MUSTAFA DURMUŞ yazdı: “Hayatımızı sürdürebilmek için emek gücümüzü satmaktan başka seçeneği olmayan bizler, toplumun büyük çoğunluğu hangi Osmanlının torunlarıyız? Bu üçlü iktidar bloğuna mı yoksa alttaki reayaya mı aitiz? Bu soruya verilecek doğru yanıt Osmanlı fantezisini satmaya çalışanlara verilecek en doğru yanıt olacaktır.
MUSTAFA DURMUŞ
Tarihte egemenler “kendi sorunlarını tüm toplumun sorunuymuş gibi gösterebilmeyi” ya da “halkı ülkenin yönetiminde söz sahibi olduğuna inandırmayı” başarabildikleri ölçüde ayakta kalabildiler.
Bunun sadece geçmişte değil, günümüzde de sayısız örneği var. Yönetenlerin sıklıkla “kendimiz için bir şey istiyorsak namerdiz “sözünü etmeleri veya sıklıkla halka birlikte görüntü vermeleri bu yüzdendir. Bu algıyı yaygınlaştırabilmek için de eğitim başta olmak üzere, resmi ideoloji, din, kültür ve milliyetçilik dâhil tüm araçları kullanmaktan kaçınmazlar.
Bu nedenle de günümüzde toplumun küçümsenemeyecek bir kısmının kendini “Osmanlı Torunu” olarak görmesi ya da sanması tesadüf değil. Kendilerine böyle bir kimliği yakıştırdıkları için de onun devamı olduğunu ileri sürenlere ya da ‘eski muhteşem günlere geri dönüleceği’ni vaat edenlere olan desteklerini sürdürüyorlar. Bugün artık resmi tarih yazıcıları ve anlatıcıları da bu algının pekişmesi için çaba sarf ediyor. Tarihini TV’lerdeki Osmanlı dizilerinden öğrenen bir toplum için bu durumun tuhaf karşılanmaması gerekiyor.
Gerçek kendini daima dayatır
Diğer taraftan gerçekler bazen insanların yüzüne tokat gibi inerek bu hayalin sorgulanmasına da neden olabiliyor. Örneğin son günlerde kendisini hâlâ Sultan, Prenses vs. zanneden bu torunlardan biri, Osmanlı’nın varisi olduğunu iddia edip İstanbul’un en güzel yerlerinin kendilerine geri verilmesi gerektiğini açıkladı. Böyle olunca da “Osmanlı torunu kime denir” tartışması birden alevlendi.
BirGün’deki köşesinde bugün Fatih Yaşlı bu konuyu ele alıyor ve “Saraydakilerin reaya, yani “sürü” olarak adlandırdıklarının torunları kendilerini “Osmanlı torunu” sanmaya devam ededursun, referandum sürecinde gerçek Osmanlı torunlarının da sahneye çıktığını ve yüz elli yıllık hesaplaşmaya dâhil olduğunu görüyoruz” diye kendilerinin Osmanlı torunu olduğunu sananlarla gerçek Osmanlı torunları arasındaki sınıfsal farklılığı ortaya koyuyor (http://www.birgun.net/haber-detay/osmanli-torunlari-ve-21-yuzyilin-padisahi-145719.html).
Kısaca yazarın vurguladığı üzere, Osmanlı’nın gerçek torunları olsa olsa imparatorluğun egemenlerinin torunları olabilir. Bunun dışında kalanlar ancak Arapça’da ‘sürü’ anlamına gelen ‘reaya’nın torunları olabilir.
Bunun övünülecek bir yanı var mı, bunu Osmanlı toplumundaki bölüşüm ilişkilerinden çarpıcı bir iki örnek vererek açıklamaya çalışalım.
Osmanlı’da bölüşüm ilişkileri
Osmanlı toplumu malum, bir tarım toplumu. Kent merkezlerinin dışında kalan çoğunluğu oluşturan üretim yapısı çok küçük ölçekli, dışa kapalı, ticaretin neredeyse hiç olmadığı köy komünlerinden oluşuyor.
Üretimin yapıldığı toprakların (miri arazi) kuru mülkiyeti Padişah’a (Sultan) ait. Dolayısıyla da köylü (reaya) bu toprağı sadece işleyebiliyor (tasarruf hakkına sahip). Ama onu asla mülk edinemiyor, alıp, satamıyor, izinsiz terk edemiyor. Sadece vezir, beylerbeyi gibi bazı imtiyazlıların sahip olabildiği “hassa çiftlikleri” özel mülkiyete örnek yapılar olsalar da, istisnai bir durum oluşturuyor.
Köylüler topraklarını işlemenin, kullanmanın bedeli olarak, ürettiklerinin bir kısmını (artık ürün) Sultan’a vergi olarak ödüyorlar ve bu vergiler kabaca dört esasa göre alınıyor: (i) İslami esasa göre alınan vergiler (Tekalif-i Şeriyye), (ii) örfe göre alınan vergiler (Tekalif-i Örfiyye), (iii) savaşların masraflarını karşılamak üzere alınan vergiler (Avarız ya da Tekalif-i Divaniye) ve (iv) halkın devlete ve devlet görevlilerine zorunlu olarak verdikleri hediye türü ödemeler (Peşkeş). Kuşkusuz bunlardan en büyük geliri sağlayan “Aşar” ya da “Öşür” olarak bilinen ve Şeriat usullerine göre reayadan alınan vergiydi (bu vergi 1925 tarihinde kaldırıldı).
Diğer taraftan Osmanlı, yaygın bilinenin aksine, sınıflı bir toplumdu ve bu vergiler yöneten sınıfın hazinesinde toplanıp bu yöneten sınıf bileşenleri arasında paylaşılıyordu.
Yani Osmanlı toplumunun sosyal bileşimi, tepedeki yönetici-devlet sınıfı (saray, askeri-sivil bürokrasi, din uleması) ile tabandaki doğrudan üreticilerden (tarımcılar / reaya ve zanaatkârlar) ibaretti. Hem tarım komünleri, hem de kentlerdeki zanaatçı loncaları, merkezi devletin sıkı kontrolü altındaydılar. Her türlü ekonomik işlem, devlet tarafından düzenlenmekte ve denetlenmekteydi.
Ulema sınıfı içinde yer alan Şeyhülislam, din görevlileri, şeyh ve dervişlere, yaptıkları hizmetleri ödüllendirmek için, sürgit toprak dağıtılırdı. Bu ödüllendirme toprak rantının kurulan zaviyelere terki şeklinde olurdu. Padişaha ait olan bu miri arazinin, toprak, zaviye ve köy olarak tarikat şeyhlerine geçirilişi çoklukla ikta-istiğlal yoluyla yapılırdı ve karşımıza, bazen hayri, bazen de aile vakıfları olarak çıkardı.
Osmanlı’da sadece ulema değil, askeri zümre de topraklar üzerinde malikâne ve vakıflar tesis ettiler. Özellikle akıncı beylerinin Trakya’daki malikâneleri çok genişti.
Osmanlı toplumunda miri toprak rejiminin yarattığı mülkiyet ilişkileri içinde devleti temsil eden bu ayrıcalıklı kesimler üç parçadan oluşuyor ve aynı zamanda da egemen sınıf bloğunu temsil ediyordu: Saray (Padişah/Sultan), asker (seyfiye) ve ulema (ilmiye).
Bir başka anlatımla, yoksul Osmanlı köylüsü (reaya) üretiyor ve onun ürettiği artık ürün vergi olarak bu egemen sınıf bloğuna aktarılıyordu. Ancak egemen sınıf bloğunun kendi içinde de bu artık ürünü paylaşma konusunda bir eşitlik söz konusu değildi.
Örneğin Has, Zeamet gibi “dirlik” gelirlerine sahip beylerbeyinin ve sancak beyi gibi askeri kişilerin yıllık gelirleri ortalama 430.000- 480.000 akça iken, en alttaki yöneticilerden bazı tımar sahiplerinin gelirleri 2000-4000 akça arasında olacak kadar da düşük düzeyde idi. Buna karşılık padişahın yıllık geliri 274,3 milyon akça iken, dirlik sahiplerinin yıllık ortalama gelirleri 5723 akça idi (52,000 kat fazla). Bu da egemen sınıf içindeki iktisadi ve çoğu kez siyasi çatışmalara neden oluyordu.
Aşağıdaki tablo ise 1527-1528 yıllarında reaya tarafından ödenen vergilerin dirlik sahibi egemen sınıfın katmaları arasındaki bölüşümünü ortaya koyuyor.
Eyaletler
|
Eyalet gelirleri toplamı (akça)
|
Padişah hasları (%)
|
Dini vakıflar (%)
|
Dirlikler (%)
|
Toplam dirlik sahibi sayısı
|
Rumeli
|
198,206,192
|
48
|
6
|
46
|
17,308
|
Anadolu
|
129,624, 973
|
26
|
17
|
56
|
16,668
|
Diyarbekir
|
22,778,513
|
31
|
6
|
63
|
1,071
|
Halep-Şam
|
22,778,513
|
48
|
14
|
38
|
2,694
|
Mısır
|
135,460,054
|
86
|
14
|
—–
|
—-
|
Toplam
|
537,929,006
|
51
|
12
|
37
|
37,741
|
(Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, 47)
Şimdi geriye dönüp baktığımızda, hayatımızı sürdürebilmek için emek gücümüzü satmaktan başka seçeneği olmayan bizler, toplumun büyük çoğunluğu hangi Osmanlının torunlarıyız? Bu üçlü iktidar bloğuna mı yoksa alttaki reayaya mı aitiz? Bu soruya verilecek doğru yanıt Osmanlı fantezisini satmaya çalışanlara verilecek en doğru yanıt olacaktır.