HÜLYA OSMANAĞAOĞLU*
Seçim sürecinin gündemini hiç kuşku yok ki HDP belirler oldu. HDP’nin seçimlere parti olarak gireceğini açıklamasıyla birlikte paniğe kapılanlar ortaya dökülüp “olamaz ya barajı aşamazsanız…” diyerek HDP’yi vazgeçirme çalışmalarına başladılar. AKP açısından toplumsal meşruiyetinin yanı sıra vekil sayısı da neredeyse iki kat artmış bir HDP ile çözüm sürecini değil sonlandırmak, süründürmek bile hiç de kolay olmayacağı için, Tayyip Erdoğan “barajı geçemezseniz muhatap olamazsınız” kozunu öne sürdü. CHP ise bir yandan Kürt hareketinden uzak durmak için elinden geleni ardına koymazken diğer yandan da HDP’siz bir meclise uyanacağı korkusuyla komplo teorileri üretmeye başladı.
Liberaller AKP ile yaşadıkları hayal kırıklığından sonra “yetmez ama evet” günlerine yeniden dönmenin hayalleri ile bir o yana bir bu yana savrulmaya devam ediyorlar. Bir kısmı CHP’ye yönelirken bir kısmı “aman ha faşizm gelir bağımsızlarla seçime girin, hepimizi de riske atmayın” havasına çoktan girdi. Tam da bu noktada sistem partilerinin ve destekçilerinin hep bir ağızdan “aman ha baraj altında kalırsınız bağımsız girin” diye üstünü başını nasıl yırttığına bakınca, insan ister istemez sosyalistlerin baraj riskine rağmen HDP’nin parti olarak seçimlere girmesini destekleyeceğini düşünüyor.
Hani solcu olduğumuzda ilk öğrendiğimiz, burjuvazi ile işçi sınıfının çıkarlarının ortaklaşamayacağıydı. Tabii sonradan sınıf mücadelesinin karmaşık yolları arasında yürümeye, hatta ayakta kalmaya, çalışırken bu temel doğrunun her zaman aynı netlikte görülemeyebileceğini de öğrendik. Yine de tam da HDP’nin seçimlere parti ile girme tartışması bağlamındaki siyasal saflaşmaya baktığımızda hem AKP’nin hem CHP’nin hem de kimi sosyalistlerin “aman ha baraj altında kalınırsa kötü olur” demesini anlamlandırmak hiç kolay olmuyor.
Sosyalistler arasında değişik gerekçelerle bu uyarıyı yapanlar mevcut. Ben ise bu yazıda Siyasi Haber’de peşi sıra üç yazı ile konu hakkındaki görüşlerini ifade eden Erdal Kara’nın “HDP’nin Seçim Taktiği Üzerine (1-2-3)” yazılarına gönderme yaparak mevzuyu tartışmaya çalışacağım. Bu yazı(lar) üzerinden tartışmayı tercih etmemin iki önemli nedeni var; birincisi, Erdal Kara’nın yazısının en başında belirttiği gibi her durumda HDP’yi destekleyeceğini beyan etmiş olması; ikincisi ise yine Erdal Kara’nın 1980’lerden bu yana Kürt halkı ile Türkiye işçi sınıfının stratejik ittifakını öngören tarihsel politik referansları. Sözün özü ortak niyetlere ve ortak hedeflere sahip kişiler olarak tartışıyor olmak “niyet okumalarını” asgariye indireceği gibi daha anlaşılabilir bir tartışma yürütülmesini de mümkün kılacaktır.
Erdal Kara’nın üç parça olarak yayımlanan yazısı bir hayli kapsamlı (ve gerçekten çok bilgilendirici) olmakla birlikte başlık ile ifade edilen tartışmanın bağlamına oturmayan bir dizi vurgu/gönderme içeriyor. Bu bağlantısız vurgular ise tartışılan konuyla ilintilenemediği ölçüde tartışmanın esasını perdeleme riskini ortaya çıkarıyor. Bu nedenle kimi eleştirilerimle, bana göre tartışmanın içinde gerçekleştiği bağlamdan kopuk olan kısımları ayıklayarak derdimi anlatmaya çalışacağım.
Üçüncü yazıdan başlarsak… Erdal Kara Bolşevik Parti tarihine ve Lenin’in görüşlerine ilişkin uzun bir gönderme ile seçim boykotunun sosyalistler açısından ne zaman gündeme gelebileceğini, 90 sonrası seçimler ve Kürt hareketinin seçimlere katılım/boykot politikaları ekseninde tartışıyor. Burada en önemli nokta Erdal Kara’nın HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi durumunda meclis dışında kalabilme ihtimalini “seçim boykotu” ile aynılaştırmasıdır. Yazı yasallık-yasadışılık ile başlayıp boykotun anlamını ve tarihsel deneyimleri anlatarak devam ediyor. “Boykot’u ‘baskı’nın derecesiyle temellendirmeye çalışan sosyalistlerimize birkaç hatırlatma yapalım”(abç) cümlesinden anlaşılan kimi sosyalistlerin bu seçim döneminde boykotu savunduğu, Erdal Kara’nın ise buna itiraz ettiğidir. Ancak yazının ilerleyen bölümlerinde Kürt hareketinin hangi seçimlerde hangi yöntemle seçimlere katıldığını ya da boykot ettiğini sıraladığını görünce, (herhangi bir sosyalist grubun yazısına-açıklamasına gönderme yapılmadığını da göz önünde bulundurursak) baraj altında kalma ihtimaline rağmen seçimlere parti olarak katılma kararı almayı, boykot ile eş tuttuğunu anlıyoruz. Kanaatimce yüzde 9’u aşan bir oy oranıyla parti olarak seçime katılma politikasını memleketin sol sekter boykot geleneğiyle eş tutmak (Aynı eşitlemenin yazının birinci bölümündeki 3 no’lu dipnotta da söz konusu olduğu göz önünde bulundurulunca anlam kayması ya da yanlış anlama ihtimali de kalmıyor) pek gerçekçi olmadığı gibi doğru da olmamış. Yine aynı bağlamda 2010 referandumuna ilişkin olarak bir hayli uzun yer ayrılan Öcalan röportajının konuyla ilintilendirilme biçimini tabir yerindeyse bir hayli “magazinel” bulduğumu belirtmek istiyorum.
Boykot benzetmesinin[i] tartışma ile alakasızlığının ötesine geçerek, Kürt Hareketinin 2007 öncesi seçimlere katılım politikalarına ilişkin yazılanlara bakınca da bir hayli şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Özellikle 1995, 1999 ve 2002’de de bağımsız adaylarla seçime girilmiş olmasının anlamlı olacağına ilişkin yaklaşım, tarihi o günün koşullarıyla değil bugüne bakarak değerlendirmenin sakıncalarını da gösteriyor aslında. Haksızlık etmeyelim Erdal Kara o dönemde seçimlere parti olarak katılma kararlarını “insaflı eleştirmek” gerektiğini de söylüyor. Ancak mesele sanırım insaf tartışmasının çok ötesinde.
1990’larda Kürdistan’da seçim faaliyeti yapmak Erdal da iyi bilir ki Türkiye’de ÖDP ile hoplaya zıplaya seçim faaliyeti yapmaktan bir hayli farklıydı. Parti yöneticilerinin kaçırıldığı, seçilmiş vekillerin bile faili meçhullere kurban gittiği koşullarda bağımsız adaylarla seçim çalışması yapmak, hele ki oyları denetlemek, ne kadar mümkün olurdu bir soru işareti. Ama daha önemlisi HEP ile başlayan yasal Kürt partisi geleneği ilk on yıl boyunca Kürt halkının siyasal temsilcisi olduğunu dosta düşmana göstermiş/ispatlamıştır. Parti örgütlenmesinin kendini en çok ifade edeceği politik süreçlerin seçimler olduğu düşünülürse, bu yıllar boyunca seçimlere parti bayrağıyla katılmanın parlamentarizme değil devrimci dinamizme dayalı bir politik hat olduğunu görmek de mümkün olur. Aslında Kürdistan’a değil hemen kendi tarihimize geri dönüp baktığımızda benzer bir yönelim görürüz. 1989 yerel 1991 genel seçimlerinin ardından “kimi” sosyalistlerin seçimlerde bağımsız adaylarla sosyalizm propagandası yapmanın sınırlarını vurgulayarak “seçim partisi” tartışmalarını başlattıklarını hatırlayalım. Bu süreci takip eden “blok partisi” tartışmaları ve Birleşik Sosyalist Alternatif olarak SBP çatısıyla seçime girme politikası, sanırım sadece sayısal olarak daha çok oy alma hedefiyle uygulamaya konulmamıştı. Erdal Kara benden daha iyi hatırlar ama sosyalistlerin klasik yasallık-yasadışılık tartışmaları karşısında [açık değil] yasal parti[ii] ile politik propagandanın önemi üzerine bir hayli külliyat üretilmişti galiba.
Peki, 2007’de ne değişti… Birincisi ve en önemlisi 1999[iii] ve 2004[iv] yerel seçimlerinde elde edilen başarılar hem Türkiye’de hem de dünya kamuoyunda Kürt halkının siyasal temsiliyetinin tartışmasız bir biçimde HEP-DEP-DEHAP-DTP geleneğine ait olduğunu gösterdi. Yani bu geleneğin sadece 2002’deki yüzde 6,2 oyun değil neredeyse tüm Kürt halkının temsilcisi olduğu ispatlandı. Bu noktadan sonra 2007 seçimlerinde bağımsızlarla seçime girilmesi tarihsel bir yanlıştan dönmek değil tarihsel sürecin geldiği aşamada yeni bir seçim taktiğinin gündeme alınmasıydı. Kaldı ki 2002-2007 arasında militarizm ağırlığını hissettirmeye devam ediyor olsa da içine girilen AB ile müzakere süreci[v] (ki bu dönem AKP’nin AB’ye en sevecen yaklaştığı dönemdi) Kürt hareketinin siyasal faaliyet alanını genişletmiş ve hareketin siyasal meşruiyet zeminini güçlendirmişti. Sözün özü 2015’ten bakarak Kürt hareketinin 15-20 yıl önceki seçime katılım politikalarını değerlendirirken insaflı olmanın ötesinde gerçekçi de olmak için mutlaka değerlendirilen dönemin politik-tarihsel koşullarını göz önünde bulundurmak/hatırlamak gerekiyor. Tabii tüm bu tartışmanın kanımca en önemli yanı o tarihlerde hiç gündeme gelmemiş bir “bağımsız girme” politikasının bugün geçmişe dönük bir eleştiri argümanı olarak ve bugün bağımsız girmenin mantığını açıklamak için öne sürülmesi.[vi]
Sondan başladık öyle devam edelim… Erdal Kara ikinci yazının sonunda baraj altında kalmanın risklerini esas olarak Kürt siyaseti üzerinden sıralıyor:
HDP çatısı altında parti olarak seçimlere girilip barajın aşılamaması durumunda gelişmeler hangi doğrultuda ilerler?
Başkanlık rejimi olasılığı güç kazanır. Baraj altında kalındığında, AKP’nin Referandum’a gitmeyi mümkün kılacak sayıda milletvekili kazanacağı kesindir. 367 milletvekilli kazanma olasılığı da mümkün olabilir…
…Olası bir ABD-AKP uzlaşmasının Rojava üzerindeki basıncı artar, Rojava’ya tasfiye planı güç kazanır. Parlamenter alanın ve bu alanın sağladığı olanaklarla ulusal ve uluslararası arenada elde edilen mevzilerin sağladığı imkanlarla yürütülen mücadele ciddi sorunlarla yüz yüze gelir.
…AKP’nin savaş siyasetini gündeme koyma olasılığı sıçramalı bir biçimde güçlenir. Savaş siyasetinin gündeme gelmesinin sonuçları, geçmişe göre daha farklı olacak gibi görünmektedir. 6-8 Ekim bunu ipuçlarını vermiştir. Türkiye’nin Batısı kısa erimde bir iç savaş manzarasına sahip olacaktır. Erdoğan’ın tutumuna baktığımızda, bırakalım bu yöne gidişi frenlemeyi, tam tersine kışkırtacağı, Türkiye’yi bir iç savaş ortamına sürükleyerek iktidarını sürdürmeye çalışacağı görülmektedir…
…Bizim düşüncemize göre, emek, barış ve demokrasi güçlerinin Batı Cephesi’nin böyle bir muharebeden başarıyla çıkma şansı yoktur. Ne hazırlık derecesi, ne örgütlülük düzeyi, ne de kitle mobilizasyonu kabiliyeti buna uygun değildir. 6-8 Ekim bunu çok açık biçimde göstermiştir. Örneğin İstanbul’da, HDP’nin en yüksek oy aldığı ilçe olan Sultanbeyli’de bile HDP büyük zorluklar yaşamış, partililer parti binalarına gitme olanağını bulamamıştır…
…Erdoğan’ın iç savaş siyasetine Kürdistan’ın yanıtı Serhildan olacaktır. Burada da sorulması gereken soru bunun sürdürülebilir olup olmadığıdır. Serhildan kronik hale getirilebilir, bu mümkündür. Ancak Batı Cephesi’nden destek alma olanağını bütünüyle yitiren Serhildan’lar sürecinin bastırılma olanağı da göz ardı edilmemelidir…
Bir hayli uzun bir alıntı yaptığımın farkındayım ancak yazılanları bağlamından kopararak eleştiri yapmış olma kaygısıyla, sayılan sakıncaların hemen hepsine (kısmen atlayarak da olsa) yer vermeyi tercih ettim. Bir de muhtemel sonuçların aslında sadece[vii] Kürt siyaseti bağlamında ele alındığının görünür olmasını istedim. Erdal Kara’nın bitirdiği yerden başlarsak, serhıldanların sürdürülebilir olup olmayacağı konusunda onun kadar kaygılı değilim. Zira Kürt hareketi 90’lar boyunca Batı’dan, bırakalım desteği, sadece eleştiri alırken bile isyanı diri tutma başarısını gösterebilmiş bir hareket olarak, bunun analizini bize oranla çok daha doğru yapma şansına ve hakkına sahiptir. “Parti binalarını açamama” tartışmasının ise yine doğru tarihsel verilere dayanmadığını düşünüyorum. 90’larda ve keza, neredeyse partiye çay içmeye gidenlerin bile KCK davalarına dâhil edildiği 2009-2013 sürecinde, Kürt hareketi parti binalarını ve örgütlerini her durumda açık ve ayakta tutabileceğini ispatladı. 6-8 Ekim’de üç gün bir ilçenin açılamamış olmasından yola çıkarak parti binalarının bile zor açılabileceği öngörüsünde bulunmak pek hakkaniyetli olmamış. AKP’nin ABD desteğiyle Rojava’yı kanla boğma taktiğini ise, Kobane sürecinde de görüldüğü üzere, “tek başına” Meclis’teki 35-40 milletvekili ile de engellemek mümkün olamayabiliyor. Keza 6-8 Ekim öncesinde sadece IŞİD’e doğrudan destek veren AKP’nin değil, Kobane çevresinde IŞİD’i değil dağı taşı bombalayan ABD’nin de Rojava devriminin yenilmesi için, ellerini ovuşturduğunu kuşkusuz biliyoruz. Yani tek başına Meclis’te olmanın ABD ve AKP’nin Rojava planlarını değiştirmeyeceği ortada.
Kanaatimce Erdal’ın muhtemel sonuçlara ilişkin en isabetli analizi başkanlık sistemine geçişe ilişkin söyledikleri, en önemli eksiği ise “Batı”da neler olacağını yazmamış olmasıdır. Doğrudur başkanlık sistemine geçiş herhangi bir burjuva seçenek değildir. Parti devlet ayrımını yok etme yönelimi (ve daha birçok belirtisiyle) faşizan bir dönüşümü işaret ediyor. Ancak daha önce de belirttiğim gibi Kürt hareketi ağır baskı[viii] koşulları altında Kürdistan’da örgütlülüğünü ve siyasi gücünü direnişe yönlendirmeyi başarabildiğini tarihsel olarak ispatlamış durumda. Ancak “Batı”daki sosyalist sol, toplumsal muhalefet ve sınıf hareketi açısından durum oldukça kaygı vericidir. Bugün gördük ki 15.000 işçiyi kapsayan metal grevi ciddi bir tepki görmeksizin ertelenebiliyor, Gezi’nin militan ruhu şimdilik sönmeye başlamış görünüyor ve başkanlık sistemine ihtiyaç duymaksızın gündeme getirilen iç güvenlik paketi daha yasalaşmadan uygulamaya konuyor. Hiç kuşku yok ki başkanlık sisteminde simgeleşen otoriterleşmeyle birlikte sadece Kürt hareketinin parti binalarını açması değil, karga karga gak dedi AKP rantına bak dedi, tadında bir çizgiyle politika yapmaya çalışan sosyalistlerin binalarını açması da sıkıntıya girecek. Bu noktada Erdal Kara’nın yıllar yılı sosyalist sol içinde politika yapan biri olarak HDP’nin Meclis dışında kalmasını ve başkanlık sistemine geçişi sadece Kürt halkının mücadelesine etkileri üzerinden tartışması bir hayli tuhaf olmuş diyelim! Ve geçelim…
HDP’nin seçimlere parti olarak girmekte ısrar etmesi mantıklı mıdır? Son dört yıl içinde 35 milletvekili ile parlamentoda yer aldılar. Bu durum ne KCK operasyonlarını engelledi ne de Kobane’ye saldırıyı. AKP 6-8 Ekim sürecinde gözünü kırpmadan 50 Kürdü katlederken “devam ederseniz misli ile karşılık görürsünüz” diye tehdit savurmakta da herhangi bir beis görmedi. Ateşkese rağmen Cizre’de çocuk katliamı devam ediyor. Güya çözüm masasında oturuyor olmasına rağmen müzakerelere ilişkin somut tek bir adım bile atmaya yanaşmıyor. İç güvenlik paketi ile hem Kürdistan’da hem Türkiye’de daha çok insanın öldürülmesinin hazırlıkları da tamamlanıyor. Mevcut haliyle HDP bu dengeyi/dengesizliği değiştiremiyor. Bu noktada HDP’nin AKP’yi 300 milletvekilin altına düşürme, kendi oy tabanı ile birlikte siyasal etki alanını da genişletme ve böylece AKP’yi çözüme zorlama politikası Erdal Kara’nın da metninde detaylı bir biçimde anlattığı gibi oldukça anlamlı görünüyor. Barajı aşamadığı koşullarda radikal bir başkaldırı planı ile toplumsal dengeleri yeniden dizayna girişme hedefi parlamentarizmle devrimcilik arasında tercih yaparken ikincinin saflarında tutum almakta kararlı olunduğunu gösterir. Yani bir dört yılı daha AKP’nin tek taraflı saldırıları ve katliamlarıyla kaybetmeme kararlılığının ortaya konması söz konusudur. 2007’de yerel yönetimlerin sağladığı siyasal temsil olanaklarının sınırını aşarak bağımsız adaylarla Meclis’e girme taktiği bugünün mücadele ihtiyaçlarını karşılamıyorsa daha radikal bir seçeneği gündeme almak göründüğünden daha gerçekçi olabilir.
Kürt hareketi ağırlıklı olarak kendi mücadelesinin ihtiyaçlarına göre bir karar verme eğilimi gösteriyor. Kuşkusuz HDP tek başına Kürt hareketinin partisi değilse kararlarını da buna uygun bir demokratik ve katılımcı çerçeve içinde almalıdır (Erdal Kara dipnotta da olsa bunu kanımca etraflıca ve çok doğru bir biçimde anlatmış). Türkiye partisi olma hedefi öncelikle parti içindeki diğer toplumsal muhalefet temsilcilerinin de demokratik bir biçimde kendilerini ifade etmelerini gerekli kılar.
Peki, özellikle sosyalist sol açısından HDP’nin Türkiye partisine dönüşmesinin en etkin unsuru ne olabilir? Kanaatimce bu soruya verilecek ilk cevap HDP’nin her durumda parti olarak seçimlere girmesini savunmaktır. HDP ancak parti olarak seçimlere girip ne kadarsa o kadar Rize’den de Antalya’dan da İzmir’den de, Gümüşhane’den de oy aldığı ölçüde hem Kürtlerin hem de Türkiye’nin tüm ezilenlerinin partisi olma şansını yakalayabilir. Ancak parti olarak girilen seçimlerde Kürt halkının talepleriyle işçi sınıfının talepleri eş düzlemde ve eşit oranda gündeme gelir. Bağımsız adaylarla seçime girildiği sürece sosyalist solu temsilen aday gösterilecek iki ya da üç kişinin ötesinde esas olarak Kürt halkına ve onun sorunlarına hitap eden bir kampanya[ix] ortaya çıkar. Ancak parti olarak seçime giren ve işçi sınıfı ile Kürt halkının taleplerini eşit olarak dillendiren bir parlamento grubunun, önce Soma’da sonra Ermenek’te olduğu gibi, hükümete yönelik gensoru önergelerini geri çekmesi üzerine zihinlere düşen kaygıları yaratmaması mümkündür. Görünen o ki Kürt hareketinin tek başına da olsa tüm Türkiye’de seçime girmesi halinde alacağı oy yaklaşık yüzde 8’dir. Oysa HDP bileşimiyle ve Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasının çıtasını bir tık daha yükselterek sınıf politikalarını öne çıkaran bir kampanyanın, yüzde on barajının aşılmasını sağlaması muhtemeldir. Barajın bu şekilde aşılması da sadece sayısal olarak yüzde ikilik bir fark ya da parlamentoda en az yirmi vekillik bir fark anlamına gelmez. Bunların yanı sıra siyaset arenasında sosyalist solun politik varlığının ve hedeflerinin somutlaşması da söz konusu olacaktır.
Ağustos seçimlerinden bu yana geçen altı ayda yaşananlar iki ayın politik anlamda çok uzun bir süre olduğunu gösterdi. 11 Ağustos’ta Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy Türkiye’yi 9 Ağustos’takinden başka bir Türkiye yaptı. 10 Ekim’de de 5 Ekim’dekinden başka bir “Kürt realitesinde” ve Türkiye’de yaşamaya başladık. Keza Kobane’deki zafer ve IŞİD’in ilk defa Kürdistan’da yenilgiye uğratılması, akabinde Tayyip Erdoğan’ın sapsarı bir suratla “Kuzey Suriye’ye izin veremeyiz” diye öfkesini/yenilgisini ortaya koyması, seçimlere nasıl girileceğinin netleşeceği Nisan ayına kadar çok şeyin değişebileceğinin göstergesi. Bu anlamıyla HDP de bu iki ay içinde seçimlere nasıl katılacağını yeniden gözden geçirebilir ve bağımsız adaylarla seçime girmeye karar verebilir ancak bu kararın alınmasında belirleyici olanın “her hâlükârda mecliste olmak gerekir“ yaklaşımı olması doğru değildir. Hele ki son seçim anketlerine bakarak karar vermeyi düşünmek politik olarak da sayısal olarak da hiç doğru değildir. Selahattin Demirtaş’ın kampanyası başladığında HDP’nin oy oranı yüzde 7 civarındaydı. Hadi seçimlere katılımın düşüklüğünü de göz önünde bulunduralım, Demirtaş’ın aldığı yüzde 9,8 oy, seçim kampanyasının en az yüzde 2 oranında oy kazandırdığını gösteriyor. Aylardır anketler HDP’yi yüzde 9 civarı gösterirken (son iki ayda bundan geriye düşme ihtimali pek yok) seçime iki ay kala anketlerde yüzde 10’u bulamazsak bağımsızlarla seçimlere girmeyi yeniden tartışalım (anlamına gelen laflar) demek devrimcilikle parlamentarizm arasındaki saflaşmada ne yana düşer… En azından vicdanlarımızda…
***
* Şu anda örgütlü olarak sadece feminist politika yapıyor olmakla birlikte kendimi sosyalist olarak da tanımlamaya devam ediyorum. Bu anlamıyla hangi örgütün ne demesi gerektiği üzerine fikir beyan etmeyi doğru bulmam ve bu yazıdan da muradım sosyalistlerin tek tek ya da örgütlü olarak bu süreçte nasıl tutum alması gerektiği üzerine fikir alışverişi yapmakla sınırlı.
[i] Boykot mevzusunun ağırlıklı olarak ele alındığı üçüncü yazıda uzun bir dipnot ile ezen ulus sosyalistleri ezilen ulus sosyalistleri ayrılma hakkı filan anlatılıyor. Bir de ezilen ulusu silahlı mücadeleye kışkırtmamak gibi “bir tür ilkeden” dem vuruluyor. Birincisi Kürt ezilen ulusunun temsilcilerinin silahlı mücadeleyi de meşru görerek politika belirlemesini desteklemek kışkırtmak olarak tanımlanamaz. İkincisi 30 yıldır ülkenin gündemini nerdeyse tek başına belirleyen Kürt hareketinin “kışkırarak” politika yapabileceği üzerinden fikir beyan etmek pek bi tuhaf olmuş sanki. Üçüncüsü velev ki birileri “kışkırtıyorlar”, kışkırtmama üzerine bir UKKTH ilkesi mi mevcuttur? Bilemedim… Gerçekten… Neticede bir feminist olarak Marksist- Leninist literatür konusunda iddialı değilim.
[ii] Bu noktada kendim de kuşkusuz yasal parti-seçim partisi tartışmalarının evrildiği yerin sosyalist hareketin birliği ve yeniden yapılanması politikasıyla iç içe geçen bir süreçte şekillendiğini unutmuyorum. Ancak ilk seçim partisi ve evrildiği haliyle blok partisi tartışması yeniden yapılanma fikriyle birlikte reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı tahribat karşısında sosyalizm propagandasının etkisini artırmayı da hedefliyordu. Sanki…
[iii] Kaldı ki 1999’da yerel ve genel seçimlerin bir arada yapıldığı düşünüldüğünde yerel seçim adaylarını partiden, genel seçim adaylarını bağımsız göstermek gibi bir tuhaflığın söz konusu olamayacağı görülür.
[iv] Bu seçimlerde post-modern bir seçim ittifakı ile SHP çatısı ile seçime girilmiş olsa da seçimden hemen sonra DTP’ye geçilmesi bölgedeki oyların kimin oyu olduğunu gösterdi.
[v] Bu değerlendirme nedeniyle AB yanlısı liberal olarak değerlendirilmeyeceğim denli içerden bir tartışma yürüttüğümüzü umuyorum.
[vi] Bağımsız adaylarla seçime girmeyi 2007’de bile “aslında doğru olmamakla birlikte anlaşılır bulma” politikası hafızalardan belli ki silinmiş. Hayat…
[vii] Özellikle “sadece” kavramını kullanıyorum. Zira alıntıda da görüleceği üzere iki kez Batı’daki toplumsal muhalefetin gerekli desteği verecek koşulları olmadığı söylenerek Batı’ya ilişkin bir durum analizi yapılmış görünse de esas olarak Kürtlerin yaşayacakları bağlamında Batı’daki duruma gönderme yapıldığı görünüyor.
[viii] Erdal’ın ilk yazısındaki faşizm ve devlet analizlerine kuşkusuz fazlasıyla katılıyorum ve 90’lar Türkiye’sinin faşizm olarak tanımlanamayacağını da biliyorum. Ancak 90’lar Türkiye’sinde faşizm de yaşanıyor olsaydı Kürt halkı açısından “daha kötüsü” olabilir miydi hiç emin değilim.
[ix] Burada özellikle seçim programı yerine kampanya kavramını kullanıyorum zira en emek hatta sınıf eksenli programlar yazılsa bile bağımsız adaylarla seçimlere girildiğinde gerek seçmenlere gerekse medya aracılığıyla tüm kamuoyuna ortak programdan çok adayların bireysel kampanya söylemleri ulaşabiliyor.
İLGİLİ YAZILAR:
ERDAL KARA – HDP’nin Seçim Taktiği Üzerine (1)