Bir can dostumuzu, sebatkâr bir devrimciyi, Express’i yuvası bilen bir yoldaşımızı, Halûk Ağabeyoğlu’nu kaybettik. Bu ani ve sarsıcı haber karşısında acımız çok büyük, toplumsal kaybımız da öyle. Mütevazı, diğerkâm, nüktedan, muhabbetli ve hep nezâketli bir kişilik, parlak bir zihin, bir organik aydın olarak özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe, emeğe ve sosyalist mücadeleye angaje bir hayat… Yakın zamandan sayalım: Irak’ın işgali sırasında savaş karşıtı örgütlenmelerden Seka, Paşabahçe, 3. Havalimanı direnişlerine, Gezi Forumlarından Hayır Meclislerine, Demokrasi için Birlik’e, ÖDP’den, Sosyalist Emek Hareketi’nden HDK’ye, HDP’ye, bir çalışkanlık, istikrar ve özveri abidesiydi. ODTÜ’de ve araştırma sektöründe edindiği istatistik ve analiz birikimini son on yılın seçimlerine, faşizmin derinleşmesine karşı mücadeleye hasretti, seçimleri ve seçim güvenliğini bir taban hareketi için büyük bir imkân olarak düşündü. Bugüne hiç razı olmadı, mücadelesini hiç bırakmadı, ve hep sokakta durarak, yüz yüze bakarak, oradan başlayarak…
Halûk Ağabeyoğlu haftalık Express’e sıkça yazdı, 2000’lerden sonra birçok defa söyleştik. 2005 SEKA direnişinden 2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerine, referandumları, Hayır Meclislerini kat ederek kısa bir Türkiye yolculuğuna çıkıyor, onu Express sayfalarıyla, kendi sözleriyle uğurluyoruz. Devri daim olsun. Anısı, mücadelesi, azmi ve iradesi, umudu yaşayacak.
2005 – SEKA DİRENİŞİ
SEKA’ya gitmek
Halûk Ağabeyoğlu: İzmit’e ilk defa SEKA’da yürütmeyi durdurma kararı çıktıktan bir gün sonra gitmiştim, ocak sonuydu. Orada bir direniş var. O çerçevede, bir solcu olarak dayanışma anlamında gittik. Lafı dolandırmanın lüzumu yok, oraya devrimci olduğumuz için gidiyoruz. Memlekette muhtelif gündemler var. Olması gereken asıl gündem, asıl sosyal davanın ortaya konduğu yer orası. O gündeme bakmak için oradayız. Orada arkadaşlarımız var, 25 yıllık, 30 yıllık işçiler…
Orada bir sosyal dava var. İşçiler var, aileler var. Onlar bir saldırıya karşı direniyor. Bu saldırı çok ciddi, bütün topluma yönelen bir saldırı. Emeğe bir saldırı. Orada çocuklar görüyorsun, onlar büyüyor. Orada SEKA ilköğretim okulu var, onlar orada okuyor. Senin de çocukların var. Çocuklarının bu çocuklarla büyümesini istiyorsun, çünkü o çocuklar, haram yemeyen adamların ve kadınların çocukları olarak büyüyor. Bir de memleketin kaymağını yiyen, bu işyerlerini ve fabrikaları kapatmaya çalışan insanlar var. Onların ne kendilerinden ne de yetiştirecekleri çocuklardan bu memlekete hayır geleceğini düşünüyorsun. Bir de, nesiller boyunca insanlar eve ekmek götürmüş, nesiller boyunca çocuklar yetişmiş orada. Dede var, torun var beraber çalışan. Böyle bir devamlılık var orada. Üretimin devamlılığı, hayatın devamlılığı, ailelerin devamlılığı, bir şehrin devamlılığı –bütün bunlar SEKA’yla neredeyse özdeşleşmiş şeyler.
SEKA’da bir sosyal dava var. İşçiler var, aileler var. Onlar bir saldırıya karşı direniyor. Bu saldırı bütün topluma yönelen bir saldırı. Emeğe bir saldırı. Burası memleketin bir varlığı, özelleşecek değil, toplumsallaşabilecek bir varlığı.
Kamunun mutlak savunulması anlamında söylemiyorum, kamu işletmeciliği sermayeye finansman aktarmak üzere zamanında ihya edilmiş, şimdi de öldürülmeye çalışılan bir yapı. Burası ihya olsun da finans oligarşisine sermaye aktaran bir mekanizma olarak çalışagitsin diye bir derdimiz yok. Burası memleketin bir varlığı, ama kapitalist anlamda bir varlıktan bahsetmiyorum. Memleketin, özelleşecek değil, toplumsallaşabilecek bir varlığı anlamında savunduğumuz bir şey.
Özgürlük herkesle beraber olabilecek bir şey. Çok naif mi gelecek bilmiyorum ama, insanların aç yatmadığı, birilerinin birilerini sömürmediği bir toplumda insan özgür olabilir ancak. Bu çok temel bir şey.
Toplumsal yapıdan bize sirayet eden çürümüşlüklerimizi görüyoruz, onlarla yüzleşiyoruz ve dersini çıkarıyoruz. Öte yandan, solun özündeki iyiliği bilincimize çıkaran süreçleri yaşıyor ve özümüzdeki iyiliği yeniden keşfetmeye başlıyoruz.
SEKA, simgesel anlamda Türkiye’de sınıfların mevzilenmesi ve kim nasıl kazanıyor, kim nasıl kaybediyor meselesi için çok yoğunlaşmış bir örnek. O anlamda üzerinde çok şey konuşulması ve külliyatının çok iyi toparlanması gerekiyor ileriye kalması açısından. Ortada bir yenilgi vardır, ama kolektif hafızaya sınıf mücadelesi açısından olumlu bir katkısı vardır. Bu düzeni yıkacak olan fikriyata katkısı olmuştur. Paşabahçe’de üç yıl önce gözümüzün önünde ve içimizi kanatan bir yenilgi olduğu için de SEKA’ya gidiyor insan, İzmit’te bu sefer bu olmasın diye. Bunun olmaması için güçleri toplamak lâzım. Politik önderlik de lâzım. Politik önderlik olsaydı, SEKA kazanılırdı. Sendikal ihanet olmasaydı, SEKA kazanılırdı. Bunlar hep bir bütünün parçaları.
2007 – SOLDA BAĞIMSIZ ORTAK ADAY GİRİŞİMİ, ÜÇÜNCÜ CEPHE
Kürsüyü ezilenler adına kullanmak
Bağımsız sol ortak aday fikri seçimlerin ufukta gözükmesinin aylar öncesinde sosyalist solun vicdanında ortaya çıktı. Çünkü sol silkinmek istiyordu. Bu fikir anonim vicdanımızındır. Fikrin ortaya çıktığı zamanı ve nedeni için şunu söyleyebiliriz: Hrant Dink ölümüyle bu fikri hayal dünyamıza armağan etti. Rakel Dink cenazede söylemişti “o günün karanlıkların aydınlığa yükselmeye başladığı günün başlangıcı” olduğunu. Dink’in ardından ortaya çıkan halk gücü 15-16 Haziran’la karşılaştırılabilecek kadar eşsizdir bence.
Mecidiyeköy’de broşür dağıtırken genç bir adam geldi, karşıma geçti. Hafif sert bir tonla, hafif de müstehzi, sanki uzun bir atışmaya hazırlanır gibi bir halde sordu: “Neden hayır?” “Çocuğumun Suriye savaşında ölmesini istemiyorum, onun için hayır” dedim. Bir saniye durdu, göz göze baktık, hiçbir şey demedi, sözü yoktu, döndü ve yoluna gitti.
Elbette Meclis’e girmek, o kürsüyü ezilenler adına kullanmak dışında kendi başına bir anlam ifade etmiyor. Eğer başarılabilirse, bu kürsünün kullanımını üçüncü cephenin kuruluşunun emrine vermek de az kazanç olmayacak. Solun silkinip kendine gelme çabası, güdüsü var. Bu güdünün emareleri, potansiyel birikimi sokaktaki insanda da var. Silkinip çıkma çabamız esasen içine düşmüş olduğumuz çürümüşlüklerimizdir. Bağımsız ortak adaylar fikriyle başlayan seçim süreci bu silkinme çabasını pekiştirdi ve şu manzara ortaya çıktı: Bir yandan bu toplumsal yapıdan bize sirayet eden çürümüşlüklerimizi görüyoruz, onlarla iğrenmeden yüzleşiyoruz, notunu veriyoruz ve dersini çıkarıyoruz. Öte yandan, solun özündeki, yani kendi özümüzdeki iyiliği, o çok örselenmiş halimizi hızla bilincimize çıkaran süreçleri yaşıyor ve özümüzdeki iyiliği yeniden keşfetmeye başlıyoruz. Yıllarca kendimize güven duygumuzu yitirmemize paralel olarak neredeyse iyiliğimizi de unutmuşuz. Kendi içimizdeki bu kötü ve iyi adlandırmaları, keşifleri yaptıktan, bunda bir yol katettikten sonra, içinde yaşadığımız topluma, sokağa, hayata dönüyoruz, döneceğiz.
Express, sayı 73, Haziran 2007
2017 – 16 NİSAN REFERANDUMU VE HAYIR MECLİSLERİ
Birlikte yol yürümekten duyulan iyilik hali
Günümüz koşullarında, yaşadığımız bu ortamda duruma itirazı olan insanların birbirlerine yaklaşımları da bir başka oluyor; daha yumuşak, daha tahammüllü, birlikte yol yürümekten duyulan bir iyilik hali. Bu bir kere ortaya çıkınca, yani insanlar bunu böyle hissedince, ortaya iş yapan, yol yürüyen bir yapı çıkıyor. Hayır Meclisleri’nde insanlar, bir örgütsel aidiyetleri var ya da yok, kendileri olarak varoluyorlar. Bir birey hukuku ortaya çıkıyor, bu da yürüyüşe bir güç veriyor, sürekliliği için insana umut oluyor.
Geçen gün Mecidiyeköy metrobüste broşür dağıtırken genç bir adam geldi, karşıma geçti. Hafif sert bir tonla, hafif de müstehzi, “Hadi cevapla bakalım, bak nasıl kem küm edeceksin” edasıyla, sanki uzun bir atışmaya hazırlanır gibi bir halde sordu: “Neden hayır?” Genç adama baktım, “Çocuğumun Suriye savaşında ölmesini istemiyorum, onun için hayır” dedim. Bir saniye durdu, göz göze baktık, hiçbir şey demedi, sözü yoktu, döndü ve yoluna gitti. Saray’ın kendi bekası için ülkeyi ve bölgeyi giderek daha ısrarla savaşa sürükleme planları, sadece Kürtlerin sorunu değil, Türkiye’nin sorunudur. Bu tehlikeyi vurgulamanın, içte ve dışta savaşa “hayır” diyoruz temasını işlemenin halkta büyük bir karşılığı olduğunu bilmemiz, propagandamızda bunu da yükseltmemiz lâzım.
2017 – REFERANDUM SONRASI, TABAN HAREKETİ, YENİ REJİM
Şiddetsiz, kitlesel, sivil itaatsizlik eyleyişleri
Referandumdaki irade hırsızlığının ve yaşanan ve yaşayacağımız onca olayın bize verdiği büyük haklılıkla bu üçlü formülü birleştirmeliyiz. Haklıyız ve içinde olduğumuz durumu şiddetsiz, kitlesel sivil itaatsizlik eyleyişleriyle alaşağı edebiliriz. Umuda dair tek çıkar yolumuz bu. Devrimci arkadaşımız Suphi Nejat’ın bir sözü var: “Her yürek devrimci bir hücredir.”
Toplumun iç enerjisini, haklılığını bu üçlü formülle dışa çıkarmakla yükümlüyüz. Olumsuz senaryo ise, gene geçmişten örnekleyelim, Gezi’den ders almayarak aynı ritüelin devam ettirilmesi olur. Gezi’den ne miras kaldı? Forumlar. Forumlardan aklımızda kalan ne? Forum karar almaz, karar alınırsa yüksek konsensüs oranı arar. “Gezi sandığa sığmaz.”. Gene demokratik olmak adına karar alamayacaksak, idealizm uğruna gerçekleri görmezden geleceksek, Gezi’nin bize bıraktığı ritüeli yapmış oluruz. Bir başka Gezi yapamayız, çünkü Gezi ona bırakılan ritüelin dışına çıkılarak yapılmıştı. Hatırlayın.
Şimdi bize gereken taban örgütlenmeleri, halk örgütlenmeleri –partilerüstü veya partileri dışlayan değil– partilerarası bir hareket. Sen, ben, o, biz… Taban hareketi. Niye Kartal-Beylikdüzü arasında katılımcı belediyeciliğin bağımsız adayları için çalışmayalım?
Bu faşizm, yüksek sesle “sen ne yapıyorsun cumhurbaşkanı” diyecek insana neyi yapmaz? Newroz’da Kemal Kurkut polis tarafından öldürüldü ve o polis hemen tahliye edildi, şimdi dışarıda. Artık slogan atan bir insanı bir polis şan olsun diye ânında vurabilir. Gelinen noktada şiddet ve hukuk tanımazlık boyutu çok yüksek, insana bir hiç olarak davranılması söz konusu. Kitle katliamı yapılıyor, insanlar uçaklarla bombalanıp öldürülüyor, bodrumlarda yakılıyor. Elazığ Cezaevi’nde fiili işkence başlamış durumda. Bu ülkenin tarihinde her zaman böyle şeyler oldu, ama şu andaki şiddet boyutu 12 Eylül’ün dışında, ötesinde, daha ileri bir niteliğe sahip. Ve tabii bir de cezasızlık var.
Bu faşist diktatörlüğe karşı yapılacak çok iş var. Tabii, bu rejime “faşist değil, otoriter” diyen birinin bununla başka yollarla uğraşmayı öngörmesi gibi bir durum var. Ben bu rejime faşist diyorum, ama “solculuk olsun, şu heriflere bir laf çakmış olayım” diye demiyorum. Birisi çıkıp da “faşizm sermayeden, finans oligarşisinden onay alan bir şeydir, kitapta da, tarihte de böyledir” derse, faşizmin bu kısmının eksik olduğunu görürüm ve kabul ederim. Sermayeden tam bir onay alıp almadığı bir soru işareti. Bu bizi “sermayeden onay alıp almadığı belli değil, buna faşizm demeyelim” demeye götürmemeli. Varsın almasın, bugün almadığını üç gün sonra alacak. AKP başkanı, bir konuşmasında, sermayedarlara “OHAL’de ne güzel grevleri engelliyoruz, daha ne istiyorsunuz” diyordu, onlar da öyle bakıyordu. Türkiye’de bir Reichstag bile var. Meclis’in içinden bomba atıldığı çok açık. Merkel’e filan “bakın, uçaklar burayı nasıl bombaladı” diye gösteriyorlar. Faşizm Reichstag yapar, onu yapar, bunu yapar. Orada Führer vardı, burada Reis var. Aradaki fark, reis lafının çete lideri anlamında bir lümpenlik taşıması. Ülkücü mafyada, faşist çetelerde “baba” yoktur, reis vardır. O da devletin reisi.
Faşizme karşı meşruiyet her zaman kazanabilir. Hangi diktatörlüğü kurarsanız kurun, insanların haklarının peşinden koşması bitmez. İşçiler, emekçiler, beyaz ya da mavi yakalılar, hiç kimse gelecek güvencesine sahip görmüyor kendini. Hayat bu şekilde yürürken insanlar tabii ki direnir.
Önümüzde 17 ay var, bu yerel seçim sürecinde önemli işler, durumu değiştirecek, geleceği şekillendirecek çalışmalar yapmanın hayalini kurabiliriz, kurmalıyız. Ve o hayali gerçekleştirmek için harekete geçebiliriz. Bir ivme yaratılabilir. Nasıl’ı ayrı tartışma, ama aksi iddia edilebilir mi? Mesele yöntemini, araçlarını üretmek.
Erdoğan’ın “sandık hâkimiyeti kuracaksınız” demesinin, “sandıkta hile hâkimiyeti” kurmak demek olduğu çok açık. O zaman bunun karşısında “sandıkta adaletin, dürüstlüğün hâkimiyetini kuracağız” demek ve buna uygun iradi çabayı göstermek gerekir.
İktidardan bir şey talep etmek, “OHAL kaldırılsın” demek, tabii ki bu bizim isteğimizdir, ama Hitler’e gidip “yahu şu gaz odalarını kurma, Yahudileri yakma” demek gibi bir şey. Bu iktidardan bir şey talep edilmez. Buna karşı duracak, OHAL’i ortadan kaldıracak potansiyel enerjiyi kinetik hale getirmek için çalışmak, “biz bunu yapacağız” demek gerekiyor.
Biz farklılıkları kabul ederek yol yürüyebileceğimiz mutabakatına vardık… Şimdi bize gereken taban örgütlenmeleri, halk örgütlenmeleri –partilerüstü veya partileri dışlayan değil– partilerarası bir hareket. Bize ivme kazandıracak şekilde yerel seçimler için iş yapacaksak, bunu isteyeceksek, beraber yürüyecek olan insanların mutabakatı birbirlerine tahammül etmek olmamalı, karşılıklı kabul görmek olmalı.
Sen, ben, o, biz… Taban hareketi. Bunun toplumda taşıyıcı güçleri niye olmasın? Niye Kartal-Beylikdüzü arasında katılımcı belediyeciliğin bağımsız adayları için çalışmayalım? Taban hareketinin burada ortaya koyacağı şey “paradigmayı değiştiriyoruz” demek, “düşünce dünyamızı, problemin kurulduğu noktayı değiştiriyoruz”. Bu niye bir karşılık bulmasın? Bence bulur. Yapılmış araştırmalar da bunun karşılık bulacağını gösteren sosyolojik verilere sahip. Böyle bir ortamda, başka bir yol gösteriyorsanız, onun peşine düşelim. Göstermiyorsanız, karşı durmayın.
Express, sayı 158, Aralık 2017
2018 – 24 HAZİRAN GENEL SEÇİMLERİ VE ADİL SEÇİM PLATFORMU
İrade hırsızlığını görmek ve göstermek gerekir
Evet, 24 Haziran seçimleri hileli seçimlerdir. 24 Haziran aleni bir irade hırsızlığıdır. 24 Haziran’a gelene dek dört büyük hile yapılmıştır: En büyük hile OHAL koşullarında seçim yapmaktır. İkinci büyük hile 298 sayılı Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklerdir. Üçüncü hile eşitsiz koşullarda seçime gidilmesidir: Devletin tüm kurumlarının ve medyanın iktidardan yana taraflı bir tutum içinde olmasıdır. Dördüncü büyük hile ise seçimi dar zamana sıkıştırmaktır. 3 Kasım 2019’da yapılacak seçimler, 16 ay öncesine alınarak 24 Haziran’da yapıldı. Çünkü Erdoğan öyle istiyordu. “Baskın seçim”i ekonomik kriz gelmeden yapmak ve benzeri nedenlere bağlamamak lâzım, temel amaçları muhalefeti hazırlıksız yakalamaktı. Ne konuda hazırlıksız yakalamak? Bu çok belli: Seçim güvenliğinin sağlanmasına meydan vermemek, sandıkta hileyi önlemek için yapılacak çalışmaya zaman tanımamak.
Erdoğan’ın İstanbul’da yaptığı toplantıda söylediği şu söz, çabalarının ne olduğunu anlamak için çok önemli: “Biliyorsunuz, seçim sandıkta kazanılır.” Bu söz yaşananların özetidir aslında; açıkça bir itiraftır. Seçim sandıkta kazanılmaz. Seçim, bir siyasi partinin programıyla, icraatıyla, bunu seçmene yansıtmasıyla elde ettiği seçmen desteğiyle kazanılır. Seçimin kazanılması bir zaman, süreç işidir. Sandık, doğru çalışması, bozulmaması gereken bir ölçü cihazından başka bir şey değildir. Seçimin kazanıldığı yerin “sandık” olduğunun söylenmesi vahim bir tehlikeye işaret eder. O zaman bunun karşısında, siyasi partilerin, en başta liderlikleri düzeyinde, meseleye hakkını veren bir önemle yaklaşması gerekir. O konuşmasında, Erdoğan’ın “sandık hâkimiyeti kuracaksınız” demesinin, “sandıkta hile hâkimiyeti” kurmak demek olduğu çok açık. O zaman bunun karşısında “sandıkta adaletin, dürüstlüğün hâkimiyetini kuracağız” demek ve buna uygun iradi çabayı göstermek gerekir.
Seçim güvenliği ne bir derneğin ne de herhangi bir partinin tek başına başaracağı bir iştir. Seçim güvenliği siyasi partiler ile emek, meslek ve demokratik kitle örgütlerinin koordinasyonuna dayanan yoğun bir çalışmayla üstesinden gelinebilecek, ancak böyle hakkıyla başarılabilecek bir çalışmadır.
İktidar tarafından yapılan sistematik seçim hilesi vakalar ve kanıtlar halinde ortadadır, her yerdedir. “Bu hilenin boyutu, hacmi nedir?” sorusunun cevabının kısa bir sürede verileceğini düşünüyorum. Bunun sandık bazında istatistik analizi sürüyor. Çalışma, 2017 referandumunu “yeni nesil adli istatistik testler” ile inceleyen analizin 24 Haziran seçimleri için tekrarlanması niteliğinde. Referandum için yapılan analiz, sistematik seçim hilesinin hacminin Hayır iradesini Evet’e çevirecek büyüklükte olduğunu kanıtlamıştı.
Bugünlerde süren çalışmanın ön sonuçları da 24 Haziran’da yapılan hilenin, eş anlı yapılan iki seçimin de sonucunu ters yüz edecek hacimde olduğuna işaret ediyor. Özetle, bu seçimde hile yapılmıştır. Bu bir mazeret beyan etmek, “yenilgiye” sebep aramak değildir. Hile varsa görülmeli, kanıtlanmalı, anlaşılmalıdır, ki eğer bundan sonra seçim güvenliği, sandık güvenliği diye bir konumuz olacaksa, bu hileyi önlemek için ne yapmak gerektiğini bilelim, seçim-sandık güvenliğinin önemini hakkıyla kavrayalım. Ayrıca, maddi hırsızlığın sıradanlaştığı, bir yerde “alışıldığı” toplumumuzda, ne olursa olsun “irade hırsızlığı” başka bir şeydir, başka bir yerde durur. İnsanların iradelerinin çalınmasına, paralarının çalınmasından daha tepkili olabileceklerini düşünüyorum. Öyle olsa da olmasa da, irade hırsızlığını görmek ve göstermek gerekir. Çünkü yapılan şey açıkça oy pusulası kalpazanlığıdır.
Mücadele sürüyor, sürecek. Siyasi partiler ve diğer yapılar olarak demokrasi güçlerinin 24 Haziran öncesinde tecrübe ettikleri “birlikte çalışma hali” artık bazı şeylerin nasıl olması ya da olmaması gerektiğini gösterdi kanısındayım. Bundan sonra yine “birlikte çalışma halleri” olmalı ve olacak. Bunlar daha ileri nitelikte olacak, bildiğimizin ötesinde anlayışlara sahip olacak. Bu “olacaklar” ancak eğer bu birlikte olma hallerinde koordine etme işlevi “diğer yapılar”da olursa olacak. Yani, siyasi partilerin dışındaki yapılarda olursa olacak. Bu asla siyasi partileri önemsememe, hor görme hali değil. Ama yaşanan pratik bunun böyle olmasının iyi olacağını iyice gösterdi.
Express, sayı 165, Temmuz 2018
2023 – 14 MAYIS GENEL SEÇİMLERİ
Örgütlenebilmiş isek sırtımız yere gelmez
2018’de iktidarın seçim için sözünü kapı kapı evlere taşıyan bir kitlesi vardı. Şimdi bu, diyelim yüzde 20, yüzde 30 sadık çekirdek kitle yine var, ama kapı kapı çalışma şevkine sahip değil ve çalışmıyor. AKP de artık bu kitlelerinin heyecanından, şevkinden ilham alan, onlarla kendini anlamlandıran bir parti değil. Hatta bu anlamda bir “parti” değil; devletin hemen her veçhesini, imkânını içermiş, temellük etmiş, bozmuş, kendine yamamış, zincirleme çıkarlar yumağı bir topluluk. Hal böyle olunca, bu “partinin” seçim günü oylarını, güvenliğini emanet edeceği bir seçmenlerden oluşan görevli topluluğu yok. Esas gücü bu değil, onun yerine, atadığı hâkimlerden oluşturduğu il, ilçe seçim kurulları, bunların atayacağı sandık kurulu başkanı ve memur üyesi, sınıfın kapısında bunların emrine amade olduğu varsayılan kolluk gücü ve bildiğimiz lumpen silahlı çeteleri var.
Muhalefet açısından ise seçimin güvenliği artık örgütlenebildiği ölçüde halka emanet. Seçim gününün bu karşılıklı “güçler” konumlanması bu seçime mahsus önemli bir özellik. Ve eh, eğer biz örgütlenebilmiş isek, sırtımız yere gelmez! Çünkü, biliyoruz gerisini, “örgütlü bir halk yenilmez” meselesi. Ancak her şeyin bu determinizm içinde cereyan etmesinin koşulu var; söyledim işte, “örgütlenebilmiş bir halk isek eğer”…
Gezi’nin onuncu yılının arifesinde bir muhasebeye gireceğimiz, kendimizi tarih önünde hesaba çekeceğimiz bir dönemin önümüze açılması beklenir, bu doğaldır. Bu değerlendirmede Mart 2014 seçimi Gezi tarihinin yazımında önemli yere sahip olacak. 2014 yerel seçimi ufukta belirdiğinde isyanın enerjisi ülke genelinde mahalle forumlarında sürdürülüyordu. Forumların Gezicileri bu enerjiyi yaklaşan seçimlere taşımayı, İstanbul Büyükşehir ve ilçe belediye başkanlıkları için Gezi’nin bağımsız adaylarının ortaya çıkması için çalışmayı devrimci görevleri bildiler. Bu çabalarının önü meşhur ve “içine devlet aklı kaçmış” düşkün bir sloganla kesildi: “Gezi sandığa sığmaz.” Gezi’nin kendi içinden uğradığı son kırılma noktası budur; tarihine yazılacak. 2014’te isyanın enerjisiyle donanmış bir seçim sürecinde inşa edilebilecek, o güne dek ülkede görülmemiş bir sandık güvenliği hareketi de böylece doğamadan öldürüldü.
Muhalefetin bütün bölükleri kendimize ve birbirimize kızgınız. Haklı öfkelerimiz var kendimize ve birbirimize. Öfkemizi dönüştürürsek, bu samimi özeleştirilerimize vesile olur. Öfke, iyiliğe dönüştürülebiliyor ise iyi bir duygudur. Bu özeleştiri, tespitlerimiz ışığında, kendimizi dönüştürmeye, yenilenerek mücadeleyi sürdürmeye yarar.
Seçim güvenliğinin sağlanması, sonucunun kamuoyuna sağlıklı olarak açıklanması ne bir derneğin ne de herhangi bir siyasi partinin tek başına başaracağı bir iştir. Seçim güvenliği, seçim olsun olmasın, sürekli gündemde tutulması gereken, ufukta bir seçim belirdiği anda, en az bir yıl öncesinden itibaren işin asli unsuru siyasi partiler ile emek, meslek ve demokratik kitle örgütlerinin birlikteliğine, koordinasyonuna dayanan yoğun bir çalışmayla üstesinden gelinebilecek, ancak böyle hakkıyla başarılabilecek bir çalışmadır.
Seçime bir hafta kala, insanlara tavsiyelerim şunlardır:
Kazanılmış olan moral üstünlüğü korumak ve büyütmenin peşinde olmak. Bunun için güvenli, sakin, aynı zamanda canlı, hareketli, koşulsuz dost olmak.
Olası her kötülüğü hesaba katmak, hazır olmak, kötülüğü küçümsememek.
Moral bozma amaçlı sonuç açıklamalarına, yalanlara aldırmamak, bunları teşhir etmek.
Sokak, mahalle, seçim alanı yerellerinde iletişim grupları kurulması, tanışma toplantıları yapılması için talep eden, çağırıcı olmak, bunun için çalışmak.
“Önkoşul: Oy hakkını savunan bir halk hareketi“, birartibir.org, Mayıs 2023
2023 – 14-28 MAYIS GENEL SEÇİMLERİNİN ARDINDAN
İyileşmek, mücadeleyi sürdürmek, kazanmak için çalışmak
Seçim öncesindeki tavsiyelerime temenniler de diyebiliriz, öyle değil mi? O temennilerimi tekrar okudum ve içime bir şey oturdu, bir ağırlık. Şu “temennilere” bir bakalım:
“Moral üstünlüğü korumak ve büyütmek!” Kazanmışız; şimdi korumak ve büyütmenin peşindeyiz.
“Güvenli, sakin, aynı zamanda canlı, hareketli, koşulsuz dost olmak.”
Sadece bu kadarı içimin burkulmasına yeterdi. Çünkü orada gördüm ki, seçim günü için bir hafta öncesinde bulunduğum dileklerim, temennilerim, seçim güvenliğinin hakkıyla sağlandığı bir ortam yaşanmış olsa, ülke sathında mükemmelen ortaya çıkacak, gelişecek niteliklerdi. Ama seçim güvenliği sağlanmamıştı. Söyleşinin bütününde bunun nasıl sağlanmadığı anlatılıyor. Ama ben yine de bu temennilerde bulundum:
“Moral üstünlüğü korumak, güvenli, sakin, canlı, hareketli, koşulsuz dost olmak.”
Ortada hakkıyla yapılmış, edilmiş, emek verilmiş, tesis edilmiş bir seçim güvenliği yokken bu temennilere sadece “züğürt temennileri” denebilir; başka ne olabilir?
Peki, neye dayanarak bu temennilerde bulunur, bulunmak cüretini gösterir insan? Geçen söyleşinin ikinci paragrafının başındaki şu cümle cevaba ipucu olabilir:
“Muhalefet açısından ise seçimin güvenliği artık örgütlenebildiği ölçüde halka emanet.”
Evet, seçim güvenliği sağlanmamıştı, çünkü örgütlenmemişti. Geriye elimizde kalan şey, halkın 21 yıl sürmüş bu çürüme düzeninden kurtulmak isteği ile –ki bu yükselen bir istek idi– sandık güvenliği için kendiliğinden eyleminin gelişmesini beklemekten, oy verme hakkını, sandığı korumak refleksini göstermesini ummaktan başka bir şey değildi. İşte o temenniler halkın kendiliğinden ortaya çıkacağını umduğum sandığı koruma eyleminde kuşanmasını dilediğim niteliklerdi.
Hayret ettiğim şey: 17 Aralık 2020 tarihinden bu yana iki buçuk yıldır, seçim güvenliğinin önemini vurgulayan, nasıl sağlanacağını, nasıl örgütlenmesi gerektiğini, detaylarını ilgililerine, bu işte sorumluluk yüklenmelerini beklediklerime anlatmaya çalışan biri olarak, bu devasa işin örgütlenmediğini görünce, halkın kendiliğinden refleksi ortaya çıkarsa sağlanabileceğini ummuş olmamdır. Sonuçta bu anlamda, ilgilisi herkes gibi ben de işin niteliğini, cesametini kavrayamayan bir bönlüğe savrulmuşum. Bunu anladım. Dahası var; şu son temenni, söyleşinin de son cümlesi olmuş:
“Sokak, mahalle, seçim alanı yerellerinde iletişim grupları kurulması, tanışma toplantıları yapılması için talep eden, çağırıcı olmak, bunun için çalışmak.”
Seçime bir hafta kala, sandık başında oy hakkını savunmak için bulunacağını umduğum halktan dileğime, beklentime bakar mısınız? “Birbirinizi tanımak için toplantılar talep edin.” Kimden etsinler? Partilerden. Neden etsinler? Çünkü birbirini tanımış, bu yolda yoldaş olmuş insanlar sandık başında güçlü olurlar, özgüven duyarlar, örgütlenmiş olurlar. Örgütlenmiş halk neydi, kimdi? Bir şey diyorduk ona!
Özetle, tavsiyelerim, temennilerim, işe yaramadı, yaramazdı, çünkü seçim güvenliği ciddi bir iş. Örgütlenmeden, tavsiyelerle temennilerle sağlanacak bir şey değil. Seçim güvenliği yoktu. Çünkü örgütlenmedi. İktidar bugüne dek yapabildiği en kapsamlı, sistemli hileyi, sahtekârlığı yaptı. Hile ve sahteciliğinde yaratıcı yeni yöntemleri de vardı. Eğer seçim güvenliği örgütlenmesi yıllardır savunulduğu gibi yapılsaydı, bugün faşizm iktidardan indirilmiş olacaktı. Buna inancım maddi bilgi temelindedir. Yalnız, sanılmasın ki bütün taraflarıyla muhalefetin tarzı pirüpaktı, hiç hatası yoktu, iktidar sadece seçim hilesiyle kazandı. Dediğim şey bu değil.
Seçim güvenliğinin işlevi, sadece oy verme esnasında hileyi önlemek değil. Seçim güvenliği temelinde bir halk örgütlenmesinin yaratılabilmiş olması ya da olmaması, iktidarın başvuracağı hilenin önlenmesi, ya da önlenememesinin ötesinde, bütün sürecin sonucunu belirleyecek etkiye sahiptir. Bu örgütlenme yaratılmış ise eğer, en başta, özellikle muhalif halkta yaygın olan, seçimin hileyle çalınacağı şeklindeki karamsar ön kabul ortadan kalkar. Bu, halkın oy hakkını savunmak seferberliğinde kendisini sorumlu “özne” hissetmesini, harekete katılmasını sağlar, önünü açar. Örgütlenme ile hissedilen kitlesellik, insanlarla, konu komşuyla tanışmalar özgüveni artırır. Bu sürecin ortaya çıkaracağı şey değişim yönünde kuvvetli bir tahayyülün, arzunun gelişmeye başlaması olur: Her şey için değişim, bugünden iyi bir gelecek ihtimalinin hayal edilebilmesi… Nihayet, oy tercihlerinin kitleler halinde “değişim isteği” yönünde şekillenmesi, bu dayanışma ruhunun, bu örgütlenmenin ürünü olarak ortaya çıkar.
İşte bunun için “seçim güvenliği” sadece seçim güvenliği değildir. Bir ortamı, bir durumu yaratmaktır.
Seçim sonrası genel ruh hali iyi değil. İyileşmek, mücadeleyi sürdürmek, yerel seçimleri kazanmak için çalışmak lâzım. Muhalefetin bütün bölükleri kendimize ve birbirimize kızgınız. Haklı öfkelerimiz var kendimize ve birbirimize karşı duyduğumuz. Kendimize öfkemiz içimizde dursun; öfkemizi dönüştürürsek, bu samimi özeleştirilerimize vesile olur. Öfke, iyiliğe dönüştürülebiliyor ise iyi bir duygudur. Bu özeleştirinin varacağı yer durumu tespit etmeye, tespitlerimiz ışığında kendimizi dönüştürmeye, yenilenerek mücadeleyi sürdürmeye yarar.
Şimdi bugünün sorusu bence şu: Hele ana muhalefet partisini de düzenin munis muhalefeti olarak ilelebet muhafaza etmekle görevli bir yönetim kliği esir almışsa, önümüzdeki kritik dönemde kimlerin, hangi mücadele dinamiklerinin önünde hangi mesuliyetler durmaktadır? Uzak yakın mücadele geçmişimizi ne kadar çok irdeler, pratiğimizle ne kadar yüzleşir, kendimize ne kadar çok soru sorarsak, faşizmi geriletecek bir yolu çizmemiz ve eylememiz o kadar mümkün olur, belirginleşir, yol alır diye düşünüyorum.
“Örgütlenmiş bir halka ne diyorduk?“, birartibir.org, Ağustos 2023