Adalet neden sarayda dağıtılsın? Hukuk sisteminin işlediği fiziki mekânlar için öncelik neden kamu erişimi açısından yaygınlık değil de, merkezi noktalarda cismen büyüme olsun? Adaletin sağlanmasıyla ebadın ne ilgisi var? İlginçtir, dünya üzerinde bu konuda Türkiye ile yarışan başka bir ülke bulunmamasına rağmen “dünyanın en büyük adalet sarayı” dalındaki tuhaf iddia 2000’li yılların başından beri gündemin bir köşesinden eksilmiyor.
Şimdiye dek bu tamlamanın hakkını veren yer İstanbul Anadolu Adalet Sarayı’ydı. 2006’ta başlayan inşaat bittiğinde 360 bin m2’lik alanda sekiz bloğa yayılan yapı, bütün o birbirini andıran sayısız koridor, işlevsiz salonlar ve yüksek duvarlarla adalete erişimin güçlüğünü simgeleyen bir anıta daha çok benziyordu. Yurt sathında bunu takip eden çok sayıda adalet sarayı var. Konunun tekrar güncel olmasının nedeni ise “dünyanın en büyük adalet sarayı”nın yine elbette Türkiye’nin kaptırmayacağı bir gururla ülke içinde adres değiştirecek olması. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, geçen hafta 745 bin 900 m2’lik alana yayılacak yeni Ankara Adalet Sarayı’nın temelini attı. Hakikaten büyük; yapıda 1382 hakim ve Cumhuriyet savcısı odası, 588 adet duruşma salonu bulunacak.
Cezaevi kapasitesinin arttırmayı topluma müjde gibi duyurmayı, hatta yeni tip cezaevlerini seçim öncesi kampanya vaadi olarak sunmayı da aynı anlayışın devamı sayabiliriz. Cezaevlerinin fiziki yapılarındaki değişiklikler, adaletin sağlanmasına yönelik en ufak bir umut barındırmamakla birlikte, bilakis yapıları ve kimi koşulları nedeniyle insan hakları anlamında bir geriye gidişin işareti oluyorlar.
Sistematikleşen ihlaller
Ankara’daki bitinceye kadar şimdilik dünyanın en büyüğü olan İstanbul Anadolu Adalet Sarayı’ndan başka görüntüler gördü Türkiye geçen hafta. Polis memuru Şeyda Yılmaz’ı öldüren, üç kişinin de yaralanmasına neden olan zanlı siyah çöp poşeti giydirilmiş şekilde polis eşliğinde adliyeye sevk edildi, hayvanların taşındığı bir araçtaki fotoğrafları paylaşıldı. Failin şimdiye dek kasten yaralamadan hırsızlığa, cinsel tacize kadar 26 ayrı suçtan sabıkası bulunuyordu. 19 yaşında genç bir insanı suç makinesi haline getiren toplumsal koşullar, sadece kendisinin geçmişi üzerinden konuşulabilecek olan cezasızlık gündem yaratamadı; kötü muamele ve işkence yasağını failin kimliğine bakılmaksızın uygulamanın bir hukuk devleti güvencesi olması, cinayetin yarattığı infiale kurban edildi. Oysa daha önce işlediği 26 suçtan aldığı cezalara rağmen cezaevine girmemişti.
Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre Eylül başı itibarıyla Türkiye’de 272 kapalı ceza infaz kurumu, 100 müstakil açık ceza infaz kurumu, 4 çocuk eğitimevi, 11 kadın kapalı, 8 kadın açık, 9 çocuk ve gençlik kapalı ceza infaz kurumu bulunuyor; toplam kapasite ise 295.268 kişi. 2006’dan beri kimi küçük ya da yetersiz cezaevleri kapatılıyor, yeni bir inşaat hamlesi ve şehir mühendisliği olarak da ele alabileceğimiz biçimde yenileri yapılıyor. Cezaevleri doğaları itibarıyla hak ihlallerine açık kurumlar, son yıllarda daha modern bir infaz sistemi getirmekle övünülenler ise bunlara yenilerini eklemiş durumda.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yıllardır düzenli olarak hazırladığı günlük hak ihlalleri raporlarında sadece son birkaç haftaya bakıldığında dahi kamuoyunun ancak azının ilgi alanına giren bu ihlallerin ne kadar yaygın ve neredeyse sistematik hale geldiği apaçık görünüyor. Bütün bunlar farklı basın organlarına yansıyan haberlerden derlenmiş: Süresi kesintiye uğratılan spor, sosyal ve kültürel faaliyetler, keyfi biçimde azaltılan havalandırma saatleri, arama dayatmaları, kitap ve gazete okunmasına, değişimine yapılan müdahaleler, kantinde çok kalitesiz ya da pahalı ürünlerin satılması, mektup alma ya da yollama sürecinde engellemeler, hasta mahpusların sağlık erişimine erişimlerindeki güçlükler, sevklerinin ertelenişi, uzatılan tahliyeler, “açık görüşte mahpus yakınlarına zafer işareti yapmak” gibi gerekçelerle açılan soruşturmalar, haberleşme ya da açık görüş cezaları, fiziksel ve psikolojik şiddet, çıplak arama, kötü muamele, kapasite üzerinde dolu cezaevlerinde ağırlaşan günlük hayat koşulları…
Yönetim tekniği olarak hapsetme
2021’den sonra faaliyete geçen S Tipi ve Y Tipi Ceza İnfaz Kurumları ya da Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu olarak tarif edilenlerse büyük kısmı tek kişilik hücrelerden oluşan, hem mimari yapıları hem de uygulamaları nedeniyle tecritin hüküm sürdüğü yapılar. Gökyüzü havalandırmada dahi görünmüyor, tüm iletişim megafon ve butonlarla sağlandığı için tamamen insansızlaştırıcı, açık görüş her mahpus için ayrı olduğundan daha da yalnızlaştırıcı. Bu yüzden “kuyu” olarak anılıyorlar. İnsan Hakları Derneği’nin konuyla ilgili raporunda bu koşulların yaratacağı psikiyatrik rahatsızlıkların yanı sıra kısa, orta ve uzun vadede neden olacağı fiziksel hastalıklara dair de uyarıda bulunuluyor.
İHD’nin yine Mayıs ayında konuyla ilgili yayınladığı açıklamada önemli bir detay daha var. 2020’den sonra infaz kanundaki değişiklikler sonucu “siyasi mahpuslar ve sadece eleştirel veya muhalif görüşlerini ifade ettiği için alıkonulanlar” dışında son dört yılda yaklaşık 200 bin mahpusun hapishanelerden salındığının altı çiziliyor, fakat hapishanelerdeki tutuklu ve hükümlü sayısı son dört yılda yaklaşık 47 bin yükselmiş. Buradan da “Son 19 yıl içinde tutuklu ve hükümlü sayısında görülen beş buçuk mislinden fazla artış, tutuklu ve hükümlülerin hapishanelere giriş çıkış sirkülasyonunda ve mahpus sayısı artışında görülen yüksek hız, hapishanelerdeki bulunan mahpus sayısının toplam nüfusa oranının yüksekliği hep birlikte değerlendirildiğinde, hapsetmenin siyasal iktidar açısından nasıl asli yönetim tekniği haline geldiği” sonucu çıkıyor. Kimin cezaevinde olduğu, kimin olmadığı konusunda taşlar oturuyor. Bu hakikat, çöp poşetiyle ifadeye getirilme sahnesinde olduğu gibi suçun niteliğine bakılmaksızın hukuk devleti normlarında diretmenin önemini hatırlatıyor. TİHV’in bu konuya dair açıklamasında bitirdiği gibi bitirelim: “Unutmayalım ki bir tek insanın dahi insanlıktan çıkarılması aslında toplum olarak hepimizin insanlıktan çıkması demektir.”