Bir süredir dünya, tam da kelime anlamıyla, “savaş alanı”na döndü. Savaş, varlığıyla beraber, eş zamanlı olarak olağanlaştırılmaya da çalışılıyor. Öyle ki bu durum, halklara yaygın bir biçimde “dünya daha önce hiç savaşsız kalmamış”, “barış sağlanamaz” sanrısını yaygın bir biçimde yaşatabilecek boyuta ulaştı. Çünkü egemenler on yıllardır olduğu gibi refah artışına dayanarak toplumsal rıza üretemiyor. Kapitalizmin sahipleri, toplumsal rıza için yaygın olarak açık şiddet uygulamaya mahkûm oldu. Bu amaç için de geniş toplum kesimlerinde umutsuzluğu ve teslimiyeti yaygınlaştırmak ve kalıcılaştırmak istiyor. Bu, insanlığın geleceği için her tür savaştan daha da tehlikeli, karanlık, kötücül ve kalıcı olma riski yüksek bir strateji.
Böylesi bir tehlikenin gerçekleşmesini önleyebilmek ve teslim olmamak için, öncelikle, “barış içinde yaşama”nın dünya halkları için bir hak olduğu, hayatın bütün alanlarıyla bağlamı kurularak, yüksek sesle dile getirilebilmelidir. Bu talep, olabildiğince ivedi bir biçimde halkların duygu ve zihin dünyasında meşrulaşabilmeli, toplumsallaşabilmelidir. Ki toplumlar bu talebin gerçekleşebilmesi için mücadele edebilsin. O nedenle, daha fazla zaman yitirmeden, “barış içinde yaşama” ile ilgili pek çok evrensel değerin yakın tarihimizde var olduğu anımsatılabilmeli, gündem yapılabilmelidir.
Son yılların savaşları ve NATO
Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısının hemen ardından İsrail karşı saldırıya geçti. Bu saldırı, İsrail devletine yıllardır bulamadığı fırsatı, ABD ve AB’nin de açık desteğiyle bulma olanağı sundu. İsrail, bir yandan Hamas ve Lübnan’daki Hizbullah güçlerine karşı operasyonlar yürütürken, diğer yandan, Gazze’de kendine yeni yerleşim alanları da açmak hedefiyle, Filistin halkına yönelik saldırılarını ‘insanlık dış’ı boyuta taşıdı. İsrail devleti tarafından, herkesin gözü önünde, sayısı ve çeşitliliği itibarıyla bugüne kadar görülmemiş sıklıkta savaş suçu işlendi. Özellikle, Eylül 2024 tarihinden itibaren saldırının şiddeti ve kapsamı daha da arttı. Filistin halkına yönelik soykırıma dönüştü. İsrail, bu süreçte, İran’a yönelik saldırılar da düzenledi. İran devletinin resmi konuğunu, düzenlediği bir hava saldırısıyla gerçekleştirdiği suikastla İran’da öldürdü.
Yanı sıra, NATO’nun adım adım Rusya sınırlarına yaklaşma operasyonuna karşı koyuş gerekçesiyle, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldırısıyla açık bir biçimde başlayan savaş, ABD ve AB’nin, başka bir ifadeyle NATO’ya üye ülkelerin, silah ve kaynak desteğiyle hız kesmeden devam ediyor. Taraflar arası savaşta Ukrayna neredeyse “vekil’e” dönüştü. Asya, Afrika ve Orta Amerika’daki savaş ve silahlı çatışmalar da küçümsenemeyecek boyutlarda devam ediyor. Son birkaç yılda, savaş ve silahlı çatışma nedeniyle milyonlarca insan yaralandı, yüz binlerce insan öldü, on milyonlarca insan evini, yurdunu terk etmek zorunda bırakıldı.
İzleyebildiğimiz kadarıyla, ABD, 2017 sonrasında kapitalist dünyada yitirdiği hegemonyasını yeniden tesise yönelik olarak Ortadoğu’da bizzat NATO bileşenleriyle birlikte, yeni düzenlemeler oluşturmaya çalışıyor. Rusya burada uzun bir süredir eski varlığına benzer bir varlık göster(e)miyor. Geçtiğimiz hafta, İsrail devleti ile Lübnan’daki Hizbullah arasında başlayan ateşkes herkesi umutlandırırken, Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaşın yaklaşık son sekiz yılında “sessizliğini koruyan” cihatçı çeteler yeniden Suriye Ordusu’na karşı savaş açtı. Suriye halklarının neredeyse tümünün yaşam hakkını ve geleceğini tehdit eden “bilinmez” bir dönemin başlamasına aracı oldu.
Cihatçı çeteler ve “çözümsüzlük”
Bu “beklenmedik” gelişme Türkiye’de “1 Ekim siyasi tokalaşması” sonrası gelişmeleri tedbirli bir umutla izleyenleri dâhi kaygılandırdı. Cihatçı çetelere verilen donanım ve teknoloji desteğinin yanı sıra zamanlama da dikkat çekici ve bu kaygılara haklı bir temel oluşturabilecek özellikler taşıyor. Ortadoğu’nun toz bulutunun altında kalmasını “fırsata çevirmek” isteyip, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Bölgesi’ne gerçekleştirilecek herhangi bir saldırı, iktidar ortağı tarafından “aniden” Türkiye kamuoyunun gündemine getirilen “Kürt meselesinin siyasal çözümü”ne yönelik olası gelişmeleri de henüz başlamadan sekteye uğratabilecek bir öneme sahip.
Barış bildirgeleri
Bu nedenlerle ve giriş paragrafında paylaşılan sanrının kalıcılaşmaması için, Türkiye muhalefeti, bir yandan savaş karşıtlığının yaygınlaşmasını, diğer yandan barış talebinin yükselmesini sağlayabilmelidir. Öyle ki Türkiye halkları, insan kalabilmek için umudunu yitirmemelidir. Bugün genç kuşakların bilmediği, bilecek yaşta olanların da unuttuğu, “insanlığın ortak iradesiyle üretilen” ve ortaklaşılan barış hakkı belgelerinin üzerindeki toz “taşlaşmadan” silkelenebilmelidir.
Örneğin, 15 Aralık 1978’de Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda 33/73 numaralı kararla kabul edilen, Barış İçinde Yaşamak İçin Toplumların Hazırlanmasına Dair Bildirge’de “(…) her insan ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin doğuştan barış içinde yaşama hakkına sahiptir.” saptaması yer alıyor. BM, 12 Kasım 1984 tarihinde toplanan Genel Kurulu’nda 39/11 numaralı karar olarak kabul edilen Halkların Barış Hakkı Bildirgesi‘yle bu konuda önemli bir etkinliği daha gerçekleştirmiştir. Bu bildirgeyle, BM, hem halkların yaşamını barış içinde sürdürme hakkını hem de bunu sağlamak için devletlerin ödevli olduğunu karar altına almıştır.
Halkların Barış Hakkı Bildirgesi
Yukarıda paylaşılan “anımsamalıyız”, “öğrenmeliyiz” gerekçesini yerine getirmek için BM’nin 12 Kasım 1984 tarihli Genel Kurulu’nda 34 çekimser oya karşın, 92 oyla kabul edilen Halkların Barış Hakkı Bildirgesi‘ni tam metin olarak paylaşmak gerekirse;
“Genel Kurul,
Birleşmiş Milletler’in temel amacının, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda ortaya konulan uluslararası hukukun temel ilkelerini dikkate alarak, uluslararası barış ve güvenliği korumak olduğunu yeniden belirleyerek,
Tüm halkların savaşı insan yaşamından çıkarma ve her şeyden önce dünya çapında bir nükleer felaketi önleme yönündeki istem ve beklentisini dile getirerek,
Ülkelerin maddi refahı, kalkınması ve ilerlemesi için ve Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen insan hakları ve temel özgürlüklerin tam olarak gerçekleştirilmesi için savaşsız bir yaşamın başlıca uluslararası ana gereklilik olduğuna inanarak,
Yeryüzünde kalıcı bir barışın kurulmasının nükleer bir çağda insan uygarlığının korunması ve insanlığın geleceği için temel koşul olduğunun bilincinde olarak,
Halkların barış içinde yaşamını sürdürmesinin her Devlet için kutsal bir görev olduğunu vurgulayarak.
1. Dünya halklarının kutsal barış hakkına sahip olduğunu açıkça ilan eder.
2. Bunu başarmak için her devletin, halkların barış hakkını korumasının ve gerçekleşmesini özendirmesinin temel yükümlülüğü olduğunu açıkça duyurur.
3. Devletlerin, halkların barış hakkını kullanabilmelerini sağlamak amacıyla, savaş tehdidini, özellikle nükleer savaş tehdidini ortadan kaldırmaya, uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanımından kaçınmaya ve uluslararası anlaşmazlıkları Birleşmiş Milletler Antlaşması’na dayalı olarak barışçıl yollarla çözümlemeye yönelik politikalar izlemesi gerektiğini vurgular.
4. Tüm Devletlere ve uluslararası örgütlere, ulusal ve uluslararası düzeyde uygun önlemler alarak halkların barış hakkının gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak üzere ellerinden geleni yapma çağrısında bulunur.”
Santiago Bildirgesi
O tarihten sonra, BM tarafında barış yolunda bu iki bildirgeye benzer herhangi bir metin görülmemektedir. Buna karşın, barış için yılmadan mücadele eden aktivistler çalışmalarına Aralık 2010’da İspanya’nın Santiago de Compostela kentinde topladıkları Barış İçinde Yaşama Hakkı Uluslararası Kongresi‘yle devam etmiştir. Kongre’nin sonunda, 10 Aralık 2010 tarihinde yayımlanan ve “Santiago Bildirisi” olarak adlandırılan bildiriyle “Barış İçinde Yaşama Hakkı”na içerik kazandırılmıştır.
Santiago Bildirgesi’nin 13. maddesinde bugün de geçerli olan ve yaşama geçebilmesi için talep ve mücadele etmemiz gereken; “(…) bireyler, gruplar, halklar vazgeçilmez, adil, sürdürülebilir ve kalıcı barış içinde yaşama hakkına sahiptir. Barış içinde yaşama hakkının sağlanması ve korunması sorumluluğu devlete aittir.” saptamasına yer verilmiştir.
Yakın tarihimizden paylaşabileceğimiz bunlar. Bugünün dünyasında özellikle de Türkiye’sinde bu haklara hayat verebilmek için de umudu ve birlikte mücadeleyi örgütleyebilmek gerekiyor. “Keşke” dememek için “sivil toplum”, sözü ve hegemonyayı iktidara bırakmadan bir adım öne çıkabilir. Amasız, fakatsız!
Sevgili Can Yücel’in söylediğini de anımsayarak…