Mustafa Durmuş – Paris katliamı kaçınılmaz bir biçimde G-20 Liderler Zirvesi’ne damgasını vurdu ve “küresel terör” ve “IŞİD ile mücadele” gibi konular gündem maddesi haline geldi.
Paris katliamı kaçınılmaz bir biçimde G-20 Liderler Zirvesi’ne damgasını vurdu ve “küresel terör” ve “IŞİD ile mücadele” gibi konular gündem maddesi haline geldi.
Zirve sırasında özel bir görüşme yapan Erdoğan ve Obama ise “terörizme karşı ortak mücadele verilmesi gerektiğini, ancak böyle bir birlikte mücadele ile küresel terörizmin yok edilebilmesinin mümkün olduğunu” açıkladılar.
Acaba bu açıklamanın gerçek hayatta ne kadar karşılığı var?
Hatırlayalım, Fransa’da gerçekleşen Charlie Hebdo saldırıları sonrasında 40 dünya ülkesinin lideri Paris’te kol kola girip bir terör karşıtı yürüyüş yapmıştı. Aynı gün, El Kaide gibi örgütlerle mücadeleye öncelik vereceklerini ve bu konudaki kararlılıklarını açıklamışlardı.
Ama uygulama böyle olmadı. Örneğin ABD, IŞİD Suriye’de yeni mevzileri ele geçirdiğinde bunun Esad’ı yıpratacağı inancıyla IŞİD’in ilerlemesine sessiz kalırken, Türkiye’nin Suriye’deki cihatçı örgütlerle ilişkisi hiçbir zaman onlarla mücadele biçiminde yürümedi. Kaldı ki Türkiye mücadele edilecek terörist örgütler listesine fiilen IŞİD ile savaşan YPG’yi de alıyor. IŞİD ile kıyaslandığında bu örgütü daha tehlikeli buluyor.
Her iki lider de, tıpkı diğerleri gibi, bizlerin dünyaya kendi gözlükleriyle bakmamızı istiyor. Onlara göre ortada küresel çaptaki terörist saldırılarla giderek artan bir “küresel güvenlik sorunu” var. Bu sorun da ancak terörün başının ezilmesiyle çözülebilir. Yani çözüm yolu olarak, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, askıya alınması, hatta ortadan kaldırılması pahasına da olsa askeri yöntemlere başvurulması, ülkelerin bombalanması, yaygın gözaltılar ve tutuklamalar öneriliyor.
Yani bu son trajedi bir hayırlı işle, dünyayı yöneten Batılı devletlerin insanlığı IŞİD vb kanlı örgütlerden kurtarmaya dönük bir politikaya dönüş yapmaları ile sonuçlanmayacak gibi gözüküyor. Ya da öyle olsa dahi bunun dünya halkları için ağır bir bedeli olacak. Terörizm ile mücadele gerekçesiyle küresel çapta Orwell’in 1984 adlı distopyasında nitelediği polis devletlerine geçişin ideolojik alt yapısı olgunlaştırılıyor, hazırlığı yapılıyor.
Aslında bu yöndeki uygulamalar fiilen başlatıldı ve örneğin Paris katliamının hemen ardından ilan edilen olağanüstü hal ile Fransa’nın sınırları kapatıldı, Paris sokakları tamamen boşaltılarak, ağır silahlarla donatılmış askerlere, polislere, SWAT timlerine terk edildi. Konutlara her hangi bir mahkeme kararına gerek duyulmaksızın “terörist tehlikesi” gerekçesiyle, arama yapmak üzere girilebiliyor, önleyici tutuklamalar yapılıyor.
Saldırıdan bu yana her taraf Fransız bayraklarıyla donatılarak milliyetçi bir hezeyan yaratıldı. Bu arada aynı gün Beyrut’taki patlamada ölen 40 kişiye Fransız medyasında neredeyse hiç yer verilmedi. Böylece Fransızların hayatının Orta Doğuluların hayatından daha değerli olduğu mesajı da iletilerek milliyetçi duygular kabartıldı.
11 Eylül 2001’de ABD’deki İkiz Kulelere yapılan saldırıların ardından Bush Yönetimi ABD’de güvenlik sağlamak adına adeta terör estirmişti. Benzer uygulamaları geçen yılki Charlie Hebdo katliamının ardından Fransız devleti sergilemiş ve özellikle de ülkedeki milyonlarca Müslüman Arap başta olmak üzere göçmenlerin hayatını cehenneme çevirmişti.
Ancak sonuç değişmedi. Bu kez Orta Doğu’da kendini bir devlet olarak ilan eden ve işin gerçeği, ordusu, topladığı vergiler, diğer maddi kaynakları ve yaşam tarzı üzerindeki kesin hâkimiyeti ile Birleşmiş Milletler Örgütü’ne üye ülkelerin yarısından fazlasından daha güçlü bir devlet görünümü sergileyen bir İslami Cihat Örgütü, IŞİD, Paris’te iki gün önce gerçekleştirdiği katliam ile “her an her yerde, her biçimde insanları kitle halinde imha edebileceği” mesajını verdi. Yani 2001 yılından bu yana güvenlik adına alınan onca anti-terör önlemine rağmen küresel terör azalmadı, daha da güçlendi.
O halde sorun, askeri yöntemlerle ya da sözü edilen “terörizmle ortak mücadele yöntemleriyle” çözülemeyecek kadar derinde olmalı.
Sorunun kaynağında ne yatıyor? Kuşkusuz bu konuda sayısız faktör ileri sürülebilir ve bunlara bağlı olarak bir sorgulama yapılabilir. Burada sadece iki ülke (Fransa ve Türkiye) üzerinden bir küçük çözümleme yapmakla yetineceğim.
Bu sorunun nedenlerini tartışırken, Fransa’da yıllarca ekonomik, sosyal ve politik olarak dışlanan, baskılanan ve ötekileştirilen, bu nedenle de IŞİD ya da El Nusra gibi örgütlerin potansiyel militan kaynağı haline gelen genç Müslüman Arapların duygularını ve tepkilerini görmezden gelmek mümkün değil. Yıllardır Fransız burjuvazisi ve devleti bu kesimleri de içermektense, dışlayıcı bir politika izleyerek onların bu tür örgütlerine kucağına itilmesine yardımcı oldu.
Ayrıca kolonyalist bir geçmişe sahip Fransa, özellikle de Sarkozy’nin 2007 yılında başkan seçilmesi ve ardından Fransa’nın 2009 yılında NATO üyeliğine geri dönmesiyle hem Kuzey Afrika’da hem de Orta Doğu’daki emperyalist savaş ve yağma politikalarının bir parçası haline geldi.
Libya ve Irak başta olmak üzere bu ülkelerde Fransız savaş uçaklarıyla bombalanarak öldürülen Arapların karşı karşıya kaldığı bu muamelenin farkında olarak, Batıdaki diğer Araplar ve bazı Müslümanların kızgınlıklarının, öfkelerinin, yanlış bir biçimde, böyle bir zulmü Batının insanlarının da yaşamalarını istemiş olmalarını da düşünebiliriz. Böyle bir sağlıksız ruh hali onları son saldırıda da görüldüğü gibi insanlık düşmanı bir katliamın uygulayıcısı, lojistik destek sağlayıcısı yapmış olabilir. Kuşkusuz bu gerekçelerin hiç biri, masum insanlara yönelik olarak gerçekleştirilen böyle insanlık dışı alçakça bir katliamı haklı gösteremez. Ama burada yapılan bu saldırıda kullanılanların hangi saiklerle hareket ettiğini anlamaya çalışma çabasıdır.
Türkiye’de bundan altı hafta önce IŞİD tarafından gerçekleştirilen ve 102 insanımızın ölümü ve yüzlercesinin de yaralanmasıyla sonuçlanan katliamın ana nedenlerinden birinin Türkiye’nin son dönemlere kadar izlemiş olduğu Suriye politikası olduğu inkâr edilebilir mi? Bu savaşta Esad’ın devrilmesi için cihatçı örgütlere açık, örtülü, maddi, manevi her türlü desteğin sağlandığı yönünde sayısız iddia mevcut.
Terör saldırıları emperyalist savaşlarla artıyor…
Terörün küresel çapta hızlanması ve terör örgütlerinin faaliyetlerindeki tırmanma, aslında son 14 yıldır başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist devletlerin ve uluslar arası sermaye güçlerinin uygulamış olduğu savaşçı politikaların da bir sonucu.
Bunu verilerle doğrulatmak mümkün. Öyle ki uluslar arası terör özellikle 2002 yılında Afganistan ve 2003 yılında Irak’ın ABD ve diğer Batılı devletlerce işgal edilmesiyle tırmanışa geçiyor. Örneğin 2000 yılına kadar terör olaylarında ölen insan sayısı toplamda 1000’in altında iken, bu sayı 2001 yılında 3,500’ü, 2005 yılında 6,300’ü ve 2007 yılında 9,000’i buluyor. Bu rakamlara Irak dâhil değil. Tek başına Irak’ta öldürülen insan sayısı, 2005 yılında 8,000 ve 2007 yılında 13,000 olmuş[1]. Kısacası Afganistan ve Irak savaşlarıyla birlikte dünya çapında terörist saldırılarda ölen sayısı 2000 yılından sonra 20 kat artmış.
Bir de devletlerin terörizm ile mücadele adı altında yürüttükleri savaşlarda ölenler var. Bunların tam sayısını bilmek mümkün değil. Örneğin son Paris saldırısının hemen ardından Fransız savaş uçaklarının, ABD ile birlikte Rakka’ya yaptığı bombalı saldırıda ne kadar IŞİD militanının ve ne kadar sivilin öldüğü bilinmiyor.
Çaresi, hastalığın kendisinden daha ölümcül olan seçenek…
Bu veriler Erdoğan – Obama ortak açıklamasının “çaresi hastalığın kendisinden daha ölümcül olan bir seçenek” sunduğunu ortaya koyuyor. Çünkü terörle savaşta ölenlerin sayısı terörün öldürdüklerinden çok daha fazla.
Bunun anlaşılması zor bir yanı yok. Zira Batının son derece gelişmiş ölümcül silahları, bir canlı bombanın öldürebileceğinden çok daha fazla bir öldürme kapasitesine sahip. Nitekim 2001 İkiz Kule saldırıları, 2002 Afganistan ve 2003 Irak savaşları sırasında ölümlerin sırasıyla, binde 28’i 11 Eylül saldırılarında, binde 40’ı Afganistan iç savaşı sırasında ve yüzde 95’i ABD ve Batılı diğer devletlerin bu iki ülkeye saldırıları sırasında gerçekleşmiş.
Keza 1980-2003 döneminde tüm dünyada 343 intihar saldırısı olmuş ve bunun % 10’u ABD ve Batılı diğer güçlere karşı gerçekleşmiş. Buna karşılık bu sayı 2004 yılında saldırı sayısı 2000’e fırlamış ve ABD ve Batılı güçlere karşı gerçekleşenlerin oranı % 91’e yükselmiş.
Yine 1968- 2006 arasında küresel çapta tespit edilen 648 terörist grup mevcut iken, bunların % 43’ü siyasal süreçlere katılarak kendini fesih ederken, sadece % 7’si askeri araçlarla yok edilebilmiş[2].
Sonuçlar aslında net. Terörle mücadele kısa vadede sonuç veriyormuş gibi görünse de, aslında uzun vadede yeni terör üretiyor. Hükümetler ise bir kısım ekonomik ve siyasal hedefleri nedeniyle terörle mücadeleyi abartılı olarak halka sunuyorlar. Bu bağlamda farklı etnisite ya da inanç grupları şeytanlaştırılarak, potansiyel terörist eğilimler taşıyan gruplar olarak toplumun önüne konulabiliyor.
Bu tür bir yaklaşımın demokratik hak ve özgürlükler, sosyal uyum, sosyal barış gibi toplumları bir arada tutan temel yapıları çökerteceği açık. Nitekim bugün özellikle de son Paris saldırısından sonra ve G-20 Zirvesinin ardından ortaya çıkan hava Orwell’in ünlü eserinde tanımladığı polis devletine geçişin masada olmasıdır.
Böyle bir otoriteryen yönelim devletlerin, güvenlik ya da terörizmle mücadele adı altında, alternatif maliyetleri de olan sınırlı sayıdaki ekonomik kaynağın giderek daha fazla bir biçimde polisin, ordunun, istihbarat faaliyetlerinin ve bunlara ait alt yapının sağlamlaştırılmasında, yenilenmesinde kullanılmasıyla sonuçlanacaktır. Böylece toplumsal refahın artırılmasında kullanılabilecek üretken kaynaklar giderek verimsiz alanlara kaydırılacaktır. Bu harcamaların yeni vergilerle ya da borçlanma ile karşılanması ise gelir ve servet bölüşümündeki adaletsizliğin bir kez daha güvenlik gerekçesiyle devlet eliyle daha kötüleştirilmesiyle neticelenecektir.
“Terörizmle mücadele” adı altında ayrıca işçilerin, mültecilerin ve göçmenlerin hakları ortadan kaldırılacak ya da en iyisinden bu insanların Avrupa içinde serbestçe dolaşmaları, iş aramaları ya da yaşam kurmaları önlenecek ya da kısıtlanacaktır. Böyle bir kısıtlama, artık kalıcı hale gelmiş küresel ekonomik durgunluk koşulları altında hayata geçirileceği için işler ekonomik olarak da kötüleşecektir.
Diğer taraftan terörizmle savaş ciddi bir endüstri haline gelmiş durumda. Örneğin Türkiye’de toplumsal olaylarda kullanılmak üzere üretilen ya da ithal edilen ve polis ve asker tarafından kullanılan silah, araç, teknoloji gibi ürünlere yapılan harcama güvenlik harcamaları içinde, ya da bir başka bütçeleme kalemi olarak cari hükümet alımları içinde önemli bir yer tutuyor.
Kuşkusuz bu ürünlerin üreticisi ve ithalatçıları da bu işten ciddi karlar elde ediyorlar. Bu alanda başta İngiliz firmaları olmak üzere, yabancı sermaye işbirliği söz konusu. Yerli sunucuların başında ise, birkaç gündür kapitalizm karşıtı söylediği bir sözle gündemde olan Ali Koç’un hissedarı ve mirasçısı olduğu Koç Holding geliyor.
Örneğin[3] Türkiye’de polisin toplumsal olaylarda kullandığı “Akrep” ve “Kobra’ların üreticisi olan Otokar, Koç Holding’e ait bir firma. Koç ayrıca polisin kullandığı “Torneo” otolarını Ford Otosan adı altında üretiyor.
Yine askeri amaçlı olarak kullanılan “Land Rover Jipleri” Tata Motors adlı bir Hintli şirketçe Türkiye’ye satılıyor. Bu üretim lisanslama işinde İngilizlerin Warwick ve Coventry Üniversiteleri de işbirliği yapıyor.
“Toma” ve” Ejder’lerin üreticisi ise Nurol Holding’in bir yan kuruluşu olan Nurol Makine. “Kirpi’lerin üreticisi ise, sahibi Ethem Sancak olan BMC. “Katmerciler” ise toma için pompa ve monitor üretirken, tomaların motorları Caterpillar’dan sağlanıyor.
“Biber gazı” ise Brezilya (Condor Techn.) ve Güney Kore’den (Dackwang) ithal ediliyor. Polisin kullandığı “Isuzu otobüsleri” ise Anadolu Holding’in sahibi olduğu Anadolu Isuzu tarafından üretiliyor. Polisin kullandığı kurşungeçirmez yelekler, kalkan ve iletişim araçları ise Vestguard adlı bir İngiliz firmasından ithal ediliyor.
[1] John Rees, John Rees takes a look behind the propaganda at the facts about terrorism, http://www.counterfire.org, 1 Dec 2014.
[2] Agm.
[3] “As Turkish police murder Kurds, companies still make a profit”, https://corporatewatch.org, 23.10.2015.