“Buradaki gençler ailelerini Sur’un dışına gönderiyor ama kendileri kalıyor. Aileleri güvende olunca daha rahat gidiyorlar hendeklere.. Ya hakkımızı versinler ya bizi tek tek öldürsünler. Eğer Kürdistan’da yaşayamayacaksak vursunlar bizi.”
Diyarbakır Sur içinde yaşıyormuş eski, geniş avlulu bir evde. Hasırlı Mahallesi'ndeymiş evleri, ablukanın göbeğinde. Sokağa çıkma yasaklarına rağmen terketmedikleri evlerini anlatıyor anılarında kalan haliyle, o vakitler henüz yıkılmamış. Duraksayarak konuşuyor, arada takılıyor. 10 gün önce yaşadıkları yazmak bile zor, bırakın dile getirmeyi. Ortak arkadaşımız sayesinde buluyorum onu, güvenilir olduğuma ve adını gizli tutacağıma inanınca kabul ediyor hikayesini anlatmayı. İlk karşılaştığımız andan beri gülümsüyor. Yüzünde hala görünür darp izleri, ayakları mora kesmiş. Konuya nereden başlasam, ne sorsam diye düşünürken başlıyor anlatmaya..
"Evimizin avlusuna havan topu isabet etti. O sırada anam kalp krizi geçirdi. Anamı sırtıma aldım, elime de beyaz çaput bağlanmış bir sopa. Green Park Otelinin üzerinde keskin nişancılar vardı, bunu biliyorduk. Ben beyaz bayrağı salladım ama ateş açtılar ayaklarımın önüne. Ambulans istediğimi, anamın fenalaştığını söyledim. Bizim Sur'un sokakları dardır, araç giremez. Ambulansın gelebileceği en yakın yer 200 metre mesafededir. Ateş açmalarına rağmen ısrarla anamı taşımaya devam ettim, ne yapayım. Ambulansın gelebileceği meydanda beklemeye başladım. 1 saate yakın ambulans bekledik, en sonunda getirdiler. Benim anam bir saate yakın acı çekti orada. Anamı ambulansa bindirmemle özel harekatçıların beni ambulanstan almaları bir oldu. İki tane yüzü kapalı özel harekatçı 'Gel seninle işimiz var' diyerek beni aldılar. 'Sen eylemlere katılmışssın, görüntülerin var' dediler. O zamana kadar hiçbir karakolda kaydım bile yoktur. Ben de 'o görüntüleri bana gösterin, eğer varsa alın götürün beni' dedim. O sırada üzerime çullanıp beni dövmeye başladılar. Beni 'kirpi' denilen zırhlı araca bindirdiler. Gözlerimi bağlayıp, ellerimi arkadan kelepçelediler. On gözü çayı vardır bizim mahalleye yakın. Çayın sesini duydum, beni çayın üzerindeki köprünün orada araçtan indirip başıma silah dayadılar. Bir tanesi, bir yandan sürekli çok ağır küfürler ediyor, dövmeye devam ediyordu. Sonra, 'Teröristlere yardım ettiğini biliyoruz, hendekleri kazmayı bitirdikten sonra mı dışarı çıktın?' dedi. 'Seni Sur'a geri atacağız, bizim için çalışacaksın. Bize içeriden bilgi vereceksin, yoksa seni öldürürüz' dedi. Ben karşı çıktım, 'Biz barış istiyoruz, yeter artık hiç mi vicdanınız kalmadı' deyince daha çok dövmeye başladılar. 'Size çalışacağıma ölürüm, vurun beni' dedim, silahın dipçiğiyle omzuma vurdu. Daha sonra, 'Bize çalışmaya mecbursun, yoksa kızkardeşlerin var anan var, onlara.."
Burada duraksıyor, yutkunuyor. Ağzına almak istemiyor, sessizlik.
Sonrasını sormak istemesem de onun ve onun gibi hikayesi duyulmayan binlerce insanın maruz kaldığı bu savaş suçlarının tarihe not düşülmesi gerekiyor, soruyorum mecbur.
"Sonra?"
"Sonra, beni vurmalarını söyledim. Artık dayanamıyordum. Vücudumun her yanından acıyı hissediyordum ama asıl söyledikleri zoruma gidiyordu. O an beni öldürmelerine razıydım. Zayıf düşmekten çekiniyordum ama sabrettim. Sonra, benim konuşmayacağımı anlayıp beni tekrar kirpi denilen araca bindirdiler. Yolda dövmeye devam ettiler. Klas Otelin önünde beni araçtan attılar. Bir tanesi 'seninle görüşeceğiz, daha işimiz bitmedi' dedi. Ben de 'sizden korkmuyorum, istediğiniz zaman görüşelim' dedim. Silahın dipçiğiyle kafama vurdu. Kafam kanıyordu."
Yine bir sessizlik. Özür diliyor benden, aslında çok konuşkan olduğunu ama son zamanlarda kekelemeye başladığını söylüyor. Utanıyorum, hem onu bu halde konuşturduğum için hem de elimden başka birşey gelmediği için. Patlama sesleri duyuluyor, Sur içinde bir yerler yanıyor, yıkılıyor. Bu defa o başlıyor anlatmaya, anlatmak için yaşadığını hatırlıyor.
"Onlar hala halkın evlerine havan topları atıyorlar. Evlerin avluları, duvarları komple yıkılmış durumda. Onların düşüncesiyle burada evlerini terketmeyenler 'terörist'. O yüzden onları da öldürüyorlar. 57 çocuk yaralandı, 6 tanesi öldürüldü. Ne yapmak istiyorlar? Suçumuz Kürt doğmak mı?"
"O gün, onlar beni kirpiden attıktan sonra, üstümü soydular. Sadece atlet ile kaldım. Sonra gözümün bağını da açılar. Green Park Otelin sokağında keskin nişancılar vardı. Sürekli taciz ateşi açıyorlardı. Beni atletle o sokağın başına doğru yürüttüler. O sokağa doğru koşmamı istediler. Ben keskin nişancılara hedef olacağımı anladım, olduğum yere çöktüm. O esnada hepsinin 'amirim' diye seslendiği bir adam geldi. Bana işkence edenlerden biri o adama dönüp ' Amirim, buna da diğerine yaptığımızı mı yapalım?' dedi. Amir, ' Yok, şimdi değil. Önce bir konuşalım.' dedi. Amirleri bana gelip 'Oğlum, sen akıllı birine benziyorsun. Anlat, aşağıda kim var, hendeklerin arkasında kim var?' diye sordu. Ben de 'Halk var.' dedim. Ben bunu söyleyince amir dedikleri kişi, silahının dipçiğiyle omzuma vurdu defalarca. Sonra, 'Çözün bunu' diye emir verdi. Ellerimdeki kelepçeyi çözen kişi, 'Oğlum seninle daha işimiz bitmedi, görüşeceğiz, kurtuldum sanma.' dedi. Bana işkence yapan özel harekatçılardan biri nefes nefese kalmıştı. Bir an, yüzündeki maskeyi kıvırıp başına kep yaptı. O anda yüzü göründü, maskenin altından bir karış sakal döküldü.
Sonra ben zar zor kalktım, oraya yakında oturan bir akrabamız vardı. O eve doğru yapabildiğim kadar hızla yürümeye çalıştım. Onlar, kapıyı açınca bana ne olduğunu anladılar."
Gözleri dolu dolu, göz pınarlarında biriken salt öfke. 'Em azadi daxazin em şer ha xazin'* diyor. Yeni konuşmaya başlayan çocukların bile ilk kurduğu cümlelerden biri bu Sur'da.
"Sonra, hastaneye gidemedim. Evde merhemler vardı, onlarla iyileştirmeye çalıştı akrabalarım beni. Hala koşamıyorum, yürürken zorluk çekiyorum. Bizim ev ile Klas Otelinin arasındaki Hacı Emin Camii, havan topu ile dümdüz edildi. Camii, evimizi koruyordu. O yıkılınca evimizi de isabet aldılar. Abimin evini hedef gözeterek defalarca taradılar. Sokağa çıkma yasağına 10 saatlik ara verildiğinde, mecbur kaldığımız için hepimiz mahalleden çıktık. Zaten evimiz de yıkılmıştı. Evimiz yıkılmasa, ben yine kalırdım. Düşünün, orası benim ve kardeşlerimin doğduğu evdir. Ben İstanbul'a gelsem sizi zorla evinizden çıkarmaya çalışsam, silah zoruyla evinizi terkedeceksiniz desem ne hissedersiniz? Ben neden kendi evimden, toprağımdan kaçıyorum? Bizim evimiz, bizim vatanımız gibiydi. Çocukken hiç yıkılmaz sanıyordum, birşeyden korktuğumda kaçıp evimize sığınıyordum. Şimdi o evden geriye moloz yığınları kaldı. Yıkılmasa onların zulmüne rağmen mahallede kalırdım. Keşke, ben de oradaki direnişçilere katılsaydım. Burada gençler hep aynı şeyleri yaşıyor. Sokağa çıkma yasağına tekrar ara verilirse biz hepimiz hendeklere gideceğiz. Burada yaşadıklarımız daha ağırdır. Onların yalancı medyası 'Halk Sur'dan kaçıyor, terör mağduru' diye veriyor. Buradaki gençler ailelerini Sur'un dışına gönderiyor ama kendileri kalıyor. Aileleri güvende olunca daha rahat gidiyorlar hendeklere. Şimdi benim bütün ailem bir yana dağıldı. Her birimiz başka bir akrabaya sığındık. Biz sadece hakkımızı istiyoruz, onurlu yaşamak istiyoruz. Ya hakkımızı versinler ya bizi tek tek öldürsünler. Eğer Kürdistan'da yaşayamayacaksak vursunlar bizi."
Hendeklerin arkasında dostları, akrabaları var. Onlardan haber alamamış uzun zamandır. Hendeklerin ardını, önünden karşı taraflar gibi ayıranlara inat "Sanmasınlar oradakilerin hepsi HPG'lidir. Oradakilerin çoğu benim gibi zulüm görmüş halkın çocuklarıdır. İçlerinde daha önce eline silah almamış olan çoktur." diyor. "Biz, mahalledeyken oradan iki kişiyi çıkardık. Gelip elimizden aldılar. Bir tanesi benim çocukluk arkadaşım, diğeri de bir annedir. Anne yaralanınca almışlar, işkence etmişler. Durumu çok kötüydü, sayıklıyordu. O anneyi hastaneye götürmediler ağır yaralı olmasına rağmen. İşkence yaptıktan sonra Sur'a geri gönderdiler, orada hayatını kaybetti. 17 yaşındaki arkadaşım ise ellerinde öldü. Cenazesini vermediler."
Çayımız soğumuş, ikimiz de unutmuşusuz içmeyi. Anlatının, anlaşmaya dönüştüğü noktada farkediyoruz ki dost olmuşuz. Aynı yerde oturmaya devam ediyoruz, sobanın başına üşüşüyoruz. İçlerinden biri kestane getiriyor, dostum titrek elleriyle kestaneleri çizip sobanın üzerine koyuyor. Boğazımda birşeyler düğümleniyor, sanki bir paket pamuk yutmuşum, sesim çıkmıyor. Halimi farkediyor, yanıma gelip beni teselli etmeye çalışıyor. Bir kez daha utanıyorum, çünkü ne teselli ne temenni geliyor elimden.
"Üzülme, biz artık alıştık. Bizim için üzülme, biz kazanacağız." diyor.
Avucuma koyduğu kestane ile birlikte çözülüyor boğazımdaki düğüm. "Geri geleceğim, yeniden görüşeceğiz, güzel şeylerden konuşacağız." diyorum.
"Geri gel, ama beni bulabilir misin bilmiyorum." diyor. Gülümsüyor. Susuyorum yeniden.
*Biz barış istiyoruz, savaş istemiyoruz.
Yazı/Fotoğraf: Duygu Yıldız