MUSTAFA DURMUŞ yazdı… “Hindistan’ın, ekonomisinin bu kadar hızlı büyürken, bu denli yoksulluk içinde olmasını, nüfusunun büyüklüğü ile ya da diğer az gelişmişlik nedenleriyle açıklayabilmek mümkün olsa da, bu yeterli bir açıklama değil. Bu yoksulluğun asıl nedeni adil olmayan bir üretim ve bölüşüm sisteminin varlığı.”
MUSTAFA DURMUŞ
150 milyon işçi 1 günlük genel greve gitti
2 Eylül’de Hindistan’da, işçi sınıfı belki de dünyanın şu ana kadar en büyük çapta koordine edilmiş grevini gerçekleştirdi ve ülke çapında sayılarının 150 milyon civarında olduğu tahmin edilen işçi bir günlük genel greve gitti. Ancak bu grev Hindistan işçi sınıfının ilk büyük grevi değil. Özellikle son 10 yıldır işçiler büyük çaplı greve gidiyorlar. Bu 17. grevleri. Bu greve sadece Hükümet yanlısı, Hindu milliyetçisi Rashtriya Swayamsevak Sangh’a (RSS) bağlı Bharatiya Mazdoor Sangh (BMS) sendikası üyesi işçiler katılmadı.
Hem kamu hem de özel sektörde, devlet bankalarından, toplu ulaştırmaya ve enerji santrallerinden, muhtelif sanayi sektörlerine kadar hemen her önemli sektörde, ülke çapında tüm sendikalar, federasyonlar grevi aktif bir biçimde desteklediler. Bu bir günlük genel grevin ekonomiye maliyetinin 2 milyar pounda ulaştığı ileri sürülüyor[1].
Ülkede 500 milyonluk bir emek gücü mevcut, ama bunun % 96’sı her hangi bir yasal korumaya sahip bulunmaksızın, haklarından mahrum bir biçimde[2], berbat denilebilecek çalışma koşullarında ve yoksulluk ücretine mahkûm olarak çalışıyor.
Stratejik sektörleri de yabancı sermayeye açmak ve ekonomiyi tam olarak piyasaların emrine vermek gibi neoliberalizmin öngördüğü ekonomi politikalarını ve siyasette de aşırı sağcı- faşist eğilimli politikaları izleyen ve 2014 yılından bu yana iş başında olan Narendra Modi’nin başbakanlığını yaptığı Hükümet (BJP), işçilerin içinde bulunduğu bu berbat koşulların iyileştirilmesine yönelik talepleri reddederken, sermayenin talepleri doğrultusunda işçilerin haklarını daha da kısıyor.
İşte bu kötü çalışma ve ücret koşullarına ve Hükümetin bu baskı politikalarına karşı bir tepki olarak örgütlenen bu genel grev Hükümete ve sermayeye bir uyarı niteliğindedir. Bu grev ile her türlü siyasal ve dini eğilime sahip işçilerden oluşan işçi sendikaları (BMS hariç) üretimden gelen güçlerini kullanarak Hindistan ekonomisinin kilit sektörlerine adeta kilit vurdular. Sermaye dostu, emek düşmanı olarak niteledikleri Modi Hükümetine karşı ekonomik ve politik mücadeleyi yükseltirken, uluslar arası işçi sınıfı mücadelesinin de yeni bir ivme kazanabileceğinin sinyallerini verdiler. Bu yönüyle bu genel grev tüm dünyada işçiler, emekçiler ve onların örgütleri tarafından coşkuyla karşılandı.
İşçilerin talepleri
İşçilerin 12 başlıkta yer alan talepleri arasında başta, hızla artan enflasyon ve özellikle de artan zorunlu gıda fiyatlarına devletin müdahale etmesi var. Keza hükümetin işçiler lehine çalışma koşullarını düzenleyen yeni yasalar çıkartmasını, ‘emek gücü piyasası reformları’ adı altında çıkartılmaya çalışılan ve çalışma düzenini iyice esnek ve güvencesiz hale getirecek olan düzenlemelerden vazgeçilmesini talep ediyorlar. Tüm işçiler için kamusal bir sosyal güvenlik sistemi istiyorlar. Aylık, enflasyona endekslenmiş, en az 18,000 Rupi asgari ücretin yanı sıra, sözleşmeli-geçici inşaat sektörü işçileri için kalıcı işlerde çalışanlara ödenen ücretlerin aynısının verilmesini ve onların da aynı sosyal güvenlik haklarına sahip olmalarını istiyorlar. İşçiler ayrıca demiryolları, sigortacılık ve savunma sanayilerinde yabancı yatırımların yasaklanmasını talep ediyorlar. Özelleştirmelere ve kendilerinden kesilen primlerle oluşturulan sosyal sigorta fonlarının borsalara yatırım yapmasına karşı çıkıyorlar[3].
Büyüme şampiyonu bir ekonomi!
OECD’nin 18 Şubat 2016 tarihli ara raporuna göre[4], Hindistan ekonomisi dünyanın son bir kaç yıldır en hızlı büyüyen ekonomisi (özel sektör dış borcunun büyüklüğü açısından en riskli ülkeler arasında Brezilya’dan sonra ikinci sırada yer alsa da). Öyle ki 2015 ve 2016’de yılda % 7,4 büyüdü ve 2017’de % 7,3 büyümesi bekleniyor. Çin’in büyüme hızı ise % 6,5 ile bunun gerisinde kalıyor.
O halde nasıl oluyor da şu anda dünyanın en hızlı büyüyen, ulusal serveti hızla artan ekonomisinde yüzlerce milyon işçi neredeyse 19. yüzyıl koşullarında ve sefalet içinde yaşamak zorunda kalabiliyor?
Kitlesel yoksulluk ile küçük bir azınlığın süper zenginliği el ele !
Yoksulluk denildiğinde ilk akla gelen ülkelerin başında Hindistan geliyor. Öyle ki Dünya Bankası ekonomisti Adam Wagstaff’e göre Hindistan’da günlük 1.25 ABD doları eşiğinin hemen üstünde gelir elde eden ailelerin çocuklarının % 60’ı yetersiz besleniyor ve bunun sonucunda ciddi sağlık sorunları yaşıyor. Diğer taraftan Newcastle Üniversitesi’nden Prof. Peter Edward’a göre, gerçek bir yoksulluk eşiği enflasyondan arındırılmış olarak günde en az 5 ABD doları olmalı[5]. Bu eşik 5 dolara çıkartıldığında ailelerin ve çocukların yoksullaşma oranının neredeyse % 100’e çıkacağını tahmin etmek zor değil.
Hindistan’ın, ekonomisinin bu kadar hızlı büyürken, bu denli yoksulluk içinde olmasını, nüfusunun büyüklüğü ile ya da diğer az gelişmişlik nedenleriyle açıklayabilmek mümkün olsa da, bu yeterli bir açıklama değil. Bu yoksulluğun asıl nedeni adil olmayan bir üretim ve bölüşüm sisteminin varlığı.
Bunu ülkedeki gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğini gösteren ölçütlere bakarak söyleyebilmek mümkün. Öyle ki gelir bölüşümü adaletsizliğinin bir ölçütü olarak kabul edilen ve 0’a yaklaştıkça daha adil bir bölüşüme işaret eden ‘Gelir Gini Katsayısı’ (2000 yılında) 0.37 iken, servet bölüşümü adaletsizliğini gösteren Servet Gini Katsayısının 0.70 olması[6], halkın çok büyük bir kısmının birbirine yakın düzeyde ve çok düşük gelir elde ettiğini, buna karşılık yaratılan değerin, servetin çok küçük bir azınlığın elinde toplandığını ortaya koyuyor. 2012-2013 yılları arasında dünyada serveti net olarak artan ülkelerin arasında Hindistan’ın da bulunması ülkede zenginliklerin artmaya devam ettiğini de (yani işçilere verilebilecek kaynağın var olduğunu) gösteriyor.
Dolar milyarderlerinin serveti yoksulluğu ortadan kaldıracak boyutta
Forbes’e göre[7], Dünya’nın en zengin ilk 100 dolar milyarderi arasında 3 tane Hintli milyarder var. Sırasıyla; 44. sırada Dilip Shanghvi (16,7 milyar ABD doları, ilaç sektörü), 55. sırada Azim Premiji (15 milyar dolar, yazılım hizmetleri sektörü) ve 88. sırada Shiv Nader (11 milyar dolar, yazılım hizmetleri sektörü ). Yani sadece bu 3 dolar milyarderinin toplam servetinin değeri neredeyse 50 milyar ABD dolarını buluyor. Bunların dışında da, daha küçük çapta olsa da, çok sayıda Hintli dolar milyarderinin bulunduğu biliniyor. Bu servetlerin yoksulluk ve açlıkla kalıcı bir mücadele için kullanılması halinde yüzlerce milyon yoksul ve aç Hintlinin bu durumdan kurtarılmasının mümkün olabileceğini söylemek mümkün. Kısaca Hindistan’da bu çaptaki yoksulluğun temel nedeni dolar milyarderlerinin varlığı, yani küçük bir azınlığın ülkede yüzlerce milyon işçi tarafından yaratılan gelir ve servete el koyması.
Bu zenginler servetlerinin çok büyük bir kısmını küresel bankalarda ya da vergi cennetlerinde tutuyor. Yurt dışına çıkartılan servetin çok büyük bir kısmı ise yasal olmayan yollardan çıkartılıyor.
Öyle ki bir uluslar arası rapora göre[8], 2004- 2013 döneminde, yasal olmayan yollarla (genelde dış ticaretteki faturalama sahtekârlığı yoluyla) dışarıya en fazla para çıkartan ülkelerin başında ilk sırada, yıllık ortalama 139 milyar dolar ve toplamda 1,4 trilyon dolar ile Çin; ikinci sırada yıllık 105 milyar dolar ve toplamda 1 trilyon dolar ile Rusya; üçüncü sırada yıllık 53 milyar dolar ve toplamda 528 milyar dolar ile Meksika; dördüncü sırada yıllık 51 milyar dolar ve toplamda 510 milyar dolar ile Hindistan ve beşinci sırada yıllık 42 milyar dolar ve toplamda 419 milyar dolar ile Malezya yer alıyor.
‘İnsani Gelişmişlik Endeksi’ sıralamasında 130. sırada yer alabiliyor!
Böyle bir üretim ve bölüşüm sistemi sonucunda Hindistan, bir yandan mülteci, çocuk emeği ve zora dayalı çalıştırmanın en yoğun olarak kullanıldığı ülkelerin, diğer yandan bu tür emek sömürüsünden en fazla kârın sağlandığı ülkelerin başında geliyor. Bu da ülkenin, UNDP ‘İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde en alt sıralarda yer almasına neden oluyor.
Öyle ki Hindistan, her yıl düzenli olarak incelenen toplam 188 ülke arasında, insani gelişme açısından risk oluşturan (çocuk emeği kullanımı, günlük ücretin 2 doların altında kalması, boğazı tokluğuna ev hizmetleri yapmak gibi); meslek kazaları sıklığı, işsizlik yardımlarından, yıllık izin ya da emeklilik hakkından yoksun olmak gibi bazı alt kriterlerden oluşan ve kısaca “sömürü”, “risk” ve “iş güvencesizliği” gibi kriterlere göre düzenlenen bu endekste (1,0’a doğru ülke insanının hali “iyileşiyor” anlamına geliyor) ancak 130. sırada kendine yer bulabiliyor (Türkiye, Sri Lanka’nın bir sıra üstünde, 72. sırada bulunuyor). Ülkede ortalama ömür süresi sadece 68 yıl, okula gitme/eğitim süresi 11,7 yıl ve kişi başı gelir 5,499 dolar ile (SGP’ye göre) sınırlı kalıyor[9].
Neoliberalizm ve baskıcı-otoriter rejim (Hindutva) el ele !
Ülkenin ve işçi sınıfının bu durumunu sadece kapitalizmin en acımasız bir biçimi olarak sergilenen neoliberalizmin iş başında olması ile açıklayabilmek mümkün değil. Bu yaygın yoksulluk ve inanılmaz derecede yüksek sömürü ve kötü çalışma koşulları ve bölüşüm ilişkilerinin diğer sorumluları devlet, geçerli kültür ve ideoloji.
Kast sistemini esas alan Hindu kültürü böyle bir sömürü ve baskı sistemini her gün yeniden üretirken, bu kültürden de beslenen gerici- faşist Hindutva Hareketi 1920’lerden bu yana, ama asıl olarak 1980 ve 1990’larda tekrar atağa geçerek, Hindistan toplumuna, devletine ve siyasetine egemen hale geldi.
“Hinduizmin Aşırı Milliyetçi-Faşist Yorumu” olarak da adlandırılan Hindutva Hareketi’nin ideolojik ve politik gelişimini anlamadan bugün Hindistan’daki gelişmeleri anlamak da pek mümkün değil.
Bilindiği gibi, Hindistan 19. yüzyılın ikinci yarısında Britanya İmparatorluğu tarafından işgal edilip sömürgeleştirildi. Ülkenin kaynakları acımasızca emperyalistlerce sömürülürken, halk yoksullaştırıldı ve ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutuldu. 1947 yılında ülke bağımsızlığına kavuşsa da, kökleri 1920’lere, İtalyan faşizminin doğuş yıllarına dayanan bir fanatik Hindu milliyetçiliği hareketi tekrar canlanmaya ve ülkeyi bir şiddet sarmalına almaya başladı. Bu hareket, İtalyan faşist yönetimini kendine örnek alarak organize olan Hindutva Hareketi’dir. (Hindutva, Hinduizmin ırkçı, şoven ve hoşgörüsüz yönünün günümüze yorumlanmış hali olan aşırı milliyetçi bir ideoloji ve Hindu kültürü ile aynı anlamda kullanılıyor).
İngiliz sömürgeciliği döneminde bazen sömürge yönetimini, bazen de ülkenin en büyük azınlık grubu olan Müslümanları hedef alan bu örgütün en temel sloganı ise faşist ideolojiden Hindistan’a uyarlanmış olan "Hindistan Hindularındır" ya da "tek millet, tek kültür, tek din, tek dil" gibi tekçi totaliter sloganlar[10]. Bu örgütün Hindular arasında, ülke çapında çok yaygın bir örgütlenme ağı olduğu gibi, eğitim kampları ve askeri yapılanmaları da söz konusu.
Bir başka anlatımla Hindutva, “Hindistanlılığı Hinduluk ile eşit gören” köklü bir faşist ideoloji. Hintli nüfusun % 80’i kendini Hindu olarak tanımlıyor. Mevcut başbakan Modi’nin kökü de bu harekete dayanıyor. Modi, 2002 yılında 2000 Müslüman Hintlinin katledildiği “Nefterin Laboratuvarı” olarak bilinen Gujarat Eyaletinin yöneticisiydi[11]. Modi ve ait olduğu parti (BJP) her daim Hindutva Hareketi ve RSS’in (Ulusal Gönüllüler Örgütü) eski bir mensubu olarak bu örgütünün emrinde çalıştı ve bugün de bu örgütü iktidarda temsil ettiği ileri sürülüyor[12].
Kısaca neoliberalizm ve faşist Hindutva Hareketi’nin 1980 ve 1990’larda yükselişe geçerek bugün iktidara kadar taşınmış olması tesadüf değil. L. Amerika’da da görüldüğü gibi neoliberalizm, hiper milliyetçilik, Thatcherizm ve Reaganizm’de görüldüğü üzere gizli bir ırkçılık, jingoizm (aşırı milliyetçilik) gibi sosyal olarak gerici güçlerle hep ittifak içinde oldu[13].
Ancak iki olgu arasındaki ilişkiyi neden-sonuç ilişkisi olarak ele almak Hindutva’nın nasıl bu denli yaygın bir kitle tabanı yaratabildiğini açıklayabilmeyi zorlaştırır. Bu noktada ekonomi politikaları ve izlenen birikim stratejisi kadar kültürel, ideolojik, dinsel ve diğer bazı sosyolojik faktörleri göz ardı etmemek gerekiyor.
Neoliberalizm-Hindutva ittifakı, tıpkı Neoliberalizm-Siyasal İslam ittifakı gibi, sadece ekonomik menfaat sağlama üzerine kurulu bir ittifak değil. Her ikisinin de kitlelere ulaşmak için kullandığı bir ortak tahayyülünün / tasarımının ve söyleminin olduğu ve her ikisine karşı yürütülen mücadelede bu tahayyülün ve söylemin iyi bilinmesinin ve kitleler nezdinde iyi teşhir edilmesinin ve bunların karşısında argümanların geliştirilmesinin son derece önemli olduğu unutulmamalı.
[1] Michael Safi, “Tens of millions of Indian workers strike in fight for higher wages”, https://www.theguardian.com, (2 September 2016).
[2] agm.
[4] OECD Global Interim Economic Outlook February 2016 presentation,http://www.slideshare.net.
[5] Hickel, Jason (2013), “Aid in Reverse: How Poor Countries Develop Rich Countries”, http://www.newleftproject.org ,(18 December 2013).
[6] Global Wealth Report 2013, Credit Swiss Research Institute, October 2013.
[8] Global Financial Integrity (GFI), “Illicit Financial Flows from Developing Countries: 2004-2013″ , http://www.gfintegrity.org/press-release/new-study-illicit-financial-flows-hit-us1-1-trillion-in-2013,( 8 December 2015).
[11] K. N. Pannikar, “Hindutva, Modi and the Tehelka Tapes, The Communal Threat to Indian Secularism”, http://www.variant.org.uk.
[12] “BBC News: The Hindu Hardline RSS who see Modi as their own”, http://www.bbc.com, (22 October 2014).
[13] Shankar Gopalakrishnan, Neoliberalism and Hindutva: Fascism, Free Markets and the Restructuring of Indian Capitalism, mrzine.monthlyreview.org/opalakrishnan141108.html.