SEÇTİKLERİMİZ- Orhan Alkaya, Artı Gerçek’e yazdı: “Bir ömre yayılan, upuzun arkadaşlıkların kokusu derinlere işler. Arkamızı “daş”lamış olmanın sorgusuz sualsizliği, tersine bir uyaran olmadığı sürece hafızadan silinmez.”
ORHAN ALKAYA
Bülent’le ilk nerede karşılaştık, tanıştık, bundan emin değilim. Doğrusu, ben Çemberlitaş’taki Balıkesir Yurdu’nun alt katındaki salonu hatırlıyorum, Bülent Sıraselviler’deki GEMÜD’ü.
Balıkesir Yurdu mühim bir yerdi, ehemmiyetini bilen bilir. Biraz aşağısında TİP’in İşçi Kültür Derneği, sokağın kesişiminde de çayı güzel bir kıraathane vardı. İşçi Kültür’ün yöneticileri, sevgili arkadaşlarım Salih Ecer ve Mehmet Günsür’le sıkça rastlaşmak da ayrı keyifti o sokakta.
Galatasaray Mühendislik’in derneği GEMÜD ise, İTÜ-DER’le birlikte Taksim’deki iki önemli “üs”sümüzdü. Kültürel faaliyetlerin merkezi de, bina bir ara randevuevi olarak çalıştırıldığı için, sık sık tuhaf adamlara kapı açıp Müzeyyen’in, Sacide’nin içerde olmadığını söylemek zorunda kaldığımız GEMÜD’dü.
Ben 62-63 kiloydum, Bülent benden de inceydi. Ahmet Güntan’ın latif şiirindeki gibi “gençken, güzelken, karınlarımız aşağı dümdüz inerken” Çemberlitaş’ta yahut Taksim’de tanışıp, hızla kardeşcene arkadaş oluverdik işte. Kardeşliğin, arkadaşlığın, yoldaşlığın, bir diğerine kendinden fazla mukayyet olmak, gözünü kırpmadan hayatını teslim etmek anlamına geldiği günlerdi. Rağmen güzel günlerdi.
Bülent Caddebostan’da ben Çiftehavuzlar’daydım ilkin. Sonra o da Çiftehavuzlar’a taşındı Nihal’le birlikte. Bülent’in 1. Orta Sokak’taki anne baba evine, ağabeyi Fatih’i ziyarete giderdik. Temkinli bir Çerkez ihtişamı taşıyan Mebrure Hanım’ın çayını içer, sofrasına otururduk. Bahattin Bey, gür kaşlarının altından hiza istikamet mesafesini korurdu hep. Fatih, tekerlekli iskemlesinde gitgide büyüyen bir beyni hevesle konuştururdu. Bülent’ten önce Kurtuluş’çuluğunu ilan etmişti ve şaşırtıcı bir analiz yeteneği vardı. Küçücük odasının içinde dünyayı süzüyordu âdeta. Dünya mı çok küçüktü, Fatih’in aklı mı çok büyük, şavullaması müşkildi vesselam!
Birden, Bülent’in kızkardeşi Şebnem’in ördüğü motifli yün kazağımı hatırladım, yılbaşı hediyesi.
Bülent habire okul değiştiriyordu, İktisat’tan Siyasal’a geçmişti o ara, 16 Mart öğleni, sene 1978, bombalandığımız sıra. Son iki dersimiz boş olduğu için –ki o İdare Hukuku dersi neden boşaltılmıştı, hâlâ düşünürüm- okuldan çıkmıştık. Ben Kadırga Yurdu’ndan, yardım çağrısı gelen Sultanahmet Adliyesi’ne geçmiştim haberi aldığımda. Merkez Bina’ya geldiğimde okul işgal edilmiş, Bülent ilk konuşmasını yapmıştı. O faili meşhur katliam, kopyalanarak sürdürüldü bugüne kadar. O gün kaybettiğimiz yedi arkadaşımız, giderek ağaran saçlarımızla bizi bir arada tutmaya devam ediyor üstelik. Son yıllarda, Bülent’in de hayatının odağında yer aldı 16 Mart katliamının, insanlığa karşı işlenen bir suç olarak yeniden yargı önüne çıkartılması.
Kızkardeşim Hatice’yi (Özen) Aydın’ın Çine ilçesi Böcek köyünde, ellerimle toprağa verdiğim günün öncesi, Gülhane’deki morgun kapıönünde son sarıldığım arkadaşım da Bülent’ti. İkimiz de ağlıyorduk.
Bülent ve Nihal Çiftehavuzlar’a taşındıktan sonra, neredeyse her güne birlikte başlamayı itiyad edindikti. Bülent sokağın daha yukarısında oturduğu için, sabah kapı zilini çalar, bazen yukarıya gelir, sıklıkla ben aşağı inerdim. O günlerin yegâne zor kısmı, bazı sabahları Taksim’deki Zuhal İşkembecisi’nde geçirmekti benim için. Yo, işkembe, ayak paça sevmediğimden değil, operasyonun sabaha denk gelmesi zorluyordu epi topu…
O sıralar, neredeyse her günümüzü beraber geçirdiğimiz bir çok yakın arkadaşım daha vardı: Fehmi (Yaşar). O da benim gibi İstanbul Şehir Tiyatrosu oyuncusuydu ve Maocuydu. Bülent’le Fehmi de yakın arkadaş oldular. O gün bugün farklılıklara tutkun olduğum için, biz farklı adamların arkadaşlığını yadırgayanları da yadırgıyordum.
Sık sık Hisar’a kaçıyorduk. Rumelihisarı yaşantısının Reşad Ekrem’i, Boğaz’ın yahşî devrimcisi, öz kardeşim Vecdi (Çıracıoğlu), Hisar paratonerimizdi. Ya Coşkun Reis ekürisinin bir sandalında, ya Avcı’da, İskele’de demleniyor, şiir okuyor, Bülent’in nağmeli sesinden alaturka şarkı dinliyor, kaçamağı kapatıp devrimci mesuliyetlerimize geri dönüyorduk.
Bir gün, Fatih’i de aldık Avcı’ya gittik. Sokağa çıkmanın coşkusuyla bütün gün en fazla Fatih konuştu. O unutulmaz günü Vecdi anlatacak. Mazimizdeki nadir fotograflardan biri de o güne ait, Vecdi’ye gönderdim.
Bir ömre yayılan, upuzun arkadaşlıkların kokusu derinlere işler. Arkamızı “daş”lamış olmanın sorgusuz sualsizliği, tersine bir uyaran olmadığı sürece hafızadan silinmez. 12 Eylül darbesini izleyen günlerdi. Bülent aranıyordu ve sık sık ev değiştiriyordu. Faşizm döneminin gizli kahramanları, kâh kalburüstü semtlerdeki evlerini, kâh berduşhanelerini, kulübelerini açıyordu. Sonunda Bülent’in gitme zamanı geldi. 1. Levent’ten bir hususi taksiye bindik. Uzunca bir süre için son kucaklaşmamız o taksinin arka koltuğunda oldu.
O antrakt kucaklaşmasında burnuma sızan koku, epey yıl sonra, çocukluğumun Istanbul’una en fazla benzeyen şehirde, Lizbon’da, bir rüya aralığında infilak etti. Pansiyon odasında, hıçkırarak uyandım. Ortaçağ izleri taşıyan bir şaraphanenin kapısından girip, merdivenleri aşağı doğru yürüdüydüm. Upuzun bir tahta masanın etrafında birçok eski arkadaşım vardı. Federasyon Hasan, Paşa, Bülent, İTÜ’lü Ertuğrul, Selçuk, Dursun, Edip, Sinan, Apo… Uyandığımda burnumun direğini kıran o kardeş kokusu, beyaz pantolonlu, Hawai gömlekli ve ama hayli incelmiş Paşa’nın boynundan sızmıştı içeri. Rüya bu ya!
Hatırlamak yaşamaktır.
Ayhan Aksoy’u hatırlıyorum şimdi. Yıldız Teknik’li, öğrenci lideri Ayhan’la son beraber zamanımız, Bülent’in evinde başlayıp, benimkinde bitmişti. Devrimci Yol ile Devrimci Sol ayrılığında, iki tarafta da yer almamıştı Ayhan. En yakınları tarafından ağır kırılmıştı. Nihal’in sofrasında, bol memleket meseleli bir akşam yemeğinden sonra benim eve geçtik. Geceyarısını geçe Ayhan acıktı, kalkıp pilav yaptı. İki litrelik –ucuz ve leziz- Donna şarabının yarısını da içmişiz, sonra fark ettim. Sabah kahvaltıya kalmadan çıktı Ayhan ve akşamına Kurbağalıdere’deki evinin penceresinden aşağıya atladı. Galiba Balıkesir Yurdu’ndaydım, telefon gelmiş, Bülent seninle konuşmak istiyor, dediler. Bir süre ne olduğunu anlayamadım, çünkü boğulurcasına ağlıyordu Bülent. Kadıköy’e, Uğur’la Hulusi’nin kitap dağıtım ofisine koştum hemen.
Koştum da ne oldu? Bazen iş işten geçiyor ve biz hâlâ koşuyoruz…
1979 yazında, Uğur (Güracar), Bülent, ben, İnebolu’ya, Bülent’in aile evine tatil yapmaya gitmiştik. Ev dediğim, otuz altı odalı bir konak. Açtığımız her sandıkta, karıştırdığımız her yüklükte asır gizliydi. Osmanlı kılıçlarıyla eskrim bile yapmıştık. Anlat anlat bitmez bir on gündü de ben sadece bir minik ânı anlatacağım.
Bülent’in, iyi kalpliliğini, bahtsızlığını daha evvel anlattığı için dağarcığımızda duran, mahallelisi Kedi Bahattin, girdiğimiz kahvehanenin en kuytusunda, duvara dayalı bir iskemlede oturuyor. Yer boşalttılar, cam kenarında bir masaya oturduk. Bülent, Bahattin’e seslendi, masaya çağırdı. Bahattin gelmedi. Hepsi bu.
Kısa arka plan: Bahattin eşcinseldi.
Ertesi sabah, bir sokak kesişiminde karşımıza çıktı Bahattin. “Bülent Abi,” dedi, “sana ve arkadaşlarına kötü söz söylenmesin diye masana gelmedim, kusura bakma.”
Üstü bize kalsın.
İzahat: 24 Ağustos günü, uçaktan inip Karacaahmet Mezarlığı’na koşturdum. Kapı girişi başlayan kucaklaşmalarımız, merasimin sonuna kadar sürdü. Hepsi eski arkadaşlarımdı ve fark ettim ki, hemen hepimiz birbirimizin boynuna burnumuzu gömüyorduk.
Olanca coşkusuyla, kederiyle, sevinciyle, elemiyle, adanmışlığıyla, eğrisiyle doğrusuyla hepimizin olan muhteşem gençliğimizin öz kardeşleriydik.
Hepimiz alışkındık, birbirimizi son kez görüyor olabileceğimizin bilinç haliyle yaşamaya. Neredeyse çocukluğumuzdan beri…
Çok şükür, canımın içi arkadaşım, gençliğimin yarısı Bülent Uluer için, o yaşarken bir yazı yazdım. Sezai Sarıoğlu’nun hazırladığı “Çerkesim, Türküm, Kürdüm, Sosyalistim” isimli kitapta (Dipnot Yayınları, 2015) yayımlanan bu yazıyı, hafıza tazelensin için, tekrarlıyorum…
Fotograftakiler: (Soldan) Fehmi Yaşar, Goril Sadık, ben, Vecdi Çıracıoğlu, Fatih Uluer., Bülent.