SEÇTİKLERİMİZ – Hakkı ÖZDAL Gazete Duvar için yazdı: “Özal iktidarı, mukadder çözülüşünü baskıyı artırarak durdurmaya çalışırken 1990 1 Mayıs’ını da yasaklamıştı. Ama yine de Taksim’e çıkmaya çalışan binlerce insan, 20 bin polis, yüzlerce panzer, boyalı sular ve eğitimli köpeklerle karşılaştı.”
1 Mayıslar, Türkiye’de devletin karanlık yüzünün dolaysızca ortaya çıktığı günler oldu genellikle. 1977 Taksim katliamı, 1989’da Mehmet Akif Dalcı’nın Tarlabaşı’nda güpegündüz katledilmesi, 1996’da Kadıköy’de üç emekçinin ölümüyle sonuçlanan katliam girişimi… Bunların tümü sermaye ve devletinin ‘dönemsel bir ihtiyacı’na da denk gelen, hazırlığı açısından planlı, sonuçları açısından amaçlı saldırılardı. Bu açıdan kendinden öncekilerden bir farkı olmayan bugünkü rejimin 2012’den itibaren 1 Mayıslara karşı çok saldırgan bir tutum alması da öyle…
Biri çok bilinen iki örneği aktardıktan sonra gelelim bugüne. Biri, devletin 1 Mayısları terörize etmesinin en bilinen örneği İstanbul Taksim’deki 1 Mayıs 1977 katliamı; diğeri, İstanbul’da mühendislik öğrencisi bir genç kadının polis tarafından vurularak felç edilmesi. Bugünün Türkiye’sine uzanan yolda iki simgesel olay…
1970’lere gelindiğinde, Türkiye yönetici sınıflarının DP sonrasında hızlandırdığı sanayi kapitalizmine geçiş stratejisinin de etkisiyle nicelik olarak genişleyen bir işçi sınıfı vardı artık. 1950’lerin sonundan itibaren, DP’nin baskıcı ve gerici politikalarına karşı dirençle ortaya çıkan gençlik hareketi, 60’ların sonundan itibaren anti-emperyalist, anti-kapitalist bir kimliğe bürünmüş, 1968 baharından itibaren yuvarlanan bir kartopu gibi büyümüş ve siyaset için önemli bir aktör haline gelmişti. DP’nin tarımsal kapitalizmiyle ağır yoksulluğa itilen, şimdi sanayi burjuvazisinin işgücü ordusu olarak doğdukları ve birçoğunun hiç dışına çıkmadığı köylerinden kopup büyük kentlere akın eden köylüler, geleneksel yaşamın sıla-gurbet nostaljisi yerine gerçek hayatın, karşısında tam korunaksız kaldıkları kentteki kapitalist sömürünün soğuk yüzüyle karşı karşıyaydı. Kemal Tahir, Anadolu kırının çözülüşüne dair ufuk açıcı bir hikâye anlattığı “Körduman” romanında (*) köy ekonomisinden dışlanmış, hırsız bir köylünün ağzından şöyle konuşur: “Bizim köylümüz doğru lafa güler de masallara ağlar”. İşte o köylüler, artık büyük kentlerdeki işçi ordusunda, kapıcılıkta, müstahdemlikte, çöpçülükte, şoförlükte, pazarcılıkta, tablacılıkta, işsizlikte sınana sınana, masallara değil de gerçeklere kulak vermeye başlamıştır. İşçilerin, işbirlikçi Türk-İş’ten DİSK’e geçmesini önlemek için yapılan mevzuat düzenlemesini durdurmak için yapılan 15-16 Haziran 1970’teki büyük direnişin ardından, 70’lerin ilk yarısı giderek güçlenen iki sınıfın, sanayi burjuvazisi ile işçi sınıfının arasındaki mücadeleyle geçti böylelikle. Askerlerin 1971’deki müdahalesi, gençlik önderlerinin darağacında katledilmesi, işçi önderlerinin, sendikacıların, aydınların işkenceyle hapsedilmesi bu mücadeleye ilişkin açık bir tutumdu. Ordu, burjuvazinin yanındaydı. Ama işçilerin, gençliğin ve aydınların direnci kırılamadı. Marksizme yönelen ve büyük devrimci gruplara dönüşen gençlik hareketi, “Köylüye toprak herkese iş” sloganıyla büyüyen Türkiye İşçi Partisi, DİSK’in işçi sınıfı içinde 1970’ten itibaren katlanarak büyüyen etkisi ve mücadeleci sendikal anlayışı, ezilen sınıfları burjuvazi ve orduya karşı direngen bir güç olarak tutmaya devam etti. 1976’ya kadar birleşik ve kitlesel 1 Mayıs kutlamalarına izin verilmemesi, bu mücadelede işçi sınıfına karşı takınılmış açık bir tutumdu. Ama işçi sınıfının büyüyen politik gücü karşısında burjuvazi ve siyasal iktidar, 1976’da 1 Mayıs’ın kitlesel kutlanmasına engel olamadı. O yıl İzmir’de yüzbinlerce işçinin katılımıyla gerçekleştirilen görkemli 1 Mayıs mitingi, Türkiye’nin geleceği için başka seçenekler de olduğunu gösteren bir siyasal mesajdı aynı zamanda.
…Hakkı ÖZDAL'ın Gazete Duvar'daki yazısının tamamı için TIKLAYIN