Mustafa Durmuş – Diğer Yazıları
Meclis’teki dört siyasal parti yenilenen seçime gidilirken seçim bildirgelerini bir kez daha açıkladılar.
Beklendiği gibi yeni bildirgeler öz itibariyle öncekilerden farklı değiller. Emek ve ekonomi alanında milyonlarca emekçi seçmenin olduğu kadar sermaye çevrelerinin de asıl ilgilendiği konuların başında “asgari ücretin yükseltilmesi talebi” geliyor. MHP ve CHP eski talepleri olan sırasıyla 1,400 TL ve 1,500 TL’yi korurken, HDP, önümüzdeki enflasyonist süreci dikkate almış olsa gerek, önceki önerisini 200 TL artırarak, asgari ücretin net 2,000 TL’ye çıkartılmasını istiyor.
“Asgari ücretin düzeyinin ne olması gerektiği” sorusu, işçinin patrona olan maliyeti, devletin vergi gelirleri ve Türkiye’deki milyonlarca işçi ve onların ailelerinin verdikleri yaşam mücadelesi açısından olduğu kadar, toplum etiği açısından da son derece önemli.
Diğer taraftan neden “asgari ücretin ne kadar olacağını” tartıştığımız gibi, “çok yüksek gelir elde edenlerin gelirlerini” de tartışmıyoruz ve “o gelirlere bir üst sınır konulması” talebinde bulunmuyoruz? Toplum etiği açısından gelirin asgari bir düzeyin altına inmemesi kadar, belli bir düzeyin üzerine çıkmaması da önemli değil midir?
Britanya İşçi Partisi’nin yeni seçilmiş solcu lideri Jeremy Corbyn bu yönde bir adım attı ve geçen ay kendisi ile yapılan bir söyleşide, özellikle de finans sektöründeki üst düzey yönetici gelirlerinin yüksekliğinden hareketle, bu gelirlere bir üst sınır getirilmesi gerektiğini söyledi. Beklenildiği gibi, sermaye çevreleri kadar, sağcı basın ve ana akım düşüncenin de yazılı ve sözlü saldırısına uğradı.
Bu konuda yazılmış iki kitabı olan Pizzigati’ye göre[1] yüksek gelirlere üst sınır getirmek toplumun iyiliği için gerekli. Nasıl ki trafikte aşırı hız yasağı ya da avcılıkta av sınırlaması toplumun ve doğanın iyiliği için gerekliyse, üst gelirlere sınır getirilmesi de toplum iyiliği ve toplumsal barış için gerekli.
En zenginin vergi oranını % 100’e çıkartmak!
Gelire üst sınır koymanın en kestirme yolu, vergilemeyi düşük gelirliler lehine olmak üzere yeniden bölüşüm aracı olarak kullanmak. Yani belli bir düzeye ulaşan gelirlere uygulanan gelir vergisini % 100’ e çıkartmak. Böylece gelirin bu düzeyi aşan kısmına kamu adına el koymak.
Diğer yandan “yeni özel sektör yatırımlarının yapılmasını önleyeceği”, “vergi kaçakçılığını teşvik edeceği” ya da “zenginlerin politik güçlerini kullanarak böyle bir vergi düzenlemesine izin vermeyecekleri” gibi savlardan hareketle böyle bir vergilemenin ütopik bir şey olacağı ileri sürülebilir.
Ancak, şu anki egemen düşünce biçimi olan, “yatırımların sadece özel firma ya da bireyler tarafından yapılabileceği” düşüncesi piyasacı kapitalist üretim tarzı içinde geçerli olabilecek bir düşüncedir. Oysa alternatif yatırımlar; merkezi devlet, belediyeler- yerel yönetimler ya da kooperatifler biçimlerinde, demokratik bir planlamaya bağlı olarak, işçi ve emekçilerin kontrolü altındaki bir üretim ve özyönetim modeli altında hem daha verimli, hem daha çevreci, hem de bölüşüm anlamında daha adil olarak yapılabilir. Bunun için kapitalist ideolojinin düşüncemize koyduğu sınırlardan kurtulmak yeterli.
Ayrıca tarihe bakıldığında böyle önerilerin kapitalist ülkelerde gündeme getirildiği, hatta fiilen uygulandığı görülür. Örneğin ABD’deki “Büyük Depresyon” döneminin devlet başkanı Roosevelt 1942’de 25,000 doları (bugünün yaklaşık 365,000 dolarına denk) aşan gelirlerin % 100 vergiye tabi tutulmasını önermişti. Nitekim 1944-1964 döneminde ABD’de yıllık 400,000 doların üzerindeki gelirlere % 90 oranında federal gelir vergisi uygulandı[2]. Yüksek vergiler 1979’a kadar devam etti[3]. Bu dönemin Amerikan işçi sınıfının göreli yüksek refahı açısından ABD kapitalizmi tarihinin tek istisnai dönemi olduğu genel olarak iktisatçıklarca kabul ediliyor ve bu döneme ‘Altın Çağ’ adı veriliyor.
Kamu görevlileri olarak nitelendirilen, başbakanlar, milletvekilleri, memurlar- bürokratlar ya da belediye başkanlarının maaşlarına bir üst sınır getirilmesi talebi ise 1871 Paris Komünü’nden bu yana zaman zaman dile getirildi ve bazı L. Amerika ülkelerinde ve Küba’da uygulandı.
“Kapitalizmin neden olduğu gelir ve servet bölüşümü eşitsizliğinin onu çöküş noktasına getirdiğini”, yazdığı ve çok popüler olan kitabında[4] ortaya koyan Keynesyen iktisatçı T. Piketty’e göre de, eşitsizlikler sadece iki büyük dünya savaşı, krizler ve sosyal devlet dönemlerinde bir miktar azaldı. Zira bu dönemlerde de en yüksek gelir vergisi oranı % 90’a kadar yükseltildi.
Gelir/servet birikimi hegemonya aracı
Gelir, servetin önemli kaynaklarından birini oluşturuyor. Servet ise içinde yaşadığımız toplumda ezilenler üzerindeki ezen hegemonyasının en önemli aracını oluşturuyor. Yüksek servet gelirleri olanlar sadece ekonomik ve sosyal alanda yoksullarla arayı açmıyor, politik alanda da yasaları, kuralları ve düzenlemeleri belirleyebiliyor. Yani gelir ve servet zenginleri, devleti kendi varlıklarını ve güçlerini pekiştirmede araç olarak kullanıyorlar.
“Gelirin azami düzeyinin ne olması gerektiği”, kuşkusuz ülkenin milli gelir düzeyine, bu gelirin bölüştürülmesindeki adaletsizlik ve eşitsizliğin büyüklüğüne ve gelirin kaynaklarına göre ülkeden ülkeye farklılaşabilir. Ancak Türkiye’de, işe aylık net 1000 TL’yi ancak bulan “asgari ücretin kaç katı gelirin azami gelir olarak belirlenmesi” sorusu ile başlanabilir.
Gelire bir üst sınır konulabilmesinin politik zorlukları ise ortada. Bunun için gerçekten emekçi halkların çıkarlarını savunan bir siyasal programa ve bunu hayata geçirmeye kararlı bir siyasal iradeye ihtiyaç var. Diğer taraftan, kalıcı ve nihai bir çözüm olmasa da, belli düzeydeki gelirlerin yukarıda önerildiği gibi vergilendirilmesiyle elde edilecek vergi gelirleri, emekçilerin, yoksul köylü ve küçük üreticilerin ve milyonlarca işsizin, gençlerin ve kadınların refah düzeyini biraz da olsa artırmada ve bölgesel gelişmişlik farklılıkları gibi diğer sorunların hafifletilmesinde araç olarak kullanılabilir.
Böyle bir ‘yeniden bölüşüm’ işini despotik bir devlet yapılanması altında yapabilmek çok zor. Bir yandan sermayenin gücünü frenleyen politikalar hayata geçirilirken, aynı zamanda devletin de işçi sınıfı ve emekçilerin kontrolü altında yeniden yapılandırılması, demokratikleştirilmesi gerekiyor. Bunun için “yerelden-yerinden demokrasi” gibi biçimler yeniden gündeme alınabilir.
Bu yol toplumun büyük bir kesiminin yoksulluğunu azaltabilecek, refah düzeyini artırabilecek ve insanımızı biraz olsun rahat ettirebilecek bir yol ve buna ait yukarıda önerildiği gibi bir kaynak var. Eksik olan uzanıp onu alacak bir örgütlü güç ve irade.
[1] Tom Pizzigati (2004), Greed and Good: Understanding and Overcoming the Inequality that Limits Our LivesThe Rich Don’t Always Win: The Forgotten Triumph over Plutocracy that Created the American Middle Class, 1900-1970.
[2] Tom Pizzigati, “Do We Need a Maximum Wage?”, http://inequality.org/debate-maximum-wage, 25.09.2015.
[3] Richard D. Wolff, “Why Taxing the Rich Makes Sense”, http://mrzine.monthlyreview.org, 02.03.11.
[4] Thomas Piketty, Capital in the Twenty-First Century, (Translated by Arthur Goldhammer), The Belknap Press of Harvard University Press, 2014.