çekildiğini göstermektedir.
Erdoğan bunun farkında. Cepheden saldırıya geçerek tehlikeyi savuşturmak istiyor. “Paralel devlet”, “gizli örgüt”, “ajan”, “vatan haini” suçlamalarıyla Cemaat’i marjinalize edip, toplumsal onay tabanını genişletme amacında. AKP medyası kışkırtıcı rol üstleniyor. Yeni Akit yazarı şöyle yazıyor: “Bu olay tarihteki ikinci 31 Mart vakasıdır”. İstenen kellelerin uçması…
Erdoğan, geçmiş deneyimlerden halkın siyasi tercihlerinde en önemli faktörün ekonomik durum olduğunu biliyor. “Faiz lobisi” laflarının tedavüle sokulmasının nedeni bu. Efkan Ala işareti alıp, tevzirata başlıyor: “Yalanın maliyeti 104 milyar dolar oldu. Şimdi ben soruyorum, doları kim aldı? Bu tezgahın kazançlıları kimler?”. Ala’dan işareti alan Yeni Akit manşeti çakıyor: “Borsa çakıldı, Doğan kazandı!”. Aradan iki gün geçmeden Merkez Bankası anormal bir dolar hareketliliği olmadığını ilan ediyor. Ama ne gam! Erdoğan “faiz lobisi” demeye devam ediyor. Erdoğan HSYK yasasını değiştirerek Cemaat’i tasfiye etmek istiyor. Tehlike o kadar yakın ve korku o kadar büyük ki, HSYK’nin yapısı referandum öncesindeki konumuna getirilip, yargı üzerinde egemenlik kurmak amaçlanıyor. Yeni internet yasası, kuvvet komutanlarının yargılanmasının Başbakan’ın iznine bağlanması gibi değişiklikler kimi yazarların deyişiyle “muhaberat devleti”ne doğru hızla yol alındığını gösteriyor.
İktidar koalisyonunun çözülüşü yeni ittifaklar, yeni dizilişlere kapı aralıyor. “Milli orduya kumpas kuruldu” açıklamasının ardından, Erdoğan’ın yeniden yargılamaya onay vermiş olması bunun en çarpıcı örneği… Kılıçdaroğlu nedense Cemaat’e toz kondurmuyor. Gürsel Tekin daha da ileri gidiyor: “Yolsuzluk soruşturmasını ortaya çıkaranlar milli kahramandır”… Tescilli ulusalcılar, Cemaat’in tasfiyesiyle yargıda ulusalcıların güç kazanacağı beklentisiyle AKP’nin sırtını sıvazlıyor… Bazıları da, olası bir darbe tehdidinin kapıda olduğu saptamasıyla AKP’yi kerhen destekleme yolunda akıl veriyor.
Erdoğan bir koluna “milli orduya kumpas” teranesiyle Genelkurmay’ı, diğer koluna “çözüm sürecine” suikast retoriğiyle Kürt hareketini almaya çalışarak enteresan bir ittifak kurmaya çalışıyor. Çalışıyor ama, Uludere için askeri savcılık kovuşturmaya yer olmadığına karar veriyor. Cambaz tilki kadar kurnaz ama ip sıkı sallanıyor. Aşağıdan destek değneği uzatmanın alemi yok, Türkiye Tayyip’siz de “çözüm süreci” yolundan ilerleyebilir.
Cemaat’in yediği herzeleri bilmiyormuş pozuna bürünerek “hata yaptık” demenin hiçbir inandırıcılığı yok. Cemaat AKP desteğiyle kadrolaştı, süreçteki davalar AKP’nin siyasi desteğiyle sürdürüldü, AKP bu davaların sonuçlarını siyasal iktidarını pekiştirmek ve otoriterleşmeyi derinleştirmek için güçlü bir manivela olarak kullandı. Davalarda operasyonel gücün Cemaat olduğunu bilmediğini söyleyen, yalan söylüyordur. Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabını yazdığı için kodese tıkıldı. Erdoğan’ın “şimdiye kadar bu iktidardan ne istediler de vermedik?” açıklaması gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
AKP’nin kalemşorları Erdoğan’ın Brüksel’den zaferle döndüğünü söylüyor. Söylüyor ama AB milletvekili Daniel Cohn-Bendit, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığına ilişkin sorular sorduklarında Erdoğan’ın kaç kilometre duble yol yaptığını anlattığını söylüyor.
Merkez Bankası’nın müdahalelerine rağmen dolar 1 ay içerisinde yaklaşık yüzde 25 değer kaybetti. Ekonomi alarm zillerini çalıyor. Uluslararası arenada Erdoğan’ın “tek adam”lık hırsının Türkiye ekonomisini uçurumun kenarına getirdiği yorumları yapılıyor. Eurasia Group’un (dünyanın en büyük risk danışmanlık kuruluşu) kurucusu Bremmer’e göre Türkiye ekonomisinin krizden çıkışı Erdoğan’ın en sonunda sahayı terk etmesiyle mümkün olacak. Lakin Erdoğan dişiyle, tırnağıyla iktidarı tutunmuş vaziyette ve kendisi ile birlikte Türkiye ekonomisinin de batışını hazırlıyor. TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz da isyan ediyor: “HSYK (…) teklifinden büyük rahatsızlık duyuyoruz. (…) Türkiye’nin prestijli bir ülke olması için sarf ettiğimiz gayretler boşa çıkmış olmayacak mı?”.
Hiyerarşik yapısı, kurduğu gizli ağ, yeni gladyo namzeti olarak belirginleşmesi ve operasyonel bir kuvvet olarak kullanılması Cemaat’in polis ve yargıdaki örgütlenmesinin “gizli örgüt” olduğunu kanıtlıyor. Bu örgüt dağıtılmalı, faaliyetleri yargı konusu yapılmalı, sorumluları cezalandırılmalıdır. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bu “gizli örgüt”ün AKP içindeki ortakları yüce divana yollanmalıdır.
Sosyalist hareket, kriz ortamından devrimci sonuçlar çıkması için mücadele etmelidir. AKP-Cemaat kavgasında şu ya da bu gerekçeyle bu güçlerin yedeğine sürüklenmekten devrimci sonuçlar çıkmaz. Krizi, oluşan toplumsal tepkileri sömürerek, sadece ve sadece AKP’nin def edilmesinin fırsatı olarak gören, desteklendiği taktirde, toplumsal muhalefet dinamiklerinin daha ileri hedeflere doğru ilerlemesinin freni olmaktan başka bir işlev görmeyecek olan sahte seçeneklerle de devrimci sonuçlara ulaşılamaz. Krizden devrimci sonuçlar çıkarmanın tek yolu halkın kendi seçeneğinin yaratılmasıdır. Bugün bu seçeneği HDP temsil ediyor. HDP’yi güçlendirmek, halkın kendi seçeneğini güçlendirmek anlamına geliyor.
Kriz siyasal İslam’ın ideolojik hegemonyasına güçlü bir darbe indirdi. AKP inandırıcılık erozyonu yaşıyor. CHP krizden avantaj elde etmek isterken Mustafa Sarıgül, Mansur Yavaş, Lütfü Savaş gibi adaylarıyla aynı sorunla yüz yüze. 30 Mart Seçimleri üçüncü seçeneği, halkın seçeneğini güçlendirmek için çok önemli bir fırsat sunuyor. Seçimlere bu bilinçle yaklaşmak, güçlerimizi ve enerjimizi bu hedefe yoğunlaştırmak her zamankinden daha fazla önem kazanıyor.