Marx, Malthus’un “Nüfus Üzerine Deneme”sine atıfta bulunarak kimi sansasyonel yapıtların, tıpkı romanlar gibi, bilim alanında bir rol oynadığına, insan soyuna yapılan bu iftarının [Malthus’un nüfus teorisinin], insan olana dair ne varsa savunulmasında bilim’de, politika’da, sanatta, estetikte vb. büyük dürtüler yarattığını belirtmiştir. Böylece Marx bu dürtüyle, Malthus’un ezilenler için ırkçı yönlerle dolu nüfus teorisinin doğal sınırlarını eleştirirken, bu doğal sınırların her toplumsal formasyondaki tarihselliğine ulaşmış ve bu tarihsel sınırların egemenlerce nasıl tanrı sınırları olarak ezilenler ve sömürülenleri tahakküm altına almanın bir aracı olarak kullandığını açıklığa çıkarmıştır.
Sansasyonel açıklamalar politika alanında, politik olanla olmayanın nesnesini tayin etmekte kalmaz aynı zamanda öznesinin ideolojik yöresini tayin ederken kimi işlevlere ve dürtülere neden olabilir ki, KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık’ın Ruşen Çakır’a verdiği röportaj bu türden bir cümle vardı. Bayık’ın “HDP bazı marjinal yaklaşımlardan kendisini kurtarmalı“dır ifadesi bu tür bir etki yarattı.
Açıklamanın tam biçimine kavuşması Çakır’ın gazetede kırpılan bölümleri kendi kişisel sayfasında yayınlamasıyla pekte yörünge değiştirmedi. Burada sansasyonel olan Bayık’ın neyi, kimi ifade ettiği değildi, asıl üzerinde durulması gereken nokta yaptığı açıklamaya verilen tepkilerin sansasyonel olduğunu ve politik olanla olmayan arasındaki mesafenin belirginleştiğini açığa çıkaracak bir etki yaratmış olmasıydı.
En az HDP dışındaki tepkiler kadar HDP içinde bazı temsilcilerin “marjinal siz misiniz?” sorusuna verdikleri cevaplar da bu durumu pekiştirdi.
Biz burada açık yüreklilikle şunu ifade edebiliriz ki, HDP ve HDP’nin politika/pratiğinde yaşayacağı gerilimler ise söz konusu olan; HDP içinde kimi yaklaşımların marjinal olduğunu ve bu marjinallerden de kimi kastettiğini söyleyebilir Bayık! Burada politik bir sakınca “söz konusu” değil.
Bu Cemil Bayık’a dönük bir ayrıcalık değil, bu tamda HDP’nin ezilen Kürt kimliği dışında Türkiye’nin diğer ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerini de politikanın nesnesi olarak kabul etmesiyle ilişkilidir. Ve bu kimliklere denk düşen politika anlayışları ve pratik versiyonları yalnızca Kürt kimliği ile gerilimli değil birbirleriyle de gerilimlidir. En üst başlık Türk-Kürt gerilimidir ve bu minval içerisinde Rize’de seçim masası açmak saldırıları göze almayı gerektirir. Bu nedenle soru hala ortadır marjinal yaklaşım ya da politika’da marjinallik nedir?
Sansasyonel olan, Kürdistan’ın Türkiyeleşmesinde ve artık bizi bunu tersten kurmalıyız Türkiye’nin Kürdistanlaşmasında HDP’nin dokunduğu nesneleri dönüştüremeyeceğine ya da onlarla birlikte var olamayacağına dönük hem sol hem sağ siyasetin içinde bir takım yaklaşımlar var ve Bayık’ın yaptığı açıklamaya bu kesimlerin verdiği tepkiler evet sansasyonel olanın ötesine geçmedi.
Hem Ufuk Uras’ın hem Sırrı Süreyya Önder’in verdiği cevapta buna dâhildir. Birileri açıktan veya örtük olarak HDP’nin Türkiye’nin ezilen ve sömürülen kimliklerine dokunmasını istememektedir. Ki bu istememe hali bir yandan hem bir politika anlayışına hem de ideolojide bir statükoculuğa denk düşmektedir. Şimdi o zaman HDP’nin Türkiye ve Kürdistan coğrafyasının devrim ve demokrasi mücadelesinin öznesi olamayacağına dair bu anlayışların ideo/politik yöresini belirlemek ve arkasından politika’da marjinalliğe dönük bir kavramsal alan inşa etmek ya da bunun mevcut halini açıklayarak yol almak gerekir.
Kavramsal olan ile gerçek olanın birbiri yerine ikamesi söz konusu olamaz. Bu minval içerisinde, ampirik tarih anlayışının gerçek pratik politik olana bir “aklı” ya “danışman”lığı da söz konusu değildir. Kavranılması gereken politik kurgu, tekil devrimci öz’ün varlığı ile politik etki ve gücün birbirinden farklı olduğudur. “Masum yaklaşım yoktur.” HDP’nin içerisinde yer aldığı politik kozmos’un varlığı, aklın elverdiği bir düzeyden değil gerçek’in verdiği düzeyden tarif edilmek zorundadır. Aklınız, ne yazık ki pratik politikada değersizdir!
1.Anlayış: “Ezilen Halkların Savaşı Geçici, Sınıf Mücadelesi Bakidir“
Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkına dönük iki belirgin anlayış vardır. Bu anlayışın ilki ikinci enternasyonalist çizginin temsil ettiğiOrtodoks Marksizm iken ikincisi yaklaşım ise üçüncü enternasyonalizmin temsil ettiği Marksist devrimciliktir.
Ortodoks Marksizm, ulusların kendi kaderini tayin hakkını bir ilke sorunu haline getirir ve kapitalist ulus-devletleşmesinin zorunlu bir uğrağı olarak görür. Bu açıdan da ezilen ulusların özgürlüğünü kapitalist devlet içinde bir çözüm olarak görür. Tamda bu nedenledir ki, ezilen ulus devrimciliği işçi sınıfı mücadelesine göre “marjinal”dir. Ortodoks Marksizm ilkesel ve evrimsel olarak bu sorunun çözümünü talep etmiş olsa da ezilen ulus milliyetçiliği politikanın nesnesi olamaz. Ezilen ulusların kurtuluşu kapitalist devlet içi çözümlenebilir, bu nedenle sınıf siyaseti karşında bu politika anlayışı hep marjinal kalacaktır. Ortodoks Marksizmin, egemen devletlerin ezilen ulusların kaderine dönük özcü yaklaşımıyla aynıdır. Bu anlayışın en liberal sınırlarını da Wilsonculuk belirlemiştir.
Bu manada Türkiye’deki yerleşik ortodoks marksist anlayışlar, HDP’nin kürt coğrafyasının, Kürt kimliğinin öznesi olarak ancak varlığını sürdürebileceğini söylemektedirler. Türkiye egemen blok’un özcü politika anlayışıda aynı şeyi söylemektedir ve kürt sorunu çözümünü burjuva liberalliğinin ya da muhafazakâr liberalliğin ilkesel modlara indirgemektedirler. Yani başka bir deyişle HDP kürdistan’a denmek istenmektedir. Bu nedenle HDP’nin dışında kalan sağ ve sol kesimler Bayık’ın açıklamasına verdiği tepki aynı düzlemde ve ideolojiktir. Politikada statükoya hizmet eden hatları vardır, “kim bu marjinaller hafiyeliğine” düşmeleri bundandır.
2. Anlayış: “Plepyen Sol Komünist”
Bu anlayışı ilk anlayıştan ayrıksı tutanın ezilen ulus milliyetçiliği başka bir deyişle devrimci milliyetçiliğin tek politika anlayışı olabileceğine dönük konumlanışıdır. Bu anlamıyla ezilen ulus milliyetçiliği kendi tikel devrimciliğinin kapitalist devlete eklemlenmeyen, orada çözümlenemeyen ezilen ulus milliyetçiliğinden başka bir nesneye dokunmasının tehlikeli olduğuna işaret eder. Bu anlayışın sağ versiyonları da vardır. Bu nedenle sol/sosyalist politika anlayışının devrimci milliyetçiliğe kendi varyantlarıyla dokunmasının arasına öz-kategorik ayrımlar koyar. Kategorik ayrım koyması bu anlayışın ezilen ulus için devrim problematiğini ilkinden hiçte ayırmaz. Bu plepyen anlayışta sol gösterip sağ vuran boksör misali, ezilen ulus algısının dışında başka bir ezilen bölükle ilişkiye geçmesini sakıncalı ve tehlikeli bulur.
Bu anlayışının, ezilen ulus için ne öngördüğü hiç belli değildir, ulus devletini kurmasını mı ister ya da ezen ulus/devletle sürekli çatışma halinde mi olmasını ister anlaşılmazdır. Çünkü bu anlayış, ezilen ulus milliyetçiliğini özcülüğe indirgendiği için çözüm ilkesel olduğu kadar devrimci iç savaşta ilkeseldir. Çünkü egemenlerle çözüme kendisi yanaşmadığı gibi, savaşı da kendi sürdürmeyecektir.
Plepyen sol komünist anlayış, tıpkı ilk anlayışta olduğu gibi HDP’nin Türkiye’nin ezilen ve sömürülen kesimleriyle ilişkiye geçemeyeceğini hatta geçmemesi gerektiği öğütler ve böyle kalarak da devrimci milliyetçiliği plepyen bir özden ibaret zanneder. Bu anlayışa göre neyin marjinal neyin marjinal olmadığı o kadar bellidir ki kimlikler matematik hesabına döner. Örneğin; köylülerin HES’lere karşı toprağını ve suyunu savunması özcü bir evrensellik arz ederken, kentlerdeki ekolojik felakete dönük tepkiler ve mücadeleler köye göre marjinallikle itham edilir.
Egemen ideolojinin söylem düzeyin marjinallik sınırlarını kendi tayin eder. Mesele, egemen ideolojinin söylem düzeyinin egemen hegemonya üzerinden biçimlendiği ve politik sınırının buradan çekildiğinin anlaşılmasıdır. Erdoğan’ın Gezi ayaklanması içerisinde “bunların derdi park değil” demesi ile Karadeniz köylülerinin HES projesine karşı çıkması üzerinden “kalkınması mı ülkemiz” kurgusunu öne atarak köylünün politik varlığını marjinalize etmesi egemen söylemin çizgisi olarak ortaya çıkmaktadır. Çıkış noktası egemen kavrayışın tezahürü içerisinde gerçekleşmektedir.
Plepyen anlayışa göre, HDP devrimci kalmak istiyorsa, Türkiye ezilenlerine dokunmamalıdır. Bu anlayışta HDP Kürdistan’a gömülmelidir. Pratik politika bize bir üst başlık önerir, ancak önerilen üst başlığın verili hali ilkesel boyutta değil; pratiğin verili durumu ile ilişkili olarak konumlanır. HDP’nin Türkiyeleşmesi ile ana omurgasının Kürt özgürlük hareketi olması ilk elden doktriner ve sol/şoven dalga için “yenikliğin” ilk elden hali hazırdaki verisidir. İfade edilen sol/şoven ve dar yaklaşımlar için “gerçek” olan değil “imgesel” olana bakılmalı ve politik hat buradan çekilmelidir.
İlk yaklaşım temel antagonizmayı işçi sınıfı ve burjuvazi olarak görerek, tüm toplumsal kimlikleri yalnızca politikanın değil tarihin dışına da itmektedir. İkinci yaklaşım ise, toplumsal kimlikleri politikanın içine dâhil ederken tarihin dışına itmektedir.
HDP’nin Türkiye ve Kürdistan’ın devrim ve demokrasi mücadelesi yürüyüşünde bu iki anlayışı da dışarıda bırakarak girdiğini fark etmeyenlerin hafiyeliğinin sansasyonel hali ortadır. Bu iki anlayışta, HDP’nin birleşik güçlerinde pragmatik yönler aramaktadır, HDP içinde Kürt olmayan sol öznelerde ve bizzat Kürt ile bir pragmatizm izi aramaktadır. Şöyle ki Kürtler; sol ve sosyalist söylemle ilişkiye geçerek, tüm ezilenlere dönük ortak bir politika dili tutturuyorsa burada bir pragmatizm vardır demektedirler.
O zaman biz açık yüreklilikle iki anlayışa da şunu söyleyebiliriz “siz Kürt özgürlük hareketine dair hiçbir şey bilmiyorsunuz” Örneğin Kürt kadınlarının dağa çıkarken sadece ve sadece Kürt milliyetçiliği yapmanın, PKK’nin sadece, Kürt ulusu üzerinden bir kurtuluş vurgusu yapmasının Kürt kadın uyanışına neden olduğunu ve dağ çıkmasına yeterli olduğunu düşüyorsanız, Kürt ulusal mücadelesi hakkında pekte bir şey bilmiyorsunuz demektir. Kürt kadınının özgürlük mücadelesine katılmasının ve Kürt halkı içindeki erkek tahakkümünü kırmak için hem kuramsal düzlemde hem de pratik düzlemde PKK’nin dünya kadın hareketi ve feminizmle kurduğu bağlar her iki kesimin lügatini parçalar. Olanı anlamaya çalışmıyorsanız, olanı görmeye çalışın ve iç-savaş koşullarında bile 2014’te Rojava’da 8 Mart Emekçi Kadınlar günü kutlamalarına bakın.
İki anlayışı da dışarıda bırakan devrimin “yeni güçlerini” politik alana dâhil eden üçüncü yaklaşım Marx’ın vurgusuyla Leninizm uğrağında tarih sahnesine çıkmıştır. İdeolojik olandan politik olana, politik olandan pratiğe dönük devrimin yeni güçlerinin varlığını tarihin tali alanına yerleştirmek yerine tamda tarihin merkezine yerleştirmek ve devrim problematiğinin içine almak, her türlü pragmatizm yaftasını da dışarıda bırakır. Devrimin yeni güçlerinin ne prekapitalist ne de post-kapitalist olduğunu kapitalizmle çağdaş olduğunu ileri sürmek, politika pratiğine kabaca giydirilmeye çalışılan pragmatizm yaftasını ortadan kaldırır. Böylece asi ve barbar direnişlerini birbirinden ideolojik olarak tarih felsefesinde ayıran, ayırmaya çalışan hem evrenselci hem de özcü yaklaşımların tarih ve devrim anlayışının dışına çıkılmış olunur. İleri sürülen tam olarak şudur: asi ve barbar ayaklanmaları kapitalizm tarihi içinde, “çağdaş” ayaklanmalardır, ne biri ne de öteki madalyonun iki yüzü değil madalyonun tek yüzüdür ve diğer yüzünde kapitalist devlet aygıtı vardır.
Devriminin Yeni Güçlerine İpuçları: Lenin
Lenin, kapitalizmin emperyalizm uğrağında Marx’a dayanarak, sosyalist devrimin yeni güçleri olarak ulusal kurtuluş hareketlerini görmektedir. Marx’ın ifadesiyle, yeni devrimci güçler bulmak için kitleler içinde kendini derinlemesine bir çalışma içinde bulan Lenin, ulusların kendi kaderini tayin hakkını bir ilke olmaktan çıkararak, sosyalist devrim ve dünya devrimi problematiğinin içine soktu.
Lenin’in emperyalizm defterlerinde, kapitalizm en son aşaması olan emperyalizmi ekonomizme indirgenen yöresinin dışına çıkmıştır/çıkmaktadır. Ve haliyle; ulusların kendi kaderini tayin hakkını kapitalist devlet içi bir çözüm olarak gören Marksist ortodoksinin ilke söyleminin ekonomik kategorilerini de dışarıda bırakmaktadır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ne sınıf mücadelesi öncesine atılacak ne de devrim sonrasına atılacak bir toplumsal çelişkidir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı emperyalizm uğrağında “sınıf mücadelesinin çağdaşı”dır ve sosyalist devrimin yeni güçlerindendir: “gelişmiş ülkelerin proletaryası burjuvaziyi devirir ve onun karşı-devrim girişimlerini püskürtürken, azgelişmiş ve ezilen uluslar beklemezler, varlıklarına son vermezler, ortadan kaybolmazlar… Toplumsal devrim, yalnızca gelişmiş ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü iç savaşın, azgelişmiş, geri ve ezilen ulusların içindeki, ulusal kurtuluş hareketini de içeren, bütün bir dizi demokratik ve devrimci hareketler ile birleştiği bir çağ biçimde gelebilir.”[Lenin]
Lenin, emperyalizm aşamasında sınıf dışı bir dinamiği, işçi sınıfının yedek gücü olarak değil, yani kapitalizm ilerledikçe işçileşmek zorunda kalacak toplumsal sınıfların yöresinden çıkarak, devrim probleminin içine ve merkezine koymaktadır. Lenin devrimi ardışık zaman anlayışından çıkarmakta ve devrimin yeni güçleriyle birlikte sosyalist devrime yürümenin mümkün olduğunu söylemektedir. 20. yüzyıl sosyalist devrimler tarihi bunun örnekleriyle doludur.
Devrimin yeni güçlerinin varlığına işaret etmek elbette tek başına bir şey ifade etmiyor. Aynı zamanda bu yeni güçlerin hangi program etrafında devrime yönelebileceği sorunu da önümüze koyuyor. Çünkü açıktır ki devrimin yeni güçlerinin taleplerinin, işçi sınıfı mücadelesinde olduğu gibi, bir kısmının her zaman çözümü ve egemen devlet aygıtına eklemlenmesi mümkündür. Yani başta işçi sınıf taleplerinin egemenlerce karşılanması ve o konjonktürde ortaya çıkan somut çelişkiyi çözmesi ne kadar mümkün ve gerçekse, devrimin yeni güçlerinin taleplerini de aynı ölçüde egemenlerce çözülmesi ve eklemlemesi mümkündür.
Ancak Lenin, devrimin yeni güçlerine ait algının yerini ideolojik ilkesellikten çıkararak politikanın konusu haline getirmiş, Marksist politikanın dokunması gereken nesnel alanı genişletmiştir. Marksist politik özne devrimin yeni güçleri olarak ortaya çıkan dinamiklerin egemen devlet mekanizmasına eklemlenmesini izleyip arazinin düzlenmesini mi bekleyecek yoksa eşitlik, özgürlük, adalet ve devletsizliği talep eden bir politik hattın dinamikleri olarak yeni güçleri an ve an tanımlayıp egemen devlete karşı pratik bir hat mı örecek?
Bu nedenle biz Bayık’ın açıklamasının sansasyonel yöresinden çıkıp, tamda devrimin yeni güçlerine uygulamak zorundayız. Bu devrimin yeni güçleri işsizler, ezilen ulus, ezilen cins, ezilen mezhep, katledilen doğa ve topraksız köylü, ya da kentsel dönüşümün yıkıcılığına uğrayan bir semt vb. olabilir. Ve her bir yeni güç egemen iktidar blok’u tarafından marjinallikle kodlanabilir, ötekileştirilebilinir ya da her bir yeni gücün talepleri çözüme kavuşturularak egemen iktidar blok’una eklemlenebilir.
O zaman mesele Bayık’ın marjinal olarak kimi işaret ettiği değil, pratik politikanın çeperini tanımlamakla ilgilidir ve bunu bize ait olmayan marjinal kavramıyla ister istemez tartışmak zorundayız. Çünkü bu örtük kavram, başka adlar altında sol-siyaset içinde kullanmaktadır bunların en çok kullanılanı ‘radikal’ tanımlamasıdır.
“Marjinal Politika Anlayışı“ Nedir?
Bir kelimenin içeriğinin kitellerce ne anlam ifade ettiği kendi tarihselliği içinde düşünülmelidir. Örneğin “terör” kavramın devlet iktidarına karşı olumlu anlamlar içeren, devrimci ve yıkıcılığı, ezilen ve sömürülen kitlelerin taleplerinin kapitalist devlet içinde çözüme kavuşmasıyla, kitlelerce algılanan pozitif içeriğinden koparılmış ve devrimciyi ve devrimci şiddeti lanetleyen bir kavram haline gelmiş ve geliştirilmiştir.
Ancak biz bunu tersini de Gezi ayaklanmasında yaşadık hem de “çapulcu” kelimesiyle. Çapulculuk, tüm egemen söylem bağlamının dışına çıkarak, devlete başkaldıranın o konjonktür boyunca adı olmuştur. Ya da “kart kurt”tan Kürt olmaya dönüşmek 40 yıllık çetin bir mücadeleden geçmiştir. Bu anlamıyla Bayık’ın açıklamasının marjinal kim sorusuyla ilgilenmediği düşünüyoruz. Ruşen Çakır röportaj sırasında [burada tartışılan nesneler bağlamı içerisinde elbette bir önemi yok] açık bir yönlendirme yapmaktadır.
Peki Bayık gibi bir komutanın kolay kolay yönlendirmeye düşmesi mümkün müdür? Muhtemel dahilinde olabilir. “Marjinallik egemenlerin ötekileştirmek için kullandığı bir kavram Bayık bunu nasıl kullanır, incindik, alındık, Bayık çıksın açıklasın kim marjinaller” gibi duygusal tepkilerle bir ruh haline girmenin politik bir anlamı yok, zaten Bayık’ın kimliği de ve örgütü de egemenler tarafında marjinal olarak yok sayıldı, ötekileştirildi. Burada öne çıkarılması gereken Bayık’ın devrim ve demokrasi güçleri olarak ortaya çıkan kimliklerin politika pratiğindeki temsil güçleridir ki, bu temsil gücünü neye göre anlamlandırmak gerektiği kavramsal düzlemde açıklamak gereklidir. Sol-sosyalist kavramlar bunu açıklamaya yetmiyorsa bizzat o tehlikeli kavramın yöresinin içine girmeliyiz.
Marksist politikanın kavramlarından biri olmayan marjinal kavramının yöresinde bunu tartışmak zorundayız. Çünkü öznesi bunu böyle ifade ediyor.
Marjinal(lik) nedir? Buna verilen sosyolojik içeriklerle ilgilenmiyoruz, kavramsal düzlemiyle matematikteki son birim olarak ifadesini bulan ve neo/klasik iktisadın son birim yararı teorisinin de ana kavramına dönüşen marjinallikle ve onun politika anlayışına denk düzen yöresini açıklamak gerekir.
Bir mal ve hizmetin marjinal faydası, eğer diğer her mal ve hizmet tüketiminin ve ilgili verilerin sabit kaldığı varsayılırsa, incelenmekte olan bir mal veya hizmetin tüketiminde bir marjinal çok küçük bir artışının (veya eksilişinin), yanı matematik notasyonla x malının (i) değişmesinin, toplam fayda seviyesine yaptığı etki, yani matematik notasyonla , arasındaki bağlantıya verilen isimdir.
Bu matematik natosyondan çıkarırsak, marjinal fayda bir mal veya hizmet için son küçük bir birim tüketim artışının sağladığı pozitif faydadır. Ancak bu pozitif faydaya ters işleyen bir negatif bir prensipte söz konusudur onun adına azalan marjinal fayda kanunu denilmektedir. Bu kanuna göre bir tüketici bir malın tüketim miktarını artırırsa o mal miktarının marjinal faydası azalır. Yani tüketim miktarı arttıkça o mal tüketiminden marjinal fayda azalma gösterir. Mal tüketimi artıyor ama fayda azalıyor!
Bayık’ın marjinal yaklaşımlar olarak ifade ettiği şey tamda marjinal fayda teorisinin yöresine oturmaktadır. Yapmak istediğimiz basit bir kelime değişikliği değildir. Bayık’ın eğer HDP’nin “ana muhalefet” partisi olma yolunda devlet iktidarından toplumsala çizdiği ezme ve sömürü biçimlerine dönük akıl yürütmesinde HDP’nin önünü açacak politika/pratiğinin, fazlasıyla kullanılmakta olan kimliklerle ancak mümkün olacağını düşünüyorsa bu konuda açıkça yanılmaktadır. Ancak HDP bu kimliklere dönük politikalarını artan oranda devam ettirmek zorundadır. Bayık’ın ana unsurlar olarak saydığı aleviler, demokrat Müslümanlar, işçiler, sol-liberal kesimlere dönük politika pratiğinin özgünlüğünün olup olamayacağını ve diğer partilere göre daha fazla bir marjinal fayda sağlayıp sağlayamamağını süreç gösterecektir.
Örneğin ezilen bir inanç olarak Alevilerin cem evine dönük ibadethane olarak kabul edilmesini talep etmenin HDP’yi diğer muhalif partiler karşısında öne çıkaracağını düşünmek ve bunu hayalciliğine kapılmak mümkün müdür? Ancak HDP bu talebi ezilen, yok sayılan Aleviler için egemen Sünni anlayışı karşısında dile getirmek zorundadır. Ancak bu Bayık’ın kodladığı şekilde maksimize olmuş bir kanal aç[a]mayacaktır.
Alevilerin taleplerinin çok sayıda politik özne ve sivil toplum örgütü tarafından hep artarak kullanılması, ezilen mezhep kimliğinin kullanımı arttırmış olsada ama politik etkisini azaltıyor. Yani Bayık’ın ima ettiği bağlamda bahsettiği kanalların kimliklerine yönelmek, HDP’yi bir anda bu kimlikler karşında popüler kılmaz ya da diğer partiler karşında avantajlı kılmaz. HDP bu talepleri tekrar etmekle alevilere ancak şu sözü verebilir, iktidar olursam çözeceğim! Ancak üçüncü bir yol daha var. HDP alevilerin inançlarının tanınmasına dönük talepleri 1 eylülde başlayacak müzakere başlıklarının yöresine yerleştirirse işte o zaman durum değişebilir ve marjinal fayda artabilir. Riske girmek gerekir mi? Bilemeyiz. Ama müzakereye salt kürt olarak oturmaktan daha az riskli değil.
Bayık’ın HDP’nin ana muhalefet partisi olması için saydığı kimliklerin dışında ve devletle bir ezme ezilme ilişkisi içinde var olan kimliklerin politik etkisinin kullanılan kavram çerçevesinin yöresi düşünülürse daha etkili olacağı açığa çıkar. Kuram üzerinden, bu az kullanılan kimliğin her birim kullanımının politik etkisinin marjinal faydasının ilk elde artan eğilimde olacağı açıktır. Bayık’ı kavramsal düzlemde eleştirmek pek hala mümkün hale gelmiş oldu böylece. Marksist devrimcilik kendi kurucu Marksistleriyle ve devrimci önderleriyle duygusal bir ilişkiye ve empatiye girmezler. Hatta tarihe dönüp “kendinizi düzeltin” hiç demezler.
HDP’nin, Türkiyeleşme momentleri gerilim hatlarıyla doludur ve bu hatlara girildikçe bir sansasyonel hava esecektir. Bu yazının yazıldığı sıralar “Selahattin Demirtaş’ın RTE’yi alkışlamasının” sansasyonel etkisi hem egemenler tarafından (pozitif anlamda) hem de HDP Kürdistan’a diyen sol çevreler tarafından (negatif anlamda) nasıl kullanıldığına tanık olmaktayız. Bu yazının bir kısmı bunlara da cevap niteliği taşımaktadır. Biz mümkün olduğu kadar politikayı kavramlarıyla, pratiği de gerçekleriyle konuşmak zorundayız. Gerçeğimiz bu yazı özelinde HDP’dir!