MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Bu direniş herkesin olduğu kadar ama belki de herkesten daha çok; bu direnişe bedel olarak canlarını veren Ethem, Mehmet, Abdullah, Medeni, Ali İsmail, Ahmet, Hasan Ferit, Berkin’imizindi.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
6 yıl önce bugün şafağın ülkesi Anadolu’da umudun şafağı kendini gösterdi. Halkların güneşi bir ilkyaz sabahında göründü. Hepimize birlikte ne kadar güzel, ne denli güçlü olduğumuzu gösterdi. Hepimizin bir hikâyesi oldu. Kolektif belleğimize düşle, umutla karılmış bir masalsılık harmanlandı. Topraklarımızda umut mayalandı. Bizim yaz öykümüz, Haziran düşümüz AKP, Reisi ve 40 haramilerinin yıllarca etkisinden, korkusundan kurtulamayacakları kâbusları oldu.
Şüphesiz onlar da açıkça görüyor ki bizim Haziranımız onların sonunun başlangıcıydı. Direniş günlerinin ardından onlar için hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı; olmadı. O güne değin süt liman sularda istikrarla yüzdürdükleri gemileri gençler, kadınlar, halklar eliyle darbelenmişti. O nedenle ki 6 yıl sonra halen Gezi’ye saldırıyorlar. Saldırganlıkları, korkularından ileri geliyor; Gezi’den korkuyorlar. Yeni Gezi’ler uykularını kaçırıyor. Halen Gezi’yle hesaplaşıyorlar. Bu satırların yazarı dâhil Gezi direnişçilerini en akla mantığa sığmaz komplo teorilerine dayandırdıkları, kof, asılsız iddianamelerle on yıllarla yargılıyorlar. Gezi’yi yargılamaya çalışıyorlar.
Peki, ama bunca yıl sonra neydi Bizim Haziranımız, Gezi Direnişinin anlamı neydi?
Hiç tereddütsüz bir izzeti nefis ayaklanmasıydı. Yükselen bir halk dalgasıydı. Bu yükselen dalga; Spartaküs’lerden, Demirci Kava’lardan Ebu Zer’lere, Şeyh Bedreddin’lere, Celalilere, Thomas Münzer’lere; Geronimo’lardan, Panço Villa’lardan Ho Şi Min’lere; Paris Komüncülerinden Bolşeviklere, Baader Mainhoff’lara; Rosa’lardan Sakine’lere; Ernesto’lardan Mahir, Deniz, İbrahim, Mazlum’lara; Sierre Maestra kıyılarını, Vietnem ormanlarını, Yemen çöllerini, Karaburun dağlarını; Tahrir’i, Wall Setreet’i, Puerte el Sol’u, Stigmata’yı, Paris gettolarını, Şili meydanlarını, Kürdistan dağlarını dolanarak gelen evrensel “Hak, Adalet, Eşitlik ve Hürriyet” arayışı mücadelelerinin sadece bir anı ve sınıflı toplumların var oluşundan bu yana durmaksızın süren ve yarın da sürüp gelişip devam edecek olan toplumsal mücadeleler tarihinin yeni bir eşiğiydi.
Anadolu’nun özgürlük mücadelesi açısından ise istisnai derecede kesin bir ileri adımdı. Ereklerine ulaşıp ulaşamadığından bağımsız olarak, yüzlerce sayfalık kuru lafazanlıktan çok daha önemli bir ilerleme, tarihi bir sıçrama anıydı. Gezi’nin ardından şu ya da bu şekilde bu topraklarda siyaset yapmaya kalkışacak hiç kimse bu direniş hiç yaşanmamış gibi davranamayacak, bu ülkeyi idare etmeye kalkan hiç kimse üzerinden atlamaya kalkışamayacaktır. Haziran Direnişi, toplumsal mücadelenin tüm cepheleri için ehemmiyeti su götürmez bir deneyim olarak Anadolu ve dünya toplumsal mücadeleler tarihine nakşolmuş durumdadır.
Geçen yılların ardından toplumsal bir vaka hükmü kazanan bu toplumsal cereyanın ne olduğuna, altında yatan saiklere ilişkin yüzlerce makale yazıldı, günler sürebilecek uzunlukta konuşmalar yapıldı. Türlü, çeşitli cenahlar kendi meşreplerince bu toplumsal cereyanı açıklamaya çalıştı. Bizler de kendi meşrebimizce bu sebep ve saiklere ilişkin kanaatlerimizi açıklamaya çalışmadan evvel belki de bu toplumsal cereyanın sebeplerinin ve tetikleyicilerinin neler olmadığı üzerine kısaca durmalıyız.
Bu ülkede on beş yılı aşkın süredir hükümet eden vurguncu, soyguncu, muhafazakar koalisyonunun “Dış mihrakların oyunudur”, “Faiz lobisidir”, “Sivil darbe teşebbüsüdür”, “Sırp örgütlerinin işidir”, “Havalimanı, uzay mekiği yapacaktık, onu engellemeye yöneliktir”, “Çözüm sürecine yönelik sabotajdır”, “Telekinezidir”… yollu sebep arayışlarına bir cevap vermeye çalışmak artık abes ile iştigal olacaktır. Zira bu yollu değerlendirmeler, hepten çığırından çıkmış, tarihte eşi ve benzerine az rastlanır bir absürt komediye dönüşmüştür. Tüm bu zırvalıkların kıymeti harbiyesi var ise o da şudur ki; bu ülkeyi idare eden çetenin akıl, izan, basiret ve belki de en mühimi hayâ düzeyini ifşa ediyor olmasıdır.
Elbette böylesi bir toplumsal patlamanın ardı yöresinde bu sebeplerin yattığını iddia etmek aklı başında hiç kimsenin düşünebileceği bir şey değildir. Ancak bu direniş öyle ham Kemalistlerin, öne sürdüğü gibi salt o dönem başvekillik makamını işgal etmekte olan zatın “İki ayyaşın yaptığı yasa makbul de benim yaptığım yasa mı makbul değil” sözüne bir tepki değildir. Eğer öyle olsa idi bu direnişte ancak Danimarka’daki karikatür rezaletine tepki olarak Afganistan ve Pakistan’ı birbirine katan güruhun yaptıklarında, Muhammed peygamberin hayatını konu aldığı iddia edilen zillet filme tepki olarak Libya’yı birbirine katan güruhun yaptıklarında bulabileceğimiz kadar ileri yan bulabilirdik. Eğer bu direniş aynı kesimlerin iddia ettikleri gibi “Kürt meselesinin çözümüne ilişkin yürütülen sürece” bir tepki olarak başlasaydı, o zaman da bu direnişte ancak II. Abdülhamit’in, Sosyal-Demokrat Ermenilere saldıran baltalı hamallarının yaptıklarında bulunabilecek kadar ilericilik bulunabilirdi. Bu direniş eğer birkaç bankanın isminin önünden “T.C.” ibaresinin kaldırılmasına yönelik bir tepki olsaydı o zaman da bu direnişe katılanlardan Rus Çarının Kara Yüzler adlı çetelerinde ve İran Şahının Başıbozuk çetelerinde bulabileceğimiz kadar bir akıl-fikir ancak bulabilirdik.
Madem bu toplumsal patlamaya sebebiyet veren nedenler, saikler ve onu tetikleyen dinamikler tüm bunlar değilse ya da başat gerekçe ve tetikleyiciler bunlar değilse Haziran Direnişinin altında yatan sebepler nelerdi? Ona tarihi bir vaka mahiyeti kazandıran kimlerdi?
Hiç tereddüt etmeden ilk ağızdan şunları söyleyebiliriz: Bu bir halk direnişiydi. Plaza çalışanlarından gecekondu sakinlerine, eşcinsellerden Müslümanlara, istemleri ve talepleri başka, bambaşka sınıfsal, sosyal tabaka ve kesimlerden gelen milyonlarca insan, alanlara ve sokaklara çıktılar. Anadolu ve Kürdistan’daki hiçbir siyasal özne, bu denli nicelikteki kalabalıkları bu denli uzun süre istikrarlı bir şekilde alanlara çıkaramaz. Hiçbir öznenin polis terörünün olanca şiddetine rağmen bunca insanı günlerce ve gecelerce barikatlarda tutabilme potansiyeli yok. Neredeyse Kürt Özgürlük Hareketi bile bunun istisnası değildir. Öyle ki binbir çeşit dolapla bu ülkenin büyük bir kısmını temsil ettiğine inanılan AKP dahi, devletin tüm imkânlarını, medyanın tüm olanaklarını seferber etmesine rağmen kendi Gezi’sini yaratmayı murat ettiği Demokrasi Nöbetlerinde üstelik hiçbir tehlike söz konusu değilken bile bu denli kalabalıkları alanlara toplayamamıştır. Daha da ötesi sol/sosyalist hareketler dışında hiçbir siyasi cenahın bu çeşitlilikte itirazlar ve talepler bütününü teorik ve söylemsel planda dahi karşılayabilme ve bunlar üzerinden bir diskur/siyaset geliştirebilme olanağı söz konusu değildir. Sol/sosyalist hareketlerinse o gün ve bugün itibariyle de bu itiraz ve talepler bütününü pratik/politik anlamda örgütleyebilme yeteneğinden yoksun olduğu göz önünde bulundurulduğunda açıktır ki bu bir halk direnişiydi. Bu toprakların ciğerlerine doldurduğu bir özgürlük nefesiydi.
Pekâlâ, bu halk direnişi, bu özgürlük rüzgârı Anadolu’ya mı mahsustu? Bu toplumsal patlamanın altında salt kendine AKP ismini vermiş çetenin dayatmaları ve hataları mı yatmaktaydı?
Bugün kapitalist-emperyalizmin varmış olduğu gelişmişlik düzeyi, dünyanın dört bucağında kurmuş olduğu hegemonyanın boyutlarını göz önünde bulundurduğumuzda, dünyanın dört bir bucağında yaşayan halklar yaşadıkları coğrafyada kapitalizmin gelişmişlik düzeyine ve o coğrafyalarda egemen devletlerin şekillendiği tarihsel ve siyasal süreçlere bağlı kimi göreli farklılıklara rağmen benzer hayatları, kaderleri yaşıyorlar.
Bugün dünya halkları; sanayi sermayesi ile banka sermayesinin iç içe geçmesiyle oluşan finans-kapitalin hakimiyetinin akıl-dışı boyutlara ulaştığı, öyle ki her gün yapılan mal ticaretinin yaklaşık 22 katı büyüklükte finansal ticari işlemin gerçekleştiği bir dünyada; tüm pazarları ve dünya topraklarını denetimleri altında tutan bir küçük azınlığın boyunduruğunda yaşıyorlar. Bu tekeller çağında tekelci işleyişin doğal sonucu olarak toplumsal yaşamın tüm alanları bu hâkim azınlığın gereksinimlerine bağlı olarak gelişiyor ve şekilleniyor.
Parlamentoların komedi tiyatrolarına dönüştüğü, demokrasinin rafa kaldırıldığı, gelir eşitsizliğinin, yoksulluğun her geçen gün derinleşerek büyüdüğü, insanın üretime ve kendisine yabancılaştığı, insanların gidişata müdahalesinin imkansız kılındığı, insanlığın “inançsız tüketiciler enternasyonaline” indirgendiği, kitleselleşen üretimle beraber emek sömürüsünün derinleştiği tekdüze bir yaşamda standart bir tüketiciye dönüşen kişinin hızla tüm insani hasletlerinden soyunduğu, yeryüzü ve yeraltı kaynaklarının talanının gezegenin ve insanlığın varlığını tehlikeye atacak boyutlara ulaştığı, her alanın hızla “özel”leştiği, kentsel dönüşüm projeleri adı altında yoksulların kentlerden tecrit edildiği, finans-kapitalin artan egemenliğine bağlı olarak işsizler ordusunun her geçen gün büyüdüğü, “iktisadi krizlerin” faturalarını işten çıkarma, vergi artışı, fiyat artışı vb ile hep halkların, emekçilerin, yoksulların ödediği bir dünyada yaşıyoruz.
İşte bu mengenede her gün biraz daha sıkışan halklar, tıpkı Wall Street’in Tekel Direnişinden, ODTÜ’nün Şili’den, Taksim’in Tahrir ‘den, Rio’nun Taksim’den cüret, cesaret ve ilham alarak harekete geçiyordu. Benzer rahatsızlıklar ama farklı nedenlerden, çoğu kez ne istediğini değil, ne istemediğini bilerek İspanya’dan Brezilya’ya, Güney Afrika’dan Yunanistan’a, Tunus’tan Anadolu’ya, ayaklanıyor, isyan bayrağını çekiyorlardı. Bu süreçler bu gün de başka biçimlerde devam etmektedir.
Bu çerçevede Gezi günlerinin küresel konjonktürüne kısaca göz atacak olursak; o günlerde dünya ekonomisinin parlayan yıldızları olarak pohpohlanan Güney Afrika, Türkiye ve Brezilya’da peş peşe halk ayaklanmaları gündeme gelmişti. O dönemin “Gelişmekte olan ülkeler” kategorisinin bu üç timsal ülkesi hemen hemen benzer ekonomik süreçler yaşarken, neredeyse benzer bir iktisadi planın/modelin uygulayıcılarıydılar. Üç ülke de büyük uluslararası spor organizasyonlarına ev sahipliği yapmış, ya da yapacak, ya da yapmaya aday konumdaydılar. G. Afrika 2010 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmıştı, Brezilya 2014 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmıştı ve Türkiye’de irili ufaklı bir takım organizasyonlara ev sahipliği yaparken, Olimpiyatlara ev sahipliği yapmayı hedefliyordu.
İşte bu nokta üç ülkenin de kalkınma modellerinin neredeyse karakteristik bir ortak yönüne işaret ediyordu. Üç ülke de, sıcak para diye tabir edilen yoğun yabancı sermaye girişi ile beslenen banka sektörüne ve bu bankaların dağıttığı krediler üzerinden yükselen bir inşaat spekülasyonu çılgınlığına yaslanıyordu. Bu yolla üç ülkede de ekonomik göstergeler sürekli bir biçimde şişiriliyor, GSMH’de kişi başına düşen gelir yüksek görünüyordu. Ancak üç ülkede de büyüyen ekonomi küçük bir azınlığı palazlandırırken gelir eşitsizliği büyüyor, banka ve kredi borçları çoğalıyor, işsizlik büyüyor, çılgın dev inşaat projelerinin gölgesinde sosyal hak ve kazanımlar geriliyor, kentsel dönüşüm projeleri ile kentler yeniden rantçılar ve elitlerin ihtiyaçlarına göre dizayn edilirken kent yoksulları kentlerden neredeyse tecrit ediliyor ve barınma bir hak olmaktan çıkıyordu. Üç ülkede doğanın talanı çığırından çıkıyordu. Öyle ki çıldırmış müteahhit şebekeleri onları Türkiye’de Karadeniz’in küçük can suyu derelerine, Brezilya’da yağmur ormanlarına kadar saldırıyordu. Üç ülkede halklar birbirine çok yakın zamanlarda ansızın ayaklanıverdi…
İşte Haziran Direnişi böyle bir dönemde yükselen yeni bir küresel ayaklanmalar dalgasının bir parçasıydı. Bu patlamanın, direnişin ardı yöresinde işte bu dünyanın dört yanından yükselen “Artık Yeter!” haykırışlarının titreşimleri vardı. Bu direnişin ardında sağlıktan eğitime “reform”lar adı altında tüm hizmetlerin paralı hale dönüştürülmesi vardı. Bu direnişin ardında istikrar, büyüme mavallarından milyonlarca kişinin sosyal yardımlara muhtaç bırakıldığı, yoksulluğun, işsizliğin, esnek ve güvencesiz çalıştırılma koşullarının yarattığı gerilim vardı. Her gün onlarca, her ay yüzlerce işçinin kurban edildiği iş cinayetleri vardı. “Üç-beş çocuk”, kürtaj karşıtlığı derken “gebelik ayıptır”a varan kadın düşmanlığı ve kadın cinayetleri vardı. Bu direnişin arkasında Karadeniz’in, Dersim’in suyuna ve doğasına kasteden pervasızlıklar vardı. Bir yanda gemiciklerle palazlandırılan bir avuç azınlık, bir yanda asgari ücrete mahkum edilen milyonların gerilimi vardı. Devletlü ağızların gemi azıya aldıkları küstahlıkları vardı. Stadyumları bile saran polis terörünün yaratmış olduğu gerilim vardı. Bu direnişin temellerinde Ortadoğu’daki her işte bezi olan Emperyalist uşaklığın yarattığı tiksinti vardı. İran’a tarihi gönderme yaparken dahi ve her vesile ile su yüzüne vuran Alevi düşmanlığı vardı. Roboski’nin, Ceylanpınar’ın, Tuzla’nın acısı vardı. Armutlu barikatlarının arkasında Reyhanlı’nın, Suriye’nin hesabı vardı. Akkapı barikatlarının arkasında ayak sesleri duyulan yeni Alevi katliamı girişimlerinin yarattığı gerilim vardı. Tüm bu gerilimleri efelenme, şişinme, tehditlerle idare edebileceğini sanan Erdoğan’ın hötzötçülüğü vardı.
Evet, bu bir halk direnişiydi. Bu halk direnişini biber gazına voleyi çakanlar, TOMA’ların önüne yatanlar, Duran Adamlar, Kırmızılı ve Siyahlı Kadınlar, barikata ceviz ağacından yapılmış çeyiz sandığını gönderenler, Sapanlı Ablalar, V For Vandetta maskeli Vildan teyzeler yarattı. Ancak bu rahatsızlıkları daha henüz bir fısıltıyken bile inatla haykıran birileri vardı. Bu isyan bayrağını kaplumbağa hızıyla da olsa sabır ve kararlılıkla taşıyanlar vardı. Velhasıl birileri Gezi Parkı’yla tüm Anadolu’yu saran isyan ateşi henüz küçük bir kıvılcımken bile özveriyle körükleyip diri tutan birileri vardı; “Flamalılar” yani devrimciler, sosyalistler vardı.
Bu direniş herkesin olduğu kadar ama belki de herkesten daha çok; bu direnişe bedel olarak canlarını veren Ethem, Mehmet, Abdullah, Medeni, Ali İsmail, Ahmet, Hasan Ferit, Berkin’imizindi.
https://www.youtube.com/watch?v=JpvUSjaSeLg