Veli Saçılık, F tipi cezaevlerinin kapatılması talebiyle 20 Ekim 2000 tarihinde başlayan ve 30’uncu gününde ölüm orucuna dönüştürülen açlık grevinin 61’nci günü sabaha karşı yapılan ‘Hayata Dönüş’ Katliamını Yeni Yaşam’a yazdı.
Başlattıkları bütün savaşlara “barış” adını vermek, elleri kolları bağlı insanları diri diri yakmanın adına “Hayata Dönüş” demek, işkence yapanı terfi ettirmek, “işkence var” diyeni cezalandırmak devleti yönetenlerin genetiğine işlemişçesine kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Zalimin adı kimi zaman diktatör K. Evren, kimi zaman da “Halkçı Ecevit” oluyor. Sistemin sağı-solu, söz konusu devrimciler, Kürtler, Aleviler olunca sağ-sol maskesini çıkarıp, cellat elbisesini hemen kuşanıveriyorlar. 19 Aralık Cezaevi Katliamı müstakil bir katliam değildir. Mustafa Suphilerin katledilmesi, Dersim Katliamı, 1977 1 Mayıs, Maraş, Çorum, 12 Eylül, Diyarbakır, Mamak, Ulucanlar, Roboski, Sur vb. bütün katliamların kodlarını 19 Aralık Cezaevi Katliamı’nda bulabiliriz. Bu katliamların temel amacı ceberut sisteme boyun eğmeyen emekçilerin ve halkların politik temsilcilerini tasfiye etmektir. Bu nedenle, 19 Aralık Katliamı sadece F Tipi Cezaevi meselesi değildir. 24 Ocak kararlarını uygulamak için nasıl ki 12 Eylül’e ihtiyaç duyulmuşsa, 1999 yılı IMF kararlarını uygulamak için de 19 Aralık Katliamı’na ihtiyaç duyuldu.
Kürt ulusal mücadelesini gerilettiğini düşünen militarist akıl, 19 Aralık’ta Türkiye Devrimci Hareketi’ni tasfiye etmek üzere harekete geçmiştir. Katliamın siyasi sorumluları olan Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz, H. Sami Türk, A. Suat Ertosun ve dönemin paşalarının isimleri sadece bir ayrıntıdır. Sistem sağı, solu, kolluğu, burjuvazisi devrimci olmayan bir sol, öncüsüz bir emekçi kitlesi yaratmak için el birliğiyle 19 Aralık Cezaevi Katliamı’na imza attılar.
19 Aralık’a giden yol
1999 yılı dünyada ve Türkiye’de kapitalizmin yeniden yapılandırılması için dönüm noktası oldu. Neoliberal dönüşüm için ulusal kurtuluş mücadelelerinin geriletilmesi, sosyalistlerin etkili devrimci muhalefet odağı olmaktan çıkarılması hedeflendi. 1999 yılında CIA operasyonu sonucunda Türkiye’ye getirilip tutuklanan Abdullah Öcalan’a İmralı Adası’nda uygulanan tecrit F Tipi Cezaevi uygulaması için başlangıç noktası oldu. Özellikle o dönem OHAL Bölgesi olan cezaevlerinde yeni genelgelerle birlikte, aile ve avukat görüşünde kısıtlamalar, sayım ve aramalarda saldırılar gerçekleşti. Tedavisi mümkün olmayan hasta tutuklular rahatsızlıklar sonucu öldü. Cezaevlerine yönelik baskıların gün geçtikçe artması hücre uygulamasının sinyallerini verirken, siyasi tutuklular sık sık yaptıkları açıklamalarla tüm toplumu uyardılar.
Susturmanın aracı oldu
DSP-MHP-ANAP hükümeti, IMF politikalarını tek tek yaşama geçirmeye çalışıyor ve bu politikaların uygulanması için de fütursuzca işçilere, emekçilere yeni zam ve ekonomik paketleriyle saldırıyordu. IMF politikalarını tam anlamıyla uygulayabilmek için öncelikle -ki bunu dönemin Başbakanı Ecevit de belirtmişti- toplumsal muhalefeti susturmak, suskunluğunun derinliğine gömerek “sessiz” sakin işlerini halletmek istiyorlardı. Yoksulluk ve açlık sınırıyla beyinleri esir alınan işçi ve emekçileri, sırtlarına her gün vurulan yeni bir yükle çökertmeye çalışan egemenler, işçi ve emekçilerin öncü kesimlerini yok etmeye yönelik kanlı planlarını hazırladılar. F Tipi hücreler bu sistemin kendini var etmesi, “tehlikeyi” ortadan kaldırması ve çıkacak en cılız sesi bile susturması için gerekliydi. Bu gereklilik, yeni genelgelerle meşruluğu sağlanmaya çalıştı.
14 Ocak’ta çıkarılan yeni bir genelge Adalet, İçişleri ve Sağlık bakanlıkları tarafından imzalanan meşhur “Üçlü protokol” olarak anıldı. Üçlü protokolle, avukatların savunma hakkı ortadan kalkarken, avukatlara cezaevlerine giriş ve çıkışta insanlık onuruna aykırı aramalar dayatıldı. Kazanılmış tüm insani yaşam haklarını ellerinden almaya yönelik olmakla birlikte “güvenlik tedbirleri” başlığı altında tutukluların, ölüm orucu ve açlık grevine zorla müdahale ve tutukluların seslerini duyurabilecek tüm demokratik talep ve istemlerini yok sayacak 22. 23. ve 36. maddeler yürürlüğe girdi.
Ulucanlar Cezaevi’nde yaşanan katliamla ilgili Meclis İnsan Hakları Komisyonu tarafından hazırlanan rapor tamamlandı. Komisyon Başkanı Sema Pişkinsüt düzenlediği basın toplantısında, “Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği devlete, dolayısıyla da güvenlik güçlerine emanet edilmiştir. Yani bir operasyonda ölen insanların can güvenliğinden devlet sorumludur” dedi.
Bilindiği gibi 26 Eylül 1999’da gerçekleştirilen Ulucanlar katliamı, F tiplerine giden yolda önemli bir dönemeç olmuştur. TBMM komisyon raporunda yer alan bilgiler bunun somut belgelerinden biridir. Raporda “Komisyonumuzun ziyaret ederek görüşme yaptığı cezaevi yöneticileri ve dış güvenlikten sorumlu jandarma yetkililerinin bir kısmı açıkça, bir kısmı da zımnen bazı çevreler (Meclis, sivil toplum örgütleri ve Avrupa) ‘insan hakları hassasiyeti ve baskıları olmazsa biz otoriteyi sağlarız’ diyorlar. Bir güvenlik görevlisi, ‘hesap sorulacağından korkmasak biz bu işi bir günde bitiririz’ ifadesini kullanmıştır” deniyordu.
Kolum köpeğin ağzında bulundu
5 Temmuz 2000 tarihinde benim de içinde tutuklu bulunduğum Burdur Cezaevi’ne on bir tutuklunun mahkemede ifade vermediği bahanesiyle kanlı bir operasyon düzenlendi. Silahlar, gaz bombaları, iş makinaları kullanıldı. Koğuşa sokulan dozerle benim kolum koparıldı. Atılan gaz bombasıyla Sadık Türk’ün kafatası ağır yara aldı. Operasyon sonunda onlarca tutuklu ağır yaralanırken, bir kadın tutukluya gardiyanlar tarafından tecavüz edildi. Operasyondan bir süre sonra benim koparılan kolumun sokak köpeğinin ağzında bulunması kamuoyunda geniş tepki oluşturdu.
Çeteler harekete geçti
19 Aralık’a giden yolda bir merkezden yönlendirilen mafya mensupları “cezaevleri kanayan yara” demagojisi eşliğinde “isyan” ardına isyan çıkardı. “Yara” ne zaman kabuk bağlamaya başladıysa, mafya çeteleri kaşıyarak kanattılar. Bunun bir örneği ölüm oruçları 50’li günlerdeyken Uşak Cezaevi’nde yaşandı. Basında Karagümrük Çetesi olarak bilinen çetenin elebaşları Nuri ve Vedat Ergin kardeşler, kendilerine Alaattin Çakıcı’nın adamlarının suikast yapacağı iddiasıyla 200 kadar adamıyla Uşak E Tipi Cezaevi’nde (31 Ekim 2000) isyan başlattı. Cezaevi 1. müdürü ve 2. müdürlerini, on altı gardiyan ve sekiz hizmetliyi rehin aldıktan sonra, Alaattin Çakıcı’nın adamı oldukları öne sürülen beş tutukluyu silahla öldürüp pencereden aşağıya attılar.
Ölüm oruçları
2000 yılında F tipi inşaatları büyük oranda bitirildi. Adalet Bakanı H. Sami Türk, F tiplerini basın ve televizyon temsilcilerine gezdirerek en yakın zamanda açılacağını ilan etti. Tutuklular ve tutuklu yakınları çeşitli eylemlerle F tipi cezaevlerinin açılmadan kapatılmasını talep ediyorlardı. O günlerde, üç ayrı siyasi örgüt davasından tutuklu bulunan 816 tutuklu ve hükümlü F tipi cezaevlerinin kapatılması talebiyle 20 Ekim 2000 tarihinde açlık grevine başladı. Açlık grevleri 30. gününden itibaren ölüm orucuna dönüştürüldü. Dışarıda açlık grevi yapan tutuklu yakınlarından bazıları da eylemlerini ölüm orucuna dönüştürdüler.
Dışarıda ve içeride F tipi karşıtı eylemler giderek yayılıyor, ölüm oruçları da 60. gününü dolduruyordu. Hükümet yetkilileri “teröristlerle anlaşma yapmayacaklarını, ölüm oruçlarına müdahale edilebileceğini” açıklıyorlardı. Genelkurmay Başkanlığı’nda görüşmelerde bulunan Başbakan Bülent Ecevit, “teröristlerle pazarlık yapmayız” diyordu. Ölüm orucunun 61. günü sabaha karşı 04.30 sıralarında yirmi cezaevinde aynı anda operasyon başlatıldı.
Saldırı düzenlenen cezaevlerinin her biri kullanılan gaz bombalarının çeşitliliğiyle birer gaz odası ve yanık ceset kokularıyla krematoryuma dönüştürüldü. Otuza yakın ölüm haberinin geldiği ve vücudu tamamen yanmış olan Hacer Arıkan adlı tutuklunun ambulanstan indirilirken “Bizi diri diri yaktılar” dediği dakikalarda Hikmet Sami Türk, “Ölüm oruçlarında insanların göz göre göre ölmesine seyirci kalamazdık” diyordu.
‘Uygulamalı’ katliam
Operasyon sabahı çıkan sermayenin gazeteleri sevinç naraları atarak “Devlet girdi – Sahte oruç kanlı iftar” manşetleriyle operasyonu kutladılar. Operasyonun sürdüğü sıralarda İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, “Biz bu operasyona bir yıldır hazırlanıyorduk. Jandarma, özel tim ekipleri operasyon yapılacak cezaevlerinin maketleri üzerinde uygulamalı eğitim alıyordu” açıklamasını yaparak olayın arkasındaki gerçeği tüm açıklığıyla dışavurdu. Tantan’ın “uygulamalı eğitim” olarak adlandırdığı şey aslında Ulucanlar, Burdur ve Bergama cezaevleri operasyonlarıydı. Yani gerçek, ölüm oruçlarına müdahale değil, bir yılı aşkındır hazırlanan planı fırsatını bulmuşken uygulamaktı. F tipleriyle ilgili en başından beri demokratik bir tavır takınan ve uzlaştırma görüşmelerinde yer alan Saadet Partili Mehmet Bekaroğlu, “Bakan Türk hem arabuluculuk yapan bizleri, hem de halkı kandırdı” diyerek görüşmelerin devletin oyalama taktiği olduğunu söylüyordu.
Paşalar da ‘beş yıldızlı’da kaldı
19 Aralık gecesi cezaevlerinde başlatılan ve dört gün süren operasyon sonucunda 29 tutuklu yaşamını yitirdi, yüzlercesi de ağır yaralandı. Tutukluların öldürdüğü iddia edilen iki jandarma erinin G-3 tüfeği kurşunlarıyla arkadan vuruldukları Adli Tıp raporlarıyla saptandı. Operasyondan bir buçuk ay sonra açıklanan Adli Tıp raporlarını birçok gazete “Hayata Dönüş Katliamı” başlığıyla verdi. Operasyon sonrasında açılan F tiplerinde de ölüm oruçları kitleselleşerek sürdü. İçeride ve dışarıda ölüm orucu yapan 122 kişi hayatını kaybetti, yüzlercesi de sürekli ya da geçici sakatlıklar yaşadı.
“Beş yıldızlı otel” olarak F tiplerini lanse eden generaller Ergenekon operasyonu döneminde tutuklanarak F tiplerine konuldular. Beş yıldızlı tecride dayanamayan paşaların tamamı hastalanarak GATA’ya sevk edildiler. 15 Temmuz tutuklamaları sonrası birçok tutuklu askerin “intihar” ettiği söylendi. Tecridi uygulamaya geçirenlerin tecridi ağır biçimde yaşamış olması trajiktir. Tecrit kime uygulanırsa uygulansın ağır bir işkencedir. Halen F tiplerinde ve İmralı’da tecrit, izolasyon işkencesi sürüyor. Tabii bu uygulamalara karşı tutukluların direnişi de.