MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “1968’in mirası, dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insanın değişen bilincinde derinlere yerleşmişti. Gerçekçi ol, imkânsızı iste! 1968’in devrimci ruhu, bir heyula olarak on yıllarca dünyanın üzerinde gezindi.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
Bugünden tastamam 50 yıl önce, 1968 yılı Belfast'tan Berlin'e, Meksika'dan Melbourne’e, Paris'ten Prag'a kadar tüm dünyayı sarsan devrimci dalganın yükseldiği hülyalı bir yıldı. Devrimin bir ihtimal olduğu çok güzel bir yıldı; mücadele ve dayanışmanın yılıydı. Aklın kötümserliğinin arka plana düştüğü, iradenin iyimserliğinin yükseldiği, ne var ki ona mukabil de ezici yenilginin yılıydı.
Dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insanı daha radikal fikirlere yönlendiren, doğrudan eylemlere sevk eden meselelerden biri de ABD’nin Vietnam'daki savaşı olmuştu. Bir yandan askere alım tehdidi, diğer yandan Vietnam savaşının ABD medyasına giderek artarak yansıyan sarsıcı vahşet görüntüleriyle birlikte, 1965'ten itibaren her geçen gün daha fazla genç insan tedirgin olmaya başlamıştı.
New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir öğrenci olan John Levin o günleri şöyle anlatmıştı:
“Televizyona çıkan ilk savaştı ve bu yüzden çok gerçekçiydi. Amerika’nın adaletin yanında savaştığına tüm kalbimizle inanacak şekilde yetiştirilmiştik. İkinci Dünya Savaşı içimize yerleşmişti – babam savaşa katılmak için gönüllü olmuştu. Yani bir kişisel ihanet hissi vardı. Ve tabii ki bunun getirdiği mutlak korku… Tek başıma oturduğumu, bombaların ilk raporlarını dinlerken gözyaşlarımı tutamadığımı hatırlıyorum.”
ABD hükümetinin retoriği ile eylemlerinin gerçekliği arasındaki uçurum kitleler nazarında giderek daha da netleşiyordu. Savaş, ABD'nin özgür dünyanın lideri olduğu yalanını ortaya atmıştı. Demokrasi ve özgürlüğü ihraç etmekten çok uzakta, ABD, Vietnam’ın çiftçi köylerini ve tarlalarını Güney Vietnam’daki itaatkâr ve yozlaşmış rejimi desteklemek için bombalayarak, yağmalayarak ve kurşun yağmuruna tutarak ezip geçiyordu. Neden mi? Elbette ABD emperyalizminin dünya üzerindeki egemenliğini sağlamak ve SSCB ve Çin'deki rakiplerine geri adım attırmak için.
Maske düştükten sonra, insanlar artık ABD devletinin vahşi gerçekliğini görmezden gelemezdi.
1968 yılının başında, savaş karşıtı propaganda yükselişteydi. Binlerce kişinin yer aldığı protestolar, forumlar ve işgallerle ABD, İngiltere, Avrupa üniversite kampuslarında yükselen öğrenci hareketliliği yaklaşan bir devrimci dalgayı haber ediyordu. ABD ordusunda askerler aktif ve politik olarak itaatsizlik etmeye başlamışlardı. ABD ve Avustralya'da, genç erkekler askere alınmamak için direnmeye başlamıştı. Batı Almanya ve Fransa'da ise gençlik hareketleri, ABD askerlerinin Avrupa’yı terk etmesi için kitlesel eylemler örgütlüyorlardı.
Tüm bu gelişmeler ve savaş karşıtı propagandalar, 30 Ocak'ta Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (NLF) Tet Saldırısı olarak bilinen taarruzunu başlatmasıyla dramatik bir artış kaydetmişti. Tet, Vietnam ay takviminde yeni yıldır ve Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi de ABD askeri hedeflerine yapacağı baskınlarda kamufle olabilmek için bu yeni yıl kutlamalarından faydalandı. Vietnam gerilla ordusu, son aylarda bir dizi yanıltma ve çarpışma ile ABD güçlerinin kırsal bölgeye çekilmesini sağlayarak bu saldırıya hazırlanmaktaydı. ABD yüksek komutanlığı, sınırsız kibriyle Vietnam güçlerini hafife aldı ve yeni yıl kutlamaları sırasında havai fişekler patlarken yaklaşık 70,000 NLF askeri 44 eyalet başkentinin 34’üne, 64 bölge başkentine ve birçok askeri tesise saldırı düzenledi. Saigon’daki ABD elçiliği de dâhil olmak üzere Güney Vietnam’da 100’den fazla hedef vuruldu. ABD ordusu sersemletilmişti. Gezegendeki en küçük ve en az donanımlı savaş güçlerinden biri, dünyanın en büyük süper gücünü herkesin önünde küçük düşürmüştü. ABD, bu durumun sürmesine izin veremezdi ve yıkıcı bir yangın bombası operasyonu başlattı. Ben Tre’nin neredeyse tamamının yok edilmesini emrettikten sonra bir ABD subayı “durumu kurtarmak için tüm kasabayı yok etmek zorundaydık” demişti.
Tet saldırısının mirası iki yönlü olmuştu. İlk olarak, bu saldırı ABD'nin, imparatorluğunun çıkarları doğrultusunda bir köylü ordusuna karşı barbarca bir savaş başlattığını doğrulamıştır. İkincisi ve en önemlisi, ABD gücünün yenilmez olmadığını göstermiştir. Uzun yıllar boyunca ABD devleti, nükleer silahlarıyla, parasıyla, kanunlarıyla ve düzenli ordusu ile mutlak güce sahip görünmeyi başarmıştı. Şimdi ise çatlaklar ortaya çıkmaktaydı ve dünya çapında sıradan insanlar özgüven kazanmaya başlamışlardı.
1968 yılının asıl nirengi noktası şüphesiz ki öğrenci hareketleriydi. Yükselen devrimci dalganın esas üsleri üniversite kampuslarıydı. Öğrenci hareketlerinin ayak sesleri ilk önce, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya'nın baskıcı rejimlerine karşı gerçekleşen kitlesel meydan okumalarda duyulmuştu ve Tet saldırısından sonra öğrenci mücadelesi Batı metropollerine doğru hızla yayıldı. Saldırının başlamasından iki hafta sonra Batı Berlin'deki sol kanat Alman öğrenci örgütü SDS tarafından Uluslararası Vietnam Kongresi düzenlendi. Kongre, Avrupa, ABD ve Latin Amerika'daki örgütlerden binlerce devrimci öğrenciyi bir araya getirdi. Vietnam devrimi, dünyanın dört yanında yükselen ulusal kurtuluş mücadeleleri, öğrencilerin ve işçilerin radikal değişimdeki rolü, devrimci mücadelede şiddetin yeri ile sanat ve tarih hakkında canlı tartışmalar ortaya yapıldı. Kongre, Batı Berlin sokaklarında devasa kitlesellikteki bir yürüyüşle sonuçlandı. İngiliz sosyalist lider Tarık Ali o günler için şöyle yazmıştı: “Bir zamanlar soğuk savaşın başkenti olan bu yerde kırmızı bayraklarla yürüyen yirmi bin kişi! Olağanüstü! Kesinlikle olağanüstü! Eski mahallelerde yürürken, eski devrimci hareketin yeniden canlandırıldığını hissediyordunuz, tarih yeniden yazılıyordu.”
Berlin Kongresi'nden sonraki haftalarda öğrenci mücadelesi protestodan çıkıp direnişe dönüşmeye başlamıştı ve bu da radikalleşmeye yol açmıştı. 10 bin kadar öğrenci, İtalya'nın dört bir yanında fakültelerini işgal etmişti ve devlet güçleri onları ancak zor kullanarak dışarı çıkarabilmişti. İngiltere, mart ayında en militan seferberliklerden birine ev sahipliği yapmaktaydı. Diğer yandan Fransa’da ise öğrenciler ile polis ve aşırı sağcılar arasındaki Vietnam çatışmaları her geçen gün artış gösteriyordu.
Nisan ayında, ABD’li siyah lider Martin Luther King suikastının ardından, ayaklanma ve başkaldırılar 167 ABD şehrine yayılmıştı. Şehir merkezleri alevler içindeydi: Columbia Üniversitesi’ndeki öğrenci lideri o günleri şöyle anlatıyordu : “Harlem alev alev yanıyordu. Tüm cehennem başımıza yıkılıyordu. İnsanlar sokaklara dökülmüştü, polis etrafta dolaşıp kafa patlatmakla meşguldü, yangınlar her yanı sarmıştı. İlk defa gerçek bir ölüm kalım meselesinin olduğu yerde böyle bir sosyal bozulmaya şahit oluyordum.”
Batı Almanya’da öğrenci lideri Rudi Dutschke’nin bir sağcı tarafından başından vurulmasının ardından, gençlik hareketinin isyancı ateşi bu defa Almanya’yı sarıverdi. On yıllardır benzerine rastlanmamış sokak çatışmaları alevlendi. Beş günlük süreçte iki kişi hayatını kaybetmiş, 400 kişi yaralanmış ve 1000’den fazlası tutuklanmıştı. 60.000'den fazla insan sağcı Springer basınının karargâhını ablukaya almıştı.
Giderek ısınan bu ortamda barikatlar sokakları kapatıyor, zihinleri açıyordu. Reformist ve pasifist fikirler geriliyor; doğrudan eyleme yaslanan devrimci fikirler yükseliyordu. Ve nihayet asıl ateş Paris’te yakılıyordu. Fransız Mayıs’ı!!! Fransa’da gençlik hareketi sistemin normal işleyişini altüst ediverdi.
Fransız Mayıs’ı pek çok yönden beklenmiyordu. Fransa'da öğrenci hareketi, diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha küçük boyutta ve daha az militan yapıda seyrediyordu. Hükümet de istikrarlı ve güvenliydi. Mayıs ayı sonuna gelindiğinde ise güven içinde olduğu sanılan Fransız müesses nizamı kökünden sarsılıyordu. İşgallerle hızla ivmelenen öğrenci isyanı, işçi sınıfını da ivmeledi; Fransa’nın dört bir yanında kitlesel işçi grevleri ve çok sayıda fabrika işgali meydana geliyordu.
Film makarasını yeniden Mayıs başına sararsak olaylar, 2 Mayıs tarihinde Paris’teki Sorbonne Üniversitesi'nde aşırı sağcı bir grubun öğrenci sendikası ofisine saldırmasıyla başladı. Bu, devrimci öğrencilerin kendilerini savunmak için bir protesto eylemi düzenlemesini tetikledi. Eşi görülmemiş bir tutum olarak üniversite polis çağırdı ve öğrenci liderlerini tutuklattı. Polisin kampusa girmesi daha önce Fransa’da görülmemiş bir durumdu. Fransa devleti doğrudan çıplak şiddete mecbur kalmıştı. Buna karşılık, öğrenciler yüzlerce ve binlerce kişilik gruplar halinde harekete geçmeye başladılar ve sonraki birkaç gün boyunca, Paris sokakları başkaldıran insanların olağanüstü bir meydan okuma alanına dönüştü. Öğrenciler ayaklandıkça devlet daha fazla şiddet kullanarak cevap verdi. Olaylar gittikçe tırmandı. Öğrenci liderlerinden Henri Weber olayları şöyle tarif etmişti:
“Bir sonraki sokağa doğru ilerlerken polis göz yaşartıcı gaz bombalarını ateşledi ve bize coplarla saldırdı. Geri çekildik, organize olmaya başladık… Bu şekilsiz kalabalık, kendi kendini organize eden aktif bir karınca yuvasına dönüştü. Herkes yapacak bir şeyler bulmuş gibiydi. Ve sonra, çeliğin berrak halkaları, kaldırım taşları ile süslendi. “
"Barikat Gecesi" olarak bilinen en ünlü seferberlik 10 Mayıs'ta, 20.000 ila 30.000 kişinin katılımıyla gerçekleşti. İnsanlar saatlerce polisle çatıştı, kaldırım taşlarından barikatlar inşa ettiler ve Sorbonne Üniversitesini polis işgalinden kurtaramaya çalıştılar. Çocuklar, üniversite öğrencileri, genç işçiler ve yoksul Parisliler, Fransız devrimci anlarına nazire edercesine bir arada omuz omuza direndiler, barikatları inşa etmek için kaldırım taşlarını elden ele taşıdılar.
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere fitili ateşleyen öğrenci gençliği, uyuyan devi, yani işçi sınıfını da uyandırdı. Sendikalar, 13 Mayıs Pazartesi günü hükümetin şiddetine karşı ve öğrencilerle dayanışma göstermek için grev çağrısında bulundu. Bu çağrıya yüz binlerce kişi katıldı; hatta bazıları bir milyondan fazla kişinin geldiğini iddia ediyor.
13 Mayıs’taki grev ülke çapında bir grev dalgasına neden oldu. İşçiler, yıllarca biriken şikâyetlerin ardından, patronlarına karşı, De Gaulle yönetimine karşı, polise karşı harekete geçme fırsatını yakalamışlardı. Çok geçmeden 10 milyon işçi sokaklara döküldü; o güne kadar görülen en büyük genel grev gerçekleşti. Otomobil ve havacılık endüstrisindeki işçiler mücadelenin ön saflarında yer aldılar. Nantes'taki Sud Havacılık Fabrikası'nda, basit bir iş durdurmayla başlayan direniş, fabrikanın işgaline, patronun bürosuna hapsedilmesine kadar uzandı. Paris komünleri uyanıyordu. Tam bir hafta boyunca kasaba, işçilerin kontrolü altında kaldı. Fitili ateşleyen öğrenci hareketi işçi mücadelesiyle iç içe geçivermişti.
Hareketlenen sınıfın politik bilinci de eylemlerle doğru orantılı olarak yükseliyordu. İşçilerin ekonomik talepleri politik taleplere doğru ilerliyor, iç içe geçiyordu. Ülkenin dört bir yanında grev komiteleri kurulmuştu. Daha da önemlisi, birçok işçi, Komünist Parti, CGT (Genel Emek Konfederasyonu) ve devrimci gruplarla bağlantı kurmak için geleneksel önderliklerin dışına çıkıyordu. De Guelle’ü yurt dışına kaçıran müthiş devrimci dalga ne yazık ki, bir kez daha sendika ağalarının dar ufkunda boğuluverdi. De Guelle’ün Haziran ayı başı için yaptığı seçim çağrısı üzerine, sendika liderleri bütün enerjilerini yaklaşan seçimlere harcamaya başladı. Fabrikalar ve sokaklar durulmaya yüz tuttular.
Her ne kadar Fransız Mayıs’ı devletin devrimci bir şekilde yıkılmasıyla sonuçlanmasa da, takip eden aylar ve yıllar boyunca devrimci rüzgârın itkisi devam etti. Fransa’da sönümlenen hareketlilik, İtalya'da ivme kazandı. 1969'da “sıcak sonbahar” olarak bilinen, milyonlarca işçinin katıldığı etkileyici grevler ve fabrika işgalleri gerçekleşti. ABD'de, öğrenci hareketi durulurken bu defa da işçi hareketi güç kazandı. Bu da 1970'lerde ciddi ve kayda değer grevlerin temelini oluşturdu.
Ancak 1968'in mirası, dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insanın değişen bilincinde derinlere yerleşmişti. Gerçekçi ol, imkânsızı iste! 1968’in devrimci ruhu, bir heyula olarak on yıllarca dünyanın üzerinde gezindi. Bu ruh insanların ufkunu genişletti, beklentilerini artırdı ve farklı bir dünyayı hayal edebilmelerini sağladı. Kapitalist toplumun insanın inisiyatifini yok eden, iradesizleştiren dünyasının dışından; savaşın, ırkçılığın, zulmün ve sömürünün geçmişte kaldığı başka bir dünyanın tahayyülünü mümkün kıldı.