Orta yolculuk, her zaman geçer akçedir. Haksızın haklıyla, güçlünün güçsüzle, ezenin ezilenle, katilin maktulle, varsılın yoksulla kavgasında makas farkı ne kadar açılırsa açılsın… Orta yolculuk her zaman geçer akçedir. Bir katliam, yeryüzünde vicdana dair akla gelen ne varsa her şeyi yok ederken dahi birileri vardır ki işaret parmaklarını kaldırıp size orta yolu gösterirler. Güçlü olan, hakkın sınırlarını çizerken, sizden o sınırlar dahilinde kalmanız beklenir. Orta yoldan anladıkları budur: Muktedirin belirlediği esnek kurallar dahilinde kalmak. Kanınız, vicdanınız, hakkınız değil; orta yolculuk geçer akçedir.
Filistin’de on yıllardır süren bir kavga, bir kurtuluş mücadelesi var. Son olarak işgalci İsrail güçleri, Ekim ayından itibaren Gazze’de hiçbir sınır tanımadan akıl almaz bir katliam örgütlüyor. Emperyalistlerin garantörlüğünde kan, uluslararası hukuku hiçe sayarak akmaya devam ediyor. Taraflar arasında gerek askeri, siyasi, diplomatik, ekonomik güç, gerekse haklılık açısından mahşeri bir dengesizlik var. Buna karşın Filistin’den bahseden burjuva-liberal kalemler sanki taraflar arasındaki tüm koşullar dün olduğu gibi bugün de eşitmiş gibi yaklaşıyor.
Hiçbir söz, insanların aylardır günaşırı, göz göre göre parçalara ayrıldığı, dört tarafı çevrili bir adada yaşananları anlamaya yetecek güçte değil. Biz de bugün ne kadar dil dökersek dökelim, ne kadar ‘farklı açılara’ ulaşmaya çalışırsak çalışalım, Gazze’nin yaşadığı yıkımın boyutunu ve bu yıkımın ne ifade ettiğini kolay kolay anlayamayacağız. Fakat orta yolcuların bulandırdığı sularda karşılaştığımız açmazlar kafamızı karıştırıyor: Bir soykırım gözler önünde gerçekleşmekteyken bunu ne önleyebilir? Gücü olan her şeye muktedir midir? Vicdan nedir? ‘Vatan’ tam olarak nereye denir?
Gazze’de yaşananlar üzerine düşündüğümüz bu sorular, Filistin’in en büyük şairlerinden Mahmud Derviş’in (1941 – 2008) de zihnini bir ömür boyunca meşgul eder. Gazze İçin Sessizlik, Alışılagelmiş Hüznün Günlüğü(1) isimli denemesi bize sadece şairin düşüncelerini aktarmakla kalmıyor, aynı zamanda Filistin’e ait bir yolu tanımlıyor. Derviş bu kitabı 1973 yılında kaleme almış olmasına karşın, verdiği cevaplar, yaptığı tespitler Filistin mücadelesi sürdükçe işlevini koruyacak nitelikte. Çünkü güncel olaylardan ziyade ‘vahşet’, ‘sürgün’, ‘vatan’, ‘katliam’ ya da ‘uluslararası kamuoyu’ gibi kavramlara odaklanıyor. Biz de bugün Filistin’i Derviş’in sözleri üzerinden giderek anlamaya çalışalım.
Vatan nedir?
Her ulusal kurtuluş mücadelesinde ‘vatan’ kavramı, verilen mücadelenin tanımı gereği ön plandadır. Fakat Filistin’de bu kavram daha çetrefilli tanımları karşımıza çıkartır. Nakba(2)’da toprağından sürülen ve on yıllardır başka ülkelerde kamplara sıkışık hayatlar süren bir halk için vatan neresidir? Ya da sürgünden dönüp işgalcilerin ‘vatan inşasını’ on yıllar boyunca izlemek insanda nasıl bir aidiyet hissi yaratır? Siz kendi vatanınızda vatandaş değilken, dünyanın herhangi bir yerinden gelen Siyoniste anında vatandaşlık verilmesi neler hissettirir?
“Harita bu sorunun cevabını veremez. Dile kolay ‘Vatanım… Doğduğum yerdir…’ demek. Doğduğun yere dönüp de hiçbir şey bulamadıysan ne oluyor?” sözleriyle tanımın zorluğuna dikkat çeken Derviş, devamında neden meseleyi ‘ecdat toprağına’ bağlamak istemediğini de çarpıcı bir sebeple açıklıyor: “Peki niye ‘Vatan ecdadımın yaşadığı yerdir’ demekten korkuyorsun? Çünkü hasımlarının savunduklarını reddediyorsun. Onlar öyle diyorlar.”
‘Kumun avukatlığını yapmıyorum’
Bugün olduğu gibi dün de Filistin tarihine dair pek çok ses, yarım yamalak bilgilerle bu halkın bir toprağı ne kadar hak edip etmediğini tartışıyordu: “Araplar topraklarını sattılar” ya da “Bu kadar çok sevselerdi topraklarını o zaman terk etmezlerdi” diyenlerin ‘vatan’ okuması alıştığımız ithamlar. Onlara dair her şeyden önce şunları söylüyor: “Vatan ne midir? Bir ananın vatanı çocuğudur, bir çocuğun vatanı da anası. ‘Filistinliler topraklarını satıp göç ettiler’ dost düşman herkes böyle söyler. Ölüm boşuna olmadıkça şehit olunmaz. Silahsız bir halktan ölümü beklemek, vatan mefhumu için sağlıklı bir tanımlama değil. Buna ne savaş denir ne de mücadele; bu kıyımdan başka bir şey değil. Şimdi Filistinlileri vatanlarını sattı diye suçlayanlar, o zaman orada kalmayı ihanet, savaşı eğlence, göçü de gezinti sanıyorlardı.”
Meseleyi tek bulandıran şey ‘toprak satma’ miti değil. Sıkça şunu duyuyoruz: “Filistin daha önce sadece bir ‘çöldü’, ancak Siyonistler burayı çöl olmaktan ‘kurtardı’ ve böylece onu ‘vatan’ yaptı”. Yine ‘kıymet bilmezlik’ başlığı altında yapılan bir vatan tanımına bu sefer ‘doğa’ dahil ediliyor. Derviş ise bu konuya dair “Filistin hiçbir zaman çöl olmamıştı. Benim bu toprağa ait olup olmadığımı sorgulayamazsın. Bahçelerin ve kumun avukatlığını yapmıyorum. Kumun suya hakkını, ağaçların yeşilliğe olan hakkını savunmuyorum. Ülkem önceden anlattığınız gibi çölden ibaret olsaydı, sen onu işgal etmezdin, onu yakmak, beni de def etmek için gelmezdin” sözleriyle yanıt veriyor.
‘Hak, güçle birleşmedikçe’
Eşitsiz koşullar altında yaşanan bir çatışmada, tanımların dengesini, tutarlılığını koruması beklenebilir mi? Derviş’in ‘vatan’ tanımına ulaşmaya çalışırken ‘güce’ kilit bir önem verdiğini görüyoruz: “Köye beş dakikalık bir mesafede hâlâ Akka’dan Safad’a giden bir yol vardır. Senin için bu yol değil, gurbetin olan toprağı, vatanının toprağından ayıran bir sınırdır. Yolun güney tarafında kalan babana ve dedene ait tarlaları şimdi Yemen’den gelen Yahudi göçmenler ekip biçiyorlar. Ülkeye girmeden önce onlar için ve çocukları için her şey düşünülmüştü. Aynı anda senin de geleceğini belirlediler. Ancak onlar vatandaş oldu, sen mülteci. Ayaklarını vatanının toprağına bastığında seni mahkemenin önüne sürüklüyorlardı, mahkemeden de sürgüne. Hakkını savunduğunda ise seni bazen düşmanlıkla, bazen de gerçek dışı olmakla suçluyorlardı. İşte o an vatanın ne demek olduğunu bir kez daha anlarsın, hakkın ve toprağın uğruna ölmeyi göze olmak olduğunu anlarsın. Vatan sadece toprak değildir, hak ve topraktır. Senin hakkındır ama toprak onlarda. Toprağa zorla el koymuşlar ve şimdi de elde edilmiş bir haktan bahsediyorlar. Hak dedikleri, tarih ve anılardan ibarettir oysa. Toprak ve güç onlarda. Sende ise güç yok. Hem tarihini hem toprağını hem de hakkını kaybettin. (…) Hak güçle birleşmedikçe, onun boş bir hayalden başka bir şey olmadığını bir daha anlamış oluyorsun. Güç ise en akıl almaz hayalleri bile gerçeğe dönüştürebilir.”
Yani sırf güce ve kaba kuvvete dayananlar, sadece kendi ‘vatan’ tanımlarını inşa etmekle kalmıyorlar; aynı zamanda başkasının da o ‘ilişkiyle olan ilişkisini’ tayin edebiliyorlar: “Sadece toprağına ve işine el koymadılar, aynı zamanda zihnini, iç dünyanı, senin vatanla arandaki bağı da o kadar zapt ettiler ki kendine vatanın ne demek olduğunu sorar oldun.” Peki güçlü olanın belirleyiciliğini kabul etmek, teslimiyet midir? Dünya, güçlülerin dünyasıysa zayıfın elinde kalan bu durumu kabullenmek midir? İlk bakışta Derviş’in böylesi bir noktaya savrulduğunu düşünenler olabilir.
Ancak kendisi, varlığı da vatanı da mücadelenin ta kendisiyle eşleştirir. Nihayet ‘vatan nedir’ sorusuna şu yanıtı verir: “Sorunun cevabı kavgadır. Kavga ediyorsun. Eğer kavga ediyorsan, oraya aitsin demektir. (…) Filistin öyle ya da böyle vatanın kalacaktır… Harita, katliam, toprak ve düşünce ile. Vatanındır. Hançerle de olsa onlara ait olduğuna inandıramazlar seni.”
İçinde bomba olan bir portakal: Gazze
Derviş’in kurduğu bağlara, yaptığı çıkarımlara verilebilecek en yerinde örnek Gazze’dir. İşgalcinin sıkıştırdığı ufacık bir adada, tüm hayati ihtiyaçların işgalci tarafından denetlendiği bir yer Gazze. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Varşova Gettosunu andıran, milyonlarca insanın alt alta, üst üste yaşadığı yer Varşova Gettosundan çok daha uzun bir süredir toplama kampı koşulları altında yaşıyor.
Derviş’in Gazze’ye dair yazdıklarını, eğer yazarından ve yazıldığı tarihten yalıtıp okusaydık, muhtemelen bugün yaşananlara dair yazılmış bir metin zannederdik. Ancak bundan yarım yüzyıl önce yazılmış olduğunu bilmek, sadece şaşırtıcı değil, aynı zamanda Derviş’in haklılığını bize gösteriyor:
“Gazze’de değerler değişir. İşgal altında olan bir insanın tek değeri ihtilal ve direnişe ne kadar muktedir olabildiğidir. İnsanlar orada tek bir konuda birbiriyle yarışır. Gazze bu asil ve acımasız değere sahip çıkıp kendini tamamen ona adamıştır. O değeri iyi biliyor, çünkü onu kitaplardan öğrenmedi, alelacele düzenlenen derslerden öğrenmedi, çığırtkan propaganda megafonlarından öğrenmedi, marşlardan öğrenmedi. Bilgisi tecrübeye dayanıyor. Sadece tecrübeye ve gösterişten ve imaj yaratma kaygısından uzak eylemlere. Gazze silahlarıyla, yıkıcı ruhuyla, kaynaklarıyla böbürlenmez. Acı etini takdim eder, hür iradesiyle çalışır, kanını döker. Gazze belagat ve süslü laf nedir bilmez. Gazze’nin gırtlağı yok… Teninin gözenekleri konuşuyor damarla, kanla ve ateşlerle. O yüzden düşman ondan ölümünü isteyecek kadar nefret eder ama bir de ölüm kadar ondan korkar. Onu denizde, çölde veya kanda boğmak için can atar. Bundan dolayı akrabaları ve dostları onu imrenerek ve hatta korku duyacak kadar seviyorlar. Çünkü Gazze gaddar bir derstir herkese, hem düşmanlarına, hem de dostlarına parlak bir ibret örneğidir. Gazze çok güzel bir şehir değil. Denizi diğer Arap sahillerinin denizinden daha mavi değil. Portakalı Akdeniz havzasının en güzel portakalı da değil. Gazze çok zengin bir şehir de değil. Balığı var, portakalı var; kum ve rüzgarın dağıttığı çadırları, alabilene satılan kaçak mal ve malzemeleri. Ne çok gelişmiş ne de çok büyük bir şehir. Ama bir ümmetin tarihi kadar azizdir. Çünkü düşmanın gözünde en çirkini, en fakiri, en sefili ve en kötüsüdür… Çünkü aramızda düşmanın gönül rahatlığını ve huzurunu bozabilecek en büyük güce sahip olan odur. Çünkü onun kabusudur Gazze. Çünkü içinde bomba olan bir portakaldır Gazze.”
Gazze’de orta yolcuların işaret ettiği sınırlar, nesillerdir devam eden gaddarlığın kabulüydü. Hâlâ da öyle. Orta gibi görünen yer, eşitsizlik söz konusu olduğunda çubuk ister istemez ezenden yana bükülüyor. Derviş bu noktada Gazze’nin kendine has şartları ve kendine has yıkıcı bir ruhu olduğunu şu sözlerle açıklıyor:
“Gazze’nin üzerinde pazarlık yapan simsarlar zararlı çıkarlar. Her Arabın değerini bilmediği ahlaki bir hazinedir Gazze. Gazze’yi güzel yapan başka bir şey de, seslerimizin oraya ulaşmamasıdır. Hiçbir şey onu meşgul edemez. Düşmanın yüzüne yapışmasını hiçbir şey engelleyemez. Onu hiçbir şey alakadar etmez: Ayın henüz keşfedilmemiş doğu yüzünde yahut Merih’in henüz keşfedilmemiş batı yüzünde Filistin devletini kurmak da onun idare şekli de, millet meclisindeki koltuk dağılımı da… Bütün bunlar onu asla alakadar etmez. Her şeyi reddetmeye hazırdır. Açlık ve ret. Susuzluk ve ret. Dağılmışlık ve ret. İşkence ve ret. Ambargo ve ret. Ölüm ve ret. Düşmanlar Gazze’yi alabilirler. Dalgaları dağ gibi bir deniz küçük bir adayı yutabilir. Ağaçlarını kesebilir. Kemiklerini kırabilir… Tanklarını çocukların ve kadınların karınlarına ektiler ve onları denize, kuma ve kana attılar. Ancak: Yalanları tekrarlamayacak. İşgalcilere evet demeyecek. Her zaman bir bomba gibi patlayacak. Ölüm değil, intihar değil. Gazze’nin yaşamaya ne kadar layık olduğunu böyle gösterir.”
‘Güçlü olan medenidir, zayıf olan barbar’
Gazze bugün tam da Derviş’in anlattığı şekilde, anlattığı nedenlerle patlamaya, kanını ve etini sunmaya devam ediyor. Onun ‘değerini’ ve ‘tercihlerini’ anlamak için burjuva liberallerin çeşitli yüzlerle kendisini gösteren orta yolculuklarına çizgi çekmek gerekiyor. Farklı koşulların farklı gerekliliklerini, tercihlerini anlamaya buradan başlamalı.
Kimileri gelip dünya kamuoyu adı altında ‘şiddetin her türlüsü…’ diye sözlerine başlayacak, ‘…böyle yaparsan sen de düşmanına benzersin…’ diye devam edeceklerdir. Bu sözlerle güçlü olana sınır yaratma hakkı verilirken, başka katiller gelip sana ‘insanlık’ ve ‘vicdan’ dersi verecektir. Hem Filistin’e hem de diğer ‘Filistinlere’ yaklaşırken heybemizde taşıdığımız değerlerin kime ait olduğunu iyi seçmemiz gerekiyor. Son sözü Derviş’e bırakalım:
“Güçlü olan medenidir. Zayıf olan barbar. Tarih, yargıç olamaz. Tarih bir memurdur. Kızılderililer işgalcileri hezimete uğratsaydı ne yazarlardı acaba? Medeniyet ve kültür konusunda yarışanlar çoğu zaman katillerin ta kendileri oluyor… Katiller. Bu üçlüye bir bakın: İlki, geçmişinde bütün bir halkı yok etti, şimdi de Güney Asya’da hem bir halkı hem o halkın toprağını yok ediyor. Diğer yandan uygarlığın büyük simgesi olan atom bombasını, dünyanın insan dolu sokaklarında patlatıyor. Şimdi benden, insanlık meydanından ve yeryüzünden çıkmamı istiyor, çünkü ben bir teröristmişim. (…) Peki, bu meşhur dünya kamuoyu kimdir? Biz bu terimi mecazi olarak kullanıyoruz. Eğer bu dünya kamuoyu, iç içe geçmiş menfaat ve inançları doğrultusunda belli birkaç kişi tarafından yürütülen yayın organlarından ibaretse biz adalet talep ediyoruz. Bu kamuoyunu neden bu kadar kutsal bir hale getiriyoruz? Gerçek kamuoyunu -insan vicdanını- ne görüyoruz ne de duyuyoruz. Çünkü ‘dünya kamuoyu’ denilen bu medya kuruluşları insan vicdanını boğarak öldürdü. Şimdi de, tahrif ettiği yalancı vicdanı önümüze koyuyor.”
NOTLAR:
(1) Özgür Yayınları, Arapça aslından çeviren: Hakan Özkan
(2) Filistinlilerin 1948’de topraklarından edilme süreçlerinin başlamasıyla özdeşleşen tarihi gün.