I) SPOR -OLİMPİYAT- BİR OYUN (MU?)
I.1) FUTBOLUN 5N 1K’SI?
I.2) İLLÜZYON/ MALİPÜLASYON ARACI
I.3) MİLLİYETÇİLİK/ IRKÇILIK PARANTEZİ
II.1) DÜNYA ÖLÇEĞİNDE FUTBOL
II.2) FUTBOL ENDÜSTRİSİNİN TÜRKÇESİ
II.3) EK HATIRLATMA(LAR)
III) ŞİKENİN, YOLSUZLUKLARIN FUTBOLU
III.1) ŞİKENİN DÜNYASI
III.2) TÜRK(İYE) İŞİ ŞİKE
III.3) “EFSANE(LER)” VE GERÇEK(LER)
IV.1) KUPA 2014’ÜN BREZİLYA’SI
IV.2) HİKÂYENİN ASLI
IV.2.1) BREZİLYA GERÇEĞİ
IV.2.2) İTİRAZ EYLEM(LER)İ VE DEVLET TERÖRÜ
V.1) ABARTILARA SON…
FUTBOLUN AHVÂLİNE DAİR NOTLAR[*]
TEMEL DEMİRER
“Futbol siyasettekinden
daha fazla siyaset barındırır.”[1]
Futbola, bütünselliği ve bağıntılarıyla kayd-ı ihtiyat ile yanaşan birisi olmam; Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idamına karşı çıkan Metin Oktay’a;[2] Türkiye Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nı (Spor Emek-Sen) kurup, “Endüstriyel futbol, futbolcuları, birbirine düşmanca rekabet eder hâle getirdi,” diyen Metin Kurt’a; Brezilyalı Socrates’e, George Best’e derin saygı ve hayranlık duymamı engellemez…
Ama Eduardo Galeano gibi, “Futbolun ne kadar kirli bir iş dünyası olduğunu bilmeme karşın gene de bağımlısıyım,” demem; Bağış Erten’in, “Futbolu sevmeseniz bile Dünya Kupası’na bigane kalamazsınız,” saptamasındaki üzere düşünmem…
Portekiz’in diktatörü Salazar’ın, “Ben Portekiz’i 3F ile yönettim,” sözlerini asla unutmam; “moda futbol söylenceleri”ne itibar etmem…
Görünen köy kılavuz ister mi?
Dünyanın pek çok ülkesinde yönetimler, dozu ve biçimleri farklılık gösterse de futbolu, gündemi belirleyecek ve genel olarak da yığınları uyutacak “afyon” olarak kullandılar, kullanıyorlar.
Elbette zaman zaman bu politikanın geri teptiği, bazı kulüplerin ve futbolcuların, akıntıyı tersine döndürmek için çıkışlar yaptığı, gerçeği söylemeye cesaret ettiği olmuştur. Ama tepkiler egemen güç odaklarının futbolu emekçi yığınların, halkın bilincini karartmanın bir aracı olarak kullandıkları gerçeğini değiştirmeye yetmiyordu.
“Yetmiyordu” diyoruz; çünkü bu sürecin tersine dönebileceğinin âlâmetleri artık daha ciddi biçimde baş göstermektedir.
Brezilya’daki 2014 Dünya Kupası, egemenlerin futbolu kullanış tarzıyla halkın, futbolla emek mücadelesinin çatıştığı bir kupa olmanın âlâmetlerini bir kez daha gözler önüne serdi…
Brezilya’da patlak veren halk direnişine tanık olduk. Brezilya’daki halk direnişinin “Dünya Kupası’na hayır” diyerek genişlemesi, bu kupanın Brezilya halkına neye mal olduğunun tartışılmaya başlaması, elbette son derece önemli olmuştur.
Brezilya dünya futbolunun zirvesidir. Ve bu ülkede futbol din derecesinde etkili, en yoksul kesimleri en çok yedekleyen bir olgudur. Böyle bir ülkede, futbolun en üst organizasyona karşı halkın, işçilerin kendi taleplerini öne sürerek eyleme geçmesi, elbette tüm dünyada bu tartışmayı açacak mahiyettedir.
Ki bu da futbolun sorgusuz sualsiz peşinden gidilen, politikayla, sınıflar mücadelesiyle bir ilgisi olamayan bir spor olayı olmadığının anlaşılmaya başladığının göstergesi olmuştur.
Günümüzde endüstriyel bir sektör olarak devasa rant olanakları barındıran spor, aynı zamanda büyük bir sömürü potansiyeline de sahip. Sporun gördüğü büyük ilgiyi ranta dönüştürmek isteyen güçler, rekabeti sporun temel ideolojisi hâline getirirken, sağlık, oyun, eğlence gibi insanî boyut ve hedefleri bu alandan tamamen dışladılar. Diğer yandan da alabildiğine kışkırttıkları rekabet ve kutsadıkları profesyonelliğin gereği olarak, “Başarı”, “Zafer” gibi kavramlarla süsledikleri “Mutlak kazanmacı anlayışı”, spora ve sporculara dayattılar. Ve sonuçta, insanî değerlerini yitiren spor, spor olmaktan çıkıp rant peşinde koşan sömürgenlerin kirli oyunlarını sergiledikleri bir alan hâline geldi.
Egemen sınıfın güçlü ideolojik aygıtlarından birisi olan ve bu devasa ranttan nasiplenmenin yollarını arayan medya da, türlü manipülasyonlarla mevcut spor düzeninin korunması için elinden geleni ardına koymuyor.
Aslı sorulursa: Kapitalizmin spordaki temel meselesi, sporu yapanla izleyen arasında kesin bir ayrım yapmaktır. Çünkü kitlelerle sporcular arasına çizilen sınır, sporu üzerinden para kazanılabilecek bir meta hâline getirir. Zira çit çekmek mülkiyeti, mülkiyet metayı, meta rantı getirir. Mülkiyeti belirlenmemiş bir şeyi satamazsınız.
Seyirci, kendisiyle sporcu arasında bir fark görmez, sporu görkemli bir temaşadan ziyade kendisinin de katılabileceği insanca bir uğraşı olarak görürse spor satılabilir bir şey olmaktan çıkar. Bu yüzden kapitalizmin sporunda insanüstülük vazgeçilmez bir temadır.
İnsanların onlar gibi olabileceğine kolay kolay kanaat getiremeyeceği devlerin varlığı gerekir. Bu devlerin büyüklüğü, amacı gereği, insani kriterlerle değil, insanüstülükle çizilir. Bu neden spor kapitalizmi için saha içindeki insanüstü başarı fetiştir. Sporun egemenleri sıradan insanlara, “olağanüstü”yü satarak para kazanır.
Söz konusu çerçevede Gila Benmayor, “Sporun demokratikleşmesi” gerekliliğinin altını çizmekte haksız değildir. Çünkü sporun, en çok futbolun siyasette kullanılmasının çok çarpıcı örneklerini veren sinema klasiklerinin birkaçını olsun izlemişsinizdir. Nazilerin olimpiyatları kullanması, antikitenin kölelik düzeninin hipodromları tarihe kazılmış en çarpıcı örneklerdir.
Olimpiyat(lar) dedik… “Olimpiyat sadece Olimpiyat olmaması yanında artık Eski Yunan’daki “insanın, aklıyla ve bedeniyle özgürleşmesinin doğrudan sonucu” diye tariflenen ve daha hızlı, daha güçlü ve daha yüksek için tümüyle amatör bir ruhla yarışılan şey olmaktan çık(arıl)mıştır.
Olimpiyat(lar) denilen şey kapitalizm için artık daha fazla sömürü, rant, kâr, sponsor, paradır…
Hatırlayın: 1976 Olimpiyatları’nın düzenlendiği Kanada Montreal borç içinde kaldı, ancak 1984’teki ABD Los Angeles 223 milyon dolarlık net kâr ile organizasyondan alnının akıyla çıkmayı başardı. Ardından Güney Kore Seul Asya kaplanı oldu ve dünyanın beşinci büyük ekonomisi olma yolunda ilerledi. 1992 İspanya Barselona finans merkezi olma hayalini olimpiyat sonrası gerçekleştirdi. Aynı şekilde 1996 ABD Atlanta da kâr ederken Avustralya Sydney 2000 yılında 2.1 milyar dolar kaybetti oyunlar nedeniyle ve turizm gelirleri artmak yerine düştü.
Kolay mı? 21 olimpiyat oyununun maliyeti 35 milyar Avro’yu bulurken, Soçi Kış Olimpiyat Oyunları 40 milyar Avro’ya mal oldu. Rusya’dan önce, Kış Olimpiyatları için Japonya 1998 yılında 14.6 milyar Avro harcamış ve bu alanda rekor kırmıştı.
Böylelikle bir ekonomik faaliyete dönüş(türül)en Olimpiyatların 26 yıldır global sponsorluğunu üstlenen Visa’nın Avrupa Başkan Yardımcısı Berna Ülman, “Olimpiyatlar İstanbul’da yapılırsa ekonomiye yaklaşık 40 milyar dolarlık katkı sağlayacak” vurgusuyla ekliyor: “Bu 26 yılda, olimpiyat oyunlarının yapıldıkları şehre sağladıkları ekonomik katkıyı ölçecek deneyim elde ettik. Olimpiyatlar hem sponsor olan markalara hem de yapıldıkları şehre çok büyük ekonomik katkı sağlıyor. Adeta markaların ve şehirlerin üzerine sihirli bir toz serpilmiş gibi çok uzun süreli olumlu bir etki yaratıyor.”
İş böyle olunca Olimpiyatlar da “yarışanlar” da, “kazananlar” da sponsorlar oluyor!
Örneğin Londra Olimpiyatları sporcuların altın madalya yarışlarına sahne olurken, spor markalarının rekabeti de öne çıktı.13.3 milyar dolarlık ciroya sahip Adidas’ın sponsor olduğu sporcular 226 madalya ile rekora imza atarken, 15.5 milyar dolar ciroya sahip Nike 117 madalya ile 2’nci, Puma ise 14 madalya ile 3’üncü oldu!
Evet, bunların tümü -kelimenin ironik anlamında- bir oyun ya da Haşmet Babaoğlu’nun, “O çağ geride kaldı (…) Stadyum artık futbolun ‘sahne’si! Asıl seyirci ise ekran başında (…) Futbol aşkımızın hararetli günleri geçmişte kaldı. Şimdi futbolla evliyiz ve ‘ev’deyiz!” ifadesindeki üzere bir gösteri!
Hollandalı tarihçi Johan Huizinga’nın, “Kültür Olgusu Olarak Oyunun Doğası ve Anlamı” başlıklı makalesinde, “Oyun kültürden daha eskidir. Nitekim, kültür kavramını ne kadar daraltsak da, bu kavram her hâlükârda bir insan toplumunun varlığını kabul etmektedir; ve hayvanlar kendilerine oyun oynamalarını öğretmesi için insanın gelmesini beklememişlerdir. Kuşkusuz, şunu hiç çekinmeden ifade edebiliriz: İnsan uygarlığı genel oyun kavramına hiçbir temel özellik katmamıştır,”[5] diye tarif ettiği “oyun”la sporun da, Olimpiyatlar’ın da, futbol’un da hiçbir ilişkisi kalmamış gibidir…
Onlar artık manipülatif bir gösteridir. Hem de, “Gösterinin ilan ettiği gerçekdışı birlik, kapitalist üretim tarzının gerçek birliğinin dayandığı sınıf ayrımını gizler. Üreticileri dünyanın kuruluşuna katılmaya zorlayan şey, aynı zamanda onları dünyadan ayıran şeydir. Yerel ve ulusal sınırlarından kurtulmuş insanları bir araya getiren şey, aynı zamanda onları birbirlerinden uzaklaştıran şeydir. Rasyonelliğin derinleştirilmesini gerektiren şey, aynı zamanda hiyerarşik sömürünün ve baskının irrasyonelliğini besleyen şeydir. Toplumun soylu iktidarını yaratan şey, onun somut özgürlüksüzlüğünü de yaratır,”[6] diyen Guy Debord’un işaret ettiği gibi…
“Çocukluğumuzda örtülü masalar altında evcilik oynardık. Şimdilerde büyüdük ve bakın hayatta ne oyunlar oynuyoruz! At yarışlarında bahis oynamak bazı toplumlarda kumar sayılsa da hipodromlar, stadyumlar kadar yaygındır. Üstelik “şikeli” bahis oynamak spora bulaşmıştır,”[7] saptamasının altını çizerken; oyun ile gösteri arasında bir sınır çizilmesinin yararlı olduğu kanısındayım…
Tamam… Doğrudur: İnsan oyun oynayarak büyüyor. Oyunla mücadeleyi, dayanışmayı, emeği, sabrı, saygıyı, sevgiyi, dostluğu, çekişmeyi, başarmayı, başaramamayı, kısaca insan olmayı öğreniyor. Öğrenmeye çabalıyor.
Oyun bu anlamda günlük yaşamın baskısından, sıkıntısından, zorlamasından kurtulmanın bir yolu. Dünya gailesinin, sıkıntısının dışına çıkma alanı. Birlikte oynandığında, bir arada yaşama olanağını keşfetmeye yardımcı olabilir: Yardımlaşmayı, paylaşmayı, yenmeyi, yenilmeyi öğreniriz onunla.
Oyun oynayan çocuğa bir bakın: Nasıl da kaptırmıştır kendini oyununa. Kendini tümüyle oyuna vermiştir, oyunun olmuştur.
Çağırırlar bizi oyuna: ‘İnsan pabucu yarım çık dışarı oynayalım!’ Çıkarız.
Kardeşlerimiz orada bizi bekliyordur. Onlarla olmanın hazzını, keyfini yaşarız.
Pabucumuz yarımdır ama yüreğimiz insanlığımız tamdır.
Şimdi, ‘profesyonel’ futbol oyun mudur? Diyelim ki, profesyonellik oyunun içine parayı, çıkarı, kazancı kattığı için, oyunun ‘safiyeti’, masumluğu bozulmaktadır. Bu bozulma zorunlu mudur? İnsanlar profesyonel olduklarında oyun onların ‘işi’, mesleği olduğu için artık oyun olmaktan çıkmış mıdır?”[8]
“Evet, kesinlikle çıkmıştır,” diyenlerdenim ben…
I.1) FUTBOLUN 5N 1K’SI?
Matias Jesus Almeyda, “Biz futbolun sahte dünyasının içindeyiz. Bu tamamen düzmece bir dünya… Bize basit bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor. Ama biz sadece sistemin devam etmesi için kendini satan köleleriz. Ben sadece futbolcu Almeyda değilim. Bir insanım, bir babayım ve bir çiftçiyim. İşte bu benim. Ve futbolun içinde kaldığım her gün gerçek Almeyda’dan uzaklaşıp, kişiliğimi yitiriyorum,” diyen bir futbolcudur…
Ona bunu dedirten “neden”e gelince…
İlki; Terry Eagleton’a, “Futbol: Kapitalizmin candostudur!”; Tayfun Atay’a, “Futbol, bir akıl tutulmasıdır ve geniş bir kesim bu tutulmanın kapsama alanındadır”; Karin Karakaşlı’ya, “Futbol gibi popüler kültürün en büyük rant ve gösteri alanında olabilecekler yıllardır bilinmiyor muydu?” dedirten yanıdır!
İkincisi de “Ticarileşen futbol”[9] gerçeğidir.
İşsizler ordusunun ancak ekranlarda izleyebildiği futbol, para kokan statlarda ortalama gelir düzeyinin üstünde olanların, yani zenginlerin doldurduğu tribünler önünde, zenginler tarafından oynanıyor şimdi…
İngiltere Premier Lig’de forma giyen ortalama bir futbolcunun aldığı senelik ücret futbol tarihinde ilk kez 1 milyon Sterlin’in üzerine çıktı. Diplomasını yeni almış bir doktorun senede ortalama 35 bin, hastanede görev yapan bir hemşirenin 20 bin, öğretmenin 28 bin Sterlin kazandığı, kamu çalışanlarının giderek yükselen enflasyon karşısında kan ağladığı ülkede, futbol giderek zenginliği çağrıştırıyor. 2005-2006 sezonunda Premier Lig’de forma giyen bir futbolcu haftada ortalama 13 bin Sterlin kazanırken, bu rakamın 2010-11 sezonunda 21 bin Sterlin’e yükselmiş olması o zenginliği anlatıyor. 2005 senesinden günümüze, Premier Lig’de forma giyen futbolcuların cebine giren paranın yüzde 62 oranında artmış olması futbolun giderek değişen yüzünü sergiliyor.
Ortalama bir çalışanın, senede 26 bin Sterlin kazandığı ülkede, vasat bir futbolcunun o parayı sadece iki haftada kazanıyor olması işin vahim tarafı. Üstelik bu istatistiklerin içine dudak uçuklatan paralar kazanan yıldızlar dâhil değil. Wayne Rooney, Carlos Tevez, Fernando Torres; onlar haftada 200 bin Sterlin’in üzerinde kazanıyor. Manchester City takımının kadrosunda yer alan her futbolcunun senede 3.5 milyon Sterlin’den fazla kazanıyor olması çoklarını rahatsız ediyor aslında…
“Endüstriyel futbol” diyorlar ya şimdi; her şey daha fazla kombine satmak, ürün pazarlamak, her sezon daha fazla para kazanmak, küreselleşen dünyaya açılmak, takımlardan marka yaratmak ve bir sezon önce kazandığını asla yeterli bulmamak…
Kolay mı? Futbol yaşamın ayrılmaz bir parçası; büyük bir endüstri. Futbolculara ödenen paralar, ilahlaşan futbolcuların özel yaşamları, güzel kızlar, pahalı arabalar, taraftarın coşkun sevgisi yanında takım yenilince duyulan öfke gazetelerimizde, ekranlarımızda her olaydan daha fazla yer kaplıyor.
Futbol sadece iki takım arasında yeşil çimler üzerinde oynanan bir oyundan ibaret değil. Kulüpleriyle, yönetimiyle ve elbette taraftar kültürüyle, üzerinde devasa ekonomik oyunların oynandığı, büyük bütçelerle konuşulan, hâl böyle olunca da iktidar kavgalarının kaçınılmaz hâle geldiği, içinde siyasal, ekonomik ve toplumsal çarkların aynı anda döndüğü karmaşık bir yapıdır.
Tuğrul Akşar, ‘Futbolun Ekonomi Politiği’ başlıklı yapıtında,[10] ticarileşen futbolun, paylaşım ve gelir dağılımına ilişkin sorunlarını inceler, futbol ekonomisini yöneten politikalarını gözler önüne sererken; futbolu, sportif bir rekabetten ekonomik bir yarışa dönüştüren koşulları yaratan süreci gözler önüne serer.
“Masumiyeti bozulan futbol” gerçeğinin altını çizen Akşar şöyle diyor: “Bizler artık sadece futbol izlemiyoruz, aynı zamanda onu tüketiyoruz. Futbol sayesinde hepimiz birer taraftar tüketiciye dönüştük.”
Saha içindeki ekonomi (savunma futbolu), gerçek futbolu günden güne sakatlarken saha dışındaki devasa ekonomi, sponsorlar aracılığıyla organizasyon enflasyonu yaratarak kulüpleri, milli takımları ve oyuncuları ölümüne yarıştırıyor. Dolayısıyla futbol, bir oyun olmaktan hızla uzaklaşıyor.
Akşar, bu yarıştırma ve para hırsından söz açarken, sayılar ve tablolarla son derece teknik biçimde konuyu genişletiyor. Futbol kültürünü öteleyen bu sayısallık, oyunun ne denli köreldiğini de gösteriyor sanki.
Markalaşma, yayın geliri dağılımı, sponsorluk, bahis, kriz, şike, salt ekonomik değerlere indirgenmeye çalışılan rekabet ve pek çok konu futbolun nasıl oyun olmaktan çıkarıldığını yansıtıyor. Kısacası, futbolun basit ve güzel bir oyun olduğu gerçeği her geçen gün unutulmaya başlandı. Eduardo Galeano gibi “iyi futbol dilencileri”nin sayısı artarken, yönetici ve sponsorlar yalnızca kendisine ‘iyi kazanç getiren bir iş’ şeklinde algılıyor bu kültürü. Futbolun endüstrileşmesi oyunu kirletirken, metalaşma, markalaşma, pazar yaratımını, eşitsizliği ve tekelleşmeyi önümüze atıyor. Tüm bu gelişmeleri Akşar şöyle özetliyor: “Oyun değişiyor.”
Artık iyi ve güzel futbolu isteyenlerden önce, para kazanan ve kazandıran; kazandıracak yolları bulan kurumlar söz konusu. Akşar’ın ifadesiyle, “Futbolun giderek endüstrileşmesi onu farklı bir parasal gelişim sürecine soktu. Futbol hızla endüstrileşirken ticarileşti ve çok ciddi para yaratan dev bir sektör hâline geldi. Bu gelişim ve değişim sürecinin baş aktörü olan futbol kulüpleri de artık yüz milyon dolarlara ulaşan devasa bütçeleriyle sportif bir organizasyon olmaktan çok ekonomik kuruma dönüştü.”
Tam da bunun için ‘Gölgede ve Güneşte Futbol’unda Eduardo Galeano’nun belirttiği gibi: “Profesyonel sporun teknokratları, futbolu, sürate ve güce dayalı, mutluluğa boş vermiş, fantezinin gelişmediği, cüretin yasaklandığı bir spor dalı hâline getirmiş…”
“Rekabete dayanan serbest piyasada geçerli olan kurallar günümüzde başarıya ulaşmak için, haklı ya da haksız her yolun denenmesine izin vermektedir. Profesyonel futbolda vicdana, ahlâki değerlere yer yoktur, çünkü profesyonel futbol her ne pahasına olursa olsun başarıya ulaşmayı hedef alan ve vicdanla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sistem üzerine oturtulmuştur.”
“Bir turnuvanın yayın hakkının hangi kanala verileceği konusuna gelince; hem Havelange ile Samaranch’ın, hem de Dassler ailesinin bu konuda kuralları bellidir: Kim daha fazla öderse ona verilir. (İlk ikisi FIFA yöneticileri, üçüncüsü Adidas’ın sahibidir. ) En iyi öneriyi verenin düdüğü çalmaya hakkı vardır; burada önemli olan Mastercard’ın Visa’dan daha fazla ödeyip ödemediği, Fuji Film’in Kodak’tan daha çok parayı masaya koyup koymadığıdır. Listenin daima başında olan, ‘çok besleyici’ iksir Coca-Cola’dan hiçbir atletin mahrum olmaması gerekiyor; ‘milyonlarla’ ifade edilen tartışılmaz nitelikleri vardır.
Marketinglere ve sponsorlara böylesine bağımlı bulunan yüzyılımızın sonundaki futbolda Avrupa’nın önemli kulüplerinin büyük şirketler grubunu oluşturan halkalardan biri hâline gelmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Torino’nun Juventus Kulübü, Fiat gibi Agnelli grubuna aittir. Milan Kulübü de Berlusconi grubundaki üç yüz şirketten biridir. Aynı şekilde Parma, Parmalat’ın malıdır. Sampdoria da petrol şirketi Mantovani’nindir. Fiorentina Kulübü film yapımcısı Cecchi Gori’ye aittir. Paris Saint-Germain Kulübü, televizyon şirketi Canal Plus’ındır. Hollanda’nın Einthoven Kulübü’nün sahibi de Phillips’tir. Bayer şirketi de Almanya’nın birinci ligdeki iki takımı olan Bayer Leverkusen ile Bayer Verdingen’i mali yönden desteklemektedir. İngiliz takımlarından Tottenham’ın sahibi Astrad bilgisayarlarının üreticisidir. Blackburn de Walker grubuna aittir.”[11]
Bu koordinatlarda futbolu masum bir oyun olarak algılamak ve sadece sahadaki oyunla ilgilenmek bize sanki futbolu dönüştüren kapitalizmi ve futbolla da kapitalizmin kendini yeniden üretmesini “es” geçmemize neden olacaktır.
Futbolda artık bize başka bir şey olarak görünebilecek her şey pazarlanabilir durumdadır ve özellikle de küreselleşmeyle beraber tüm ilişkilerini kapsayan bir saldırı pozisyonunu netleştirmiştir. Stadyumların organize edilmesinden, taraftarın hareketlerinin denetimine kadar kapitalizmin iktidar ilişkileri futbolseverin uykusunu daha da derinleştirmekte. Bunun yanı sıra futbolun kapitalizm yıkıntılardan oluşan tarihini örttüğü örtülerin başında gelen bir pozisyonu olduğunu vurgulamamız gerekiyor.
Burjuvazi futbola para aktarmasını, satın aldıkları kulüplerin taraftarı olmalarıyla açıklamaya çalışmaları da galiba durumun en komik tarafı. Bu yönüyle en çok öne çıkan Chelsea’nın sahibi Abramovic’in serveti sıkça gündeme geliyor da ama nasıl?
Futbolun kapitalizmdeki dönüşümü karşısında devrimci tribünlere dikkat çekmek gerekiyor. Endüstriyel futbola karşı hangi takımın taraftarı olursa olsun ortak tepki koyabilen devrimci taraftarlar, futbolun farklı bir yönünü bize gösteriyor. Kulüpleri satın alan ve futbolu gelir kapısı olarak gören şirketler, taraftarları da bu gelir getiren sektörün bir parçası olarak algılıyor.
Futbol bugün kapitalizmin çarkları içerisinde yer alıyor. Endüstriyel futbola karşı duruş sergilemek ve burjuva sınıfının futboluna karşı devrimci mücadelenin parçası olarak futbolu koymak gerektiğini vurgulamalıyız. Kapitalizmin kendini yeniden ürettiği tribün kavgaları yerine renklerin kardeşliğini savunmak devrimci tribünlerin temel anlayışını oluşturuyor ve futbolda sınıf bilinciyle hareket etmenin önemini ortaya çıkarıyor.
Üçüncüsüne gelince: Futbol, siyasal alan ile doğrudan ilintilidir. Çünkü futbol hiçbir zaman tek başına futbol demek olmadı…
Simon Kuper’in ifadesiyle, “Futbol asla sadece futbol değildir. Savaşlar çıkmasına ve devrimler yapılmasına neden olur, mafyayı ve diktatörleri adeta büyüler. Sadece mafyayı ve diktatörleri mi, diğer muktedirleri de büyülediği çok açıktır. Meselâ hiç mi hiç futbol oynamadıkları ve futboldan anlamadıkları hâlde siyaset adamları ve para babaları, futbol etrafında adeta takla atmaktadırlar.”[12]
Ya da “Futbol, ömrü hayatında bu topraklarda siyasetle hemhâl olmuş bir spor. Bu çift yönlü… Siyasete futbol, futbola da siyaset karışır. Mesela Türkiye’de milliyetçiliğin yükseldiği, özellikle Güneydoğu’da şiddetin olabildiğince yükseldiği, AB ile ilişkilerin gerilediği dönemlerde futbol sahaları, bir siyasal mecraydı. Gündelik siyasetin bir taşıyıcısıydı futbol. Futbolu siyaset aracı olarak kullanan politikacılar her daim müdahale ettiler. Takım başkanları ona göre değişti, bir şovun parçası olarak kullandılar. Bunla ilgili Türkiye tarihinden herhâlde 500 örnek falan çıkabilir.”[13]
Dördüncüsü de, “Bir ‘savaş modellemesi’ olarak futbol”[14] gerçeğidir.
Asker selamlı, bayraklı, mehterli seremoniler, futbolu “harp oyunu” havasıyla kuşatıyor.
“On birer savaşçıdan oluşan iki taraf, muharebe vaziyetindedirler. Hedef, büyük bir meşin topu ayak yardımıyla düşman bölgeye taşımak ve mümkünse düşmanın kutsalını oluşturan kaleye sokmaktır. Bunu başaran bir kale düşürmüş olur, düşürülen kalelerin sayısı kimin galip geldiğini tayin eder. En öne, topun gelmesinin bekleneceği yere, becerikli, dayanıklı ve hücuma yatkın iki oyuncu konacak, ordunun büyük kısmı bunların arkasına dizilecektir.”
1882’de Almanya’da yayımlanmış bir futbol elkitabından bu pasaj. Sporu bir “topyekûn savaş” aracı olarak gören bakış, çok uzun bir dönem boyunca futbola nüfuz etti. Futbol, bütün dünyada milletin “bütün kuvvetlerini” seferber etmeye dönük bir “harp oyunu” olarak uzun zaman iş gördü, görmeye de devam ediyor.
Futbolun savaşçı ve şovenist yüzü, sahici futbolseverin bitmeyen kâbusudur. “Kışlaya dönen statlar”[15] da bunun verisidir…
Örnek mi?
2012 yılında ev sahibi Port Said takımı Kahireli ezeli rakibini üçe karşı bir golle yenilgiye uğratmıştı. Ne ki bilanço salt bu net sonuçla bitmemiş ve kısa sürede skora 74 ölü, bini aşkın yaralı da eklenerek futbol tarihinin en kanlı olaylarından biri, belki de ilki yaşanmıştır…
Port Said’deki futbol maçı değil, tam bir futbol meydan muharebesidir. Bu niteliğiyle de futbolu rakip takımlar arasında oynanan zevkli bir oyun olmaktan çıkarıp kanlı savaş oyunları arasına katılmasını sağlamıştır. Aslında burada sorumlu olanın futbol olmadığı bilinmektedir.
Sonra da rekabet/ kazanma, alt etme/ üstün gelme…
Futbol, kazanma hırsı olmadan meyve verecek bir oyun değil. Futbolda karşıtlıklar kurulmadan seyircilere keyif vermek mümkün değil. Bu nedenle futbolu izlenebilir kılan, kulüpler arası dayanışma değil, yarışmadır. Yarışmacı ve “kutuplaştırıcı” olan futbolun hayatın içine sirayet edişine bakalım. Kimlikleri özcüleştirilmiş kültürel gruplar ve güç kazanma yarışına çıkmış bireyler, esasında futbollaşan hayatı ifade ediyor.
Yeri geldi aktarmadan geçmeyeyim:
“Dünya Kupası maçlarını seyreden taraftarlar bazen sevinç ve coşku, bazen düş kırıklığı ve hüsran duyguları içinde heyecanlı günler geçiriyor. Yaşanan duygu fırtınaları bazı taraftarların kalbini yorabiliyor.
Kalp hastalığından ölümlerde yüzde 50 artış gözlemleniyor. Ayrıca şiddet de artıyor… Bazı ülkelerde önemli futbol maçları sonrasında şiddet olayları artıyor.”[16]
I.2) İLLÜZYON/ MALİPÜLASYON ARACI
Tüm bunların yanında futbol, bir illüzyon/ malipülasyon aracıdır.
XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla uzanan dönemde pek çok konuda insan ruhunun derinliklerine inen Shakespeare’in bir oyununda, 1592’de kaleme aldığı ‘Yanlışlıklar Komedyası’nda, karakterlerden biri şöyle yakınır: “Beni futbol topu mu sandınız? Bir o yana, bir bu yana tekmeleyip duruyorsunuz. Böyle sürüp gidecekse, beni deriyle kaplamanız gerekecek…”
Türkiye’de futbol oynanmıyor, “futbolla oynanıyor”; tabii tüm yerkürede de… Futbolu, yani ayak topunu bir o yana bir yana tekmeleyip duruyorlar ve “muhafazakârlık derisi” ile kaplamaya çalışıyorlar…
Futbol sevdalısı yazarlardan Mario Vargas Llosa 19 Haziran 1982 günü yayımlanan ‘Maradona ve Kahramanlar’ başlıklı yazısında, gencecik yaşında “tanrılaştırılan” Maradona’yı, İnsanların aslında tapınmak için yarattıkları canlı tanrılardan biri olarak yorumluyor ve sözü, insanların çağdaş kahramanlara duydukları gereksinime getiriyor, ama futbolcuların politikacılar ve askerlerden çok daha zararsız olduğunu vurgulamadan da edemiyordu:
“İnsanların çağdaş kahramanlara, tanrıya dönüştürebilecekleri varlıklara gereksinimi var. Bu, her ülke için geçerli. Kültürlü kültürsüz, zengin yoksul, kapitalist sosyalist, her toplum etten kemikten idolleri tahta oturtmak ve onlara tütsüler yakmak gibi akıldışı bir gereksinim duyuyor. Bugüne kadar politikacılar, askerler, film yıldızları, sporcular, dolandırıcılar, hovardalar, azizler ve amansız haydutlar popülerliğin sunaklarına oturtuldu ve kolektif bir tapıma dönüştürüldü.
Fransızlar bunlara çok güzel bir söz bulmuşlar: ‘kutsal canavarlar’. (…) Ama futbolcular, hiç kuşkusuz, kitlelerin çılgınca tapınmasını korkunç bir silaha dönüştürebilen politikacılar ve askerlerden çok daha zararsız. Futbolcu tapımı, bir film yıldızının tanrılaştırılmasını kuşatan yüzeyselliğin zehirli havasını taşımıyor. Bir futbol yıldızına tapınma, onun yetenekleri sürdüğü sürece geçerli, yeteneklerin sönüp gitmesiyle tapınma da yitip gidiyor…”[17]
Bilindiği gibi futbol, tarih boyunca farklı iktidarlar için siyasi propaganda ve meşrulaştırma aracı oldu. Futbolun geniş izleyici kitlesi, siyasi iktidarların kendi ideolojilerini sergilemeleri için bir nimettir.1941 Haziran’ında Nazi Almanyası’nın, Sovyetler’i işgale başladığı tarihte 90 bin kişi, Alman Futbol Lig Finali’ni izliyordu.1978’de Arjantin’deki Futbol Dünya Kupası ve Arjantin’in kendi ülkesinde şampiyon olmasının ekmeğini yiyen ise, tüm ülkede hüküm süren askeri cuntaydı. Futbolun iktidar için ne anlam ifade ettiğini, Antonio Salazar, Portekiz’i 40 yıl boyunca 3F (futbol, fiesta ve fado) ile yönetebildiğini söyleyerek ve Francisco Franco da (İspanya) Barnebau stadı için “150 bin kişilik uyku tulumu” benzetmesini yaparak net biçimde özetler.
Futbolun kitleleri hedefsizleştirmek gibi siyasi amaçlar için iktidar tarafından kullanılması, Türkiye tarihinde çeşitli örnekleriyle yer alır. Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde sporun öncelikli amacı askeri ve toplumsal ıslahtır.1950’lerle birlikte kitlesel seyir anlayışı ön plana çıkar. Siyaset futbolun içine daha fazla dahil olur ve siyasiler futbol maçlarında sık sık boy gösterir.12 Eylül’e gelindiğinde, futbol iktidar tarafından insanların apolitikleştirilmesi için baştacıdır. Bu dönemde futbol 3. ligi kurulur ve her ilin bir futbol takımına sahip olması sağlanır. Amaç özellikle “Doğu” ve “Güneydoğulu” Kürt gençlerini “terörden uzak tutmak”tır. Kenan Evren’in Ankaragücü takımını 1. lige çıkartması ve Tansu Çiller’in Cizrespor’un küme düşmesini engellemesi, futbol özelinde, spor alanına doğrudan siyasi müdahâlenin örnekleridir.
Geçmişten bugüne futbola baktığımızda, görülen şey hiçbir iktidarın bu alanı terk etmek istemediği… Çünkü spor, iktidara sivil alana doğrudan müdahale şansı verir. Yerel yönetimler, belediye başkanları, valiler ve nice iktidar temsilleri futbol takımlarına sahip çıkarak sempati kazanmaya çalışırlar. Yerel seçimlerde oy talebinde bulunan siyasiler, gittikleri yörenin takımının atkısını takarlar.
Başta, futbol olmak üzere, her spor karşılaşmasında en önemli köşede, özel koltukları ve halk-yönetici hiyerarşisiyle iktidar vardır. Her büyük spor organizasyonu, yarışmalardan önce ilk olarak, birbirlerine teşekkürlerini, methiyelerini sunan siyasilere ve siyasi söylemlere ev sahipliği yapar. İktidar madalya törenlerinde de tamtakım yerini alır ve başından sonuna kadar kendini sahnede tutar.
Futbol artık bir spor değildir, bir büyük kitle eğlencesidir.
Futbol, kitleler üzerindeki etkileri açısından[18] illüzyon/ manipülasyon aracıdır.
Her yanı para olan, her zaman piyasası geçerli olan bir pazar malıdır futbol.
Futbolcular astronomik ücretler alır. Futbolcular alınır, satılır, kiralanır.
Giyilen formalara reklam alınır. Maçların yayın hakları satılıktır.
Stat panoları yüksek ücretlere kiralanır. Stat büfeleri yüksek cirolar yapar.
Takım formaları, flamalar, rozetler büyük gelirler getirir.
Günümüzün futbolu en değerli pazar ürünüdür.
Dünyada da durum daha büyük ölçeklerle böyledir…
Kapitalizm, günümüz futbolunda çok yüksek kazançlı bir kitle gösterisi yaratmıştır.
Yaşamlarındaki çıkış yolları tıkanmış insanlar da statlara doluşarak, ellerinde takım bayraklarıyla, gürültü çıkaran ses araçlarıyla yapay takım kimliklerini haykırarak bu gösterinin bir parçası olmaktadır.
Eski Roma gladyatörlerinin günümüzdeki uzantıları olan futbolcular da bu gösterinin hem ilahı hem de kurbanı olarak rollerini oynamaktadırlar.
Her yanı alınır satılır meta olmuştur futbol gösterisi…
“Gösteri” dedim; altını özenle çiziyorum…
Çünkü Daniel Bell’in, “Post-Endüstri Toplumu”, Jacques Ellul’un, “Teknoloji Toplumu”, Jean Baudrillard’ın, “Tüketim Toplumu”, Guy Debord’un, “Gösteri Toplumu”, Yoneji Masuda’nın, “Enformasyon Toplumu”, Frank Webster’in, “Bilgi Toplumu”, Manuel Castells ile Jan van Dijk’in, “Ağ Toplumu” olarak adlandırdıkları günümüzün sanal gösteri ortamında, futbol önemli bir sosyalleşme aracıdır.
Özellikle yeni tanıdığımız bir kişiyle futbol (hangi takımın taraftarı) konuşarak iletişimimizi güçlendirmez miyiz? Yurtdışında dolaşırken yine futbol oyuncularını vurgulayarak o ülkenin dilini bilmesek bile iletişim kurmaz mıyız? Kendi ligimiz kadar başka ligleri de takip etmez miyiz? Bu liglerde ilgi duyduğumuz takımlar olmaz mı? Şampiyonlar Ligi’ni takip etmez miyiz? Bu soruların cevaplarının çoğunluğu olumluysa işte o zaman aslında bizlerin birer Futbol Toplumu’nun üyesi olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ortalamanın dili olarak futbol; bireyler kadar ülkeler için de önem taşımaktadır. Artık ülkelerin ekonomik ve politik durumlarından çok futbol alanında göstermiş oldukları başarılar daha çok konuşulmaktadır. Özellikle Türkiye’de futbol lafazanlığı üst düzeydedir.
Türkiye’deki futbol olgusunun popülerliği kitle iletişim araçlarındaki kullanımından da anlaşılmaktadır. Kitle iletişim aracı olarak televizyonda maç yayınları ve programlarının yoğunluğu bunun en önemli göstergesidir. Örneğin 4-10 Nisan 2011 tarihleri aralığında bir haftada yayımlanan futbol maçları ve programlarında toplamda hafta içi 10, hafta sonu ise 22 futbol programı ve canlı karşılaşma kanalların yayın akışları içerisinde yer almakta.
11 futbol programı yer aldığı süre bakımından 905 (yüzde 33) dakika, 21 canlı maç ise 1845 (yüzde 67) dakika kanalların yayın akışlarını doldurmaktadır. Canlı karşılaşmaların çokluğu dikkat çekerken her gün ortalama üç canlı maç yayınlanmakta. 32 futbol programı ve canlı maç süre bakımından toplamda yaklaşık 46 saat yayın etmektedir. Yaklaşık 31 saatlik canlı maç yayını var. Bu karşılaşmaların 7’si yerli, 14’ü ise yabancı karşılaşmalar.
Sosyalleşmenin en önemli kaynağı ve aracı olarak futbol günümüzde siyaset kadar gündemi belirleyebilmekte ve kitleleri etkileyebilmektedir. Bu noktada; futbol artık oyun niteliklerini tam anlamıyla yitirmiştir ve ciddi bir iş olarak değerlendirilmektedir.
Adorno’ya göre kültür, bireyin yaşam alanında pozitif olmasını sağlayarak ve bireyi mutlu kılarak uyuşturmaktadır. Bu bağlamda kültür endüstrisinin bir parçası olarak futbol; Franco’nun “Uyuşturucudur” ifadesinde belirttiği gibidir.
Bu kadar da değil! Ya ırkçılık?
I.3) MİLLİYETÇİLİK/ IRKÇILIK PARANTEZİ
Burada durup, uzun bir parantez açalım: Irkçılık sporun en büyük soru(n)larından birisi… Pek çok sporcu sırf ten renkleri yüzünden saldırıların hedefi oluyor. Futbol, günümüz dünyasının en ücra köşesinde bile işçi ve işverenleri olan dev bir endüstri hâline gelmiştir. Futbol çevresinde köpürtülen milli duyguların istismar edilmesi egemenlerin en sevdiği uğraşlardan biridir.
Maçlara gelenler, bir taraftar olarak gelirler. Hayatta bir şeylere hep taraftar olmayı meslek hâline getirmişlerdir. Bu insanlar milliyetçilik için hazır bir potansiyeldir.
Faşist hareketin saf şiddete ihtiyacı var ve bu da fazlasıyla tribünlerde var. Zaten oraya gelen insanlar sportif ve estetik kaygı taşımıyorlar. Onlar sadece taraftardır. Bilekleri kesildiğinde kanları farklı iki renk akacak kadar taraftar… Ölmeye öldürmeye gelinir maçlara. Toplum içinde bastırılan duygular, sözel olarak ve fiilen tribünlerde yerini bulur. İnsan yenen haklarını tribünlerde arar. Çok sık rastlanan bir deyişle “patronuna kızan işçi patronuna bağıramadığı için maçta bağırır ve rahatlar”. Bu işçi bir tane değildir büyük bir ihtimalle. Ve toplumların hak alma isteklerinin maçlara kanalize edildiğine pek çok ülkede rastlayabiliriz. Ve başka bir yanlış bilgilendirilmeyle içinde bulunduğu sıkıntının tek nedeni “dış mihraklardan” destek alan iç düşmandır. Orada oluşan şiddet örgütlenmesinin uygun bir politik doğrultuya girmesi o kadar da zor değildir. Şiddet milliyetçiliğin de temel unsurudur ve insanlar bu sefer başka bir şeye daha taraftar olacaklardır. Tarihte bu tür politika ve spor bağıntısının örneklerine rastlıyoruz. Hitler de Berlin Olimpiyatlarını Faşist-Nazi propagandasının aracı olarak kullanmıştı.
Bir ideolojik söylem olarak milliyetçilik, eşitlik (“biz”) ve farklılık (“ötekiler”) ilişkisinin ürünüdür. Bu ilişkinin, “rakip”, “düşman”, “ezen”, “tâbi” vb. olarak “onlar”a karşı antagonistik bir tarzda eklemlenmesini temsil eder.
Popüler futbol kültürü, millî kimliklerin yeniden kuruluşuna çeşitli biçimlerde katkıda bulunur. Spor, “varolabilecek ‘küçük’ iç bölünmeleri aşarak ve yerinden ederek, milletin ‘biz’ olarak kurulmasını sağlayan bir alandır”![19]
Örneklerle ilerlersek: Her ne kadar milli takımın çoğunu siyahlar oluştursa da Fransızların sicili de bu konuda pek parlak sayılmaz. Başkentin takımı Paris Saint Germain’in taraftarlarının “en azından bir kısmı” aşırı ırkçı olmakla ün yapmışlar. Boulogne Boys isimli taraftar grubu her ne kadar 2002’deki Galatasaray maçında sarı-kırmızılı taraftarlara saldırırken yanlış bir şekilde ırkçılık suçlamasıyla karşı karşıya kalsalar da ilerleyen yıllar kendilerini temize çıkarmadı. Öyle ki iş Paris’in banliyolerinden gelen göçmenlerin oluşturduğu yine PSG, Tigris isimli taraftar grubuyla kanlı bıçaklı olmaya kadar gitti. Bir keresinde PSG ve Lens takımları arasındaki maçta ırkçılık protestosu için başkent ekibi beyaz, rakibi siyah forma giydiğinde işler hiç beklenmedik şekilde gelişti. Boulogne Boys köşesi takımlarını “haydi beyazlar” diye destekledi.
Elbette futbol taraftarları arasındaki ırkçılık konusunda İtalya’nın Lazio kulübü başlı başına bir marka. Hatta o derece ki sırf bu yüzden son yıllarda en az kendileri kadar ırkçı bir çizgi yakalayan ezeli rakipleri Roma’nın taraftarlarına solcu diyenler ve iki takım arasındaki rekabeti siyasi çizgiye taşıyanlar görülebiliyor. Ancak sporda ırkçılık denilince Lazio tribünlerinin eylemlerini anmadan olmaz. Hemen her maçta faşist lider Mussolini’yi “Duce” sesleriyle selamlamaları, Lazio tarihindeki ilk siyahi oyuncu Dabo’nun evine molotofkokteyli atmaları bir yana kulübün simge ismi Paulo Di Canio ile karşılıklı Hitler selamı çekmişlikleri hatta Sırp kasabı Arkan için pankart açmışlıkları bile var.
Ancak futbol statlarındaki ırkçılığın kökeni İngiliz liglerine dayanır. Henüz otuzlu yıllarda bile Everton’un efsanevi santraforu Dixie Dean deplasmanlarda top ayağına geldiğinde garip uğultulardan bahseder ama yetmişlere gelinip Milli Cephe hareketinin yükselişe geçmesiyle İngiltere sahaları Nazi karargâhlarını aratmayan alanlara dönüştü. Özellikle Leeds gibi işsizlik oranının arttığı şehirlerde göçmenlere ve siyahilere yönelik öfke yeşil sahalarda kendini buluyordu. Ligde dikkat çeken siyahi oyuncular, topu her ayaklarına aldıklarında maymun seslerinden ya da korner atmaya gittiklerinde etrafında biten muzlardan ve fıstıklardan mustaripti. Zaman içinde bu eylemler İtalya ve İspanya başta olmak üzere kıtanın hemen her yerine yayıldı ve bir ölçüde kanıksandı.
Taa ki 25 Şubat 2005’te Barcelona’nın Kamerunlu oyuncusu kadar Zaragoza deplasmanında yıllardır duyduğu uğultulara isyan bayrağını açtı ve sahayı terk etmek istedi. Kamerunlu futbolcu Samuel Eto’o hakem ve takım arkadaşları tarafından ikna edilerek sahaya döndü ama bu bir milattı. Sonrasında pek çok siyahi kökenli futbolcu ırkçılıkla ilgili tepkilerini açıkça dile getirmeye başladı.
Irkçılığın ideolojik bir yönü varsa bu ideolojiyi benimseyen teşkilâtları da spor alanlarındaki ırkçılıktan ayrı tutamayız. Zaten önümüzde örnekler mevcut. İngiltere’de futbolda yetmişli yıllarda ani artış gösteren ırkçılığın merkezi olan West Ham United gibi takımların taraftarlarının ülkedeki aşırı sağcı Milliyetçi Cephe hareketiyle bağları çok da gizli değildi. Sırf sporda değil müziğe bile sirayet eden kadro sevkıyatı İngiltere’de pek çok alanda fazlasıyla garip, ırkçı olmasa bile milliyetçi temelli akımların doğmasına yol açmıştı. İtalya ve İspanya da seksenli yıllarda benzer bir yol izleyecekti. Aşırı sağ örgütlenmeler İtalya’da Roma ve Veroha, İspanya’da Madrid’deki taraftar örgütlenmelerinin içine sızacak ve beraberinde faşist taraftar yapılanmalarını getirecekti. Benzer bir yolu Türkiye’de MHP ve ülkü ocakları izleyecekti. Doksanlı yıllarda yükselişe geçen milliyetçi dalganın futbol statlarına yansımaması düşünülemezdi. Sonradan pek çok futbol taraftarının anılarına yer eden bazılarının futboldan bile soğumasını sağlayan milliyetçi dalga tribünlerde daha önce pek de alışıldık olmayan türden sloganların yer bulmasına sebep olmuştu. O günlerden geriye dünyada belki de tek örnek olan her maçtan önce milli marş söylenmesi geleneği kaldı.
Göçmenlere ve siyahlara karşı ırkçılık işin bir boyutuysa uluslar arasındaki ırkçılık da bir başka boyutu. Rumlar Türklere, Türkler Yunanlılara, Yunanlılar Sırplara, Sırplar Hırvatlara… Dışlanmışlığın yanında etnik temelli ırkçılık birbirine karşı nefretini gösteren iki tarafı barındırıyor. Hollanda’nın iki büyük kulübü Ajax ve Feyenord arasındaki maçlar yıllarca ülkedeki Hristiyan ve Yahudiler arasındaki nefretin alevlendiği ortamlar yarattı. Taraf olma hissiyatı öyle büyüktü ki Feyenord taraftarları, Yahudi kökenli Ajaxlılara “Hamas Hamas, Yahudilere gaz” diye bağırmaktan ya da Ajaxlı futbolculara gaz sızıntısı sesi çıkarmaktan çekinmemişlerdi. Bu sene Fenerbahçe ve Yunanistan’ın PAOK takımları arasında oynanan maçlar öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşananlar her iki toplumun da geçmişin rövanşını yeşil sahada aradığının kanıtıydı.
Özellikle yıllardır, “yabancı düşmanlığı”, “göçmen politikası” ve “İslâmofobia” ile gündeme gelen Avrupa ülkelerinin bu turnuvadaki en büyük umutları, bu ülkelerdeki mevcut siyasî ve sosyolojik retorikle tamamen tezat oluşturacak bir biçimde “göçmen kökenli futbolcular”…[20]
Sporda ırkçılık yalnız tribünlerden sahaya ulaşan bir dalga değil. Saha içindeki sporcular ve görevliler de ırkçı nefretlerini sık sık gösteriyor. Luis Aragones’in oyuncusu Reyes’i motive etmek için Fransız Thierry Henry’i kastederek “Sen o zenci piçten daha iyisin” demesi kameralara yakalanmıştı. Trabzonspor’un eski başkanı Mehmet Ali Yılmaz ise bir türlü gol atamayan Kevin Campbell’ın performansını “Aldık bir yamyam gol atsın diye, ama atamıyor” sözleriyle eleştirmiş, İngiliz futbolcu da bunun üzerine bavulunu toplayıp apar topar ülkemizi terk etmişti.
Ya Türkiye mi?
90’lardan bu yana maç önceleri, maç esnası ve maç sonraları bir grup faşist tarafından örgütlenen, koyu futbol taraftarlarının “Kahrolsun PKK”, “Kürtlere Ölüm” slogan atmaları, defalarca istiklal marşları söylemeleri insan boyunu ikiye ve üçe katlayan bozkurt resimleri taşımaları, devletin bu gibi ortamları iyi kullandığını gösteriyor.
Mesela… Karşıyaka basketbol takımının Kıbrıs Rum Kesimi’nde yaşadığı saldırıysa iki ulus arasındaki nefretin hâlâ küllenmediğinin kanıtıydı. Ne yazık ki bu tip düşmanlıklar genelde spor alanlarında patlak veriyor.
Sporda yarışmacılığı bu kadar izlenesi kılan etkenlerden biri insan doğasındaki rekabet duygusuysa diğeri de sporcuların ve spor kulüplerinin ait olduğu etnik, siyasi ve coğrafi kökenlerdir. Spordaki başarı hikâyeleri bireysel sporlarda olduğu kadar takım sporları için de bu kökenlerden bağımsız pek bir şey ifade etmez. O yüzden sporda kökenlerin önemi seyirlik açıdan pek de yadsınamaz.
Sporda ırkçılıktan örnek vermek istediğinizde karşınıza çok kabarık bir liste çıkıyor. O yüzden birkaç simgesel örnekle yetineceğiz.
24 Mart 2007’ye Litvanya’ya gidelim. Litvanya ve Fransa arasında oynanan Avro 2008 eleme maçı sırasında ev sahibi takım tribünlerinden açılan bir pankart gündemi fazlasıyla işgal etmişti. Afrika kıtasının Fransız bayrağıyla kaplı hâlde temsil edildiği pankartın bir köşesindeyse “Avrupa’ya hoşgeldiniz” yazıyordu. Göçmenlerine pek iyi davranmamasıyla bilinen Fransa’nın futbol takımını oluşturan büyük çoğunluğu siyah futbolcular Litvanya’da böyle karşılanıyordu…
Somut örneklerden biri İngiltere’deki yılları boyunca iki kez ırkçılık suçlamasıyla karşı karşıya kalan Emre Belözoğlu da yıllarca Avrupa’da kültürel ve sosyal olarak dışlandığını ve ezildiğini iddia eden bir ülkenin mensubu. Kendisinin İngiltere’de oynamasında önemli payı olan Fatih Terim’se İtalya’da çalıştığı yıllarda İslâm karşıtı nefretin sonucunda Taliban’la ilişkilendirilen tezahüratlara konu olmuştu.
Aktarmadan geçmeyelim: “Fatih Terim, kendisini eleştiren Saffet Susiç’e ‘Benim ülkemde, hele bir Yugoslav bana böyle laflar edemez’ diyecek kadar ırkçılığın sınırlarında gezindi, UEFA kupasını, geçmişi işkence iddialarıyla karanlık bir eski Emniyet Müdürü ve İçişleri Bakanı olan Mehmet Ağar’ın kızına armağan edecek kadar milliyetçi de oldu…”[21]
Buraya dek değindiklerimiz ardından bir kez daha futbolun neden ve nasıl bir “endüstri”ye dönüştüğünden söz edelim…
Simon Kuper, ‘Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’ de, “Endüstrileşen “güzel oyun”un dış etmenlerle ne hâle geldiği konusuna değinir,”ken[22] “Endüstriyel futbola giden yol” konusunda Osman Bulugil şunların altını çizer:
“Kapitalizmin işçi sınıfıyla futbolun ilişkisini dönüştürmeye başlamasını salt bir tüketim olarak ele alamayız. Statlara gidip maç izlemek sadece bilet veya kulübün lisanslı ürünlerini satın almakla açıklanmaz. Stadyumlar aynı zamanda iktidar ilişkilerinin somut olarak inşa edildiği mekânlardır. İktidar ilişkisine kapitalist sistemde meşruluk kazandırılma mekânlarından biri olan stadyumlarda, saha içindeki ‘ağabey’ oyunculara, şeref tribününden localara, kale arkasından maçları oturarak izlemeye, birçok statta kadın tuvaleti olmamasına kadar somut olarak görülmektedir. Futbol kapitalizmin kendini yeniden ürettiği bir alandır. Tam da bu yönüyle futbol, üzerinden cinsiyetçilik, ırkçılık gibi sistemi üreten ideolojilerin meşruluk kazandığı bir alandır. Aynı zamanda kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümü dolayısıyla artık boş zamandan azami yarar sağlamaya dönük yaklaşımın işçi sınıfının yaşamının parçası hâline gelmesi futbolu bir oyun olarak oynamak bir yana, futbolla ilişkiyi dönüştürmektedir. Futbolun planlanan bir zaman dilimde tüketilen ve aynı zamanda yeniden üretilen ilişkilerin bütünü olması, bu ilişkilerin toplamdan bağımsız olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu yönüyle kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümü, işçi sınıfını sadece futbolu oynamaktan alıkoymamış aynı zamanda işçi sınıfının futbolla ilişkisini uçucu bir hâle dönüştürmüştür.”[23]
“Nasıl” mı?
Verilerin kesin diliyle konuşursak: Spor endüstrisindeki pasta her yıl büyürken; uluslararası denetim, vergi ve danışmanlık şirketi ‘PricewaterhouseCoopers’ (PwC), 2009 yılında değeri 114 milyar dolar olan dünya spor endüstrisinin, 2013 yılında değeri yüzde 3.8 oranında büyüyerek 133 milyar dolara çıkacağını açıkladı.
Spor endüstrisinin 114 milyar dolarlık değeri, 129 ülkenin milli gelirinden daha fazla. Bu ülkeler arasında Suriye, Kuveyt, Angola, Irak, Libya, Sudan ve Tunus’un yanı sıra, Slovak Cumhuriyeti, Lüksemburg, Slovenya, Bulgaristan, Güney Kıbrıs, Estonya ve Malta gibi AB ülkeleri de bulunuyor. Spor endüstrisinin 2009 yılındaki değeri ayrıca, 85 milyon nüfuslu Etiyopya’nın milli gelirinin dört katı, AB üyesi Güney Kıbrıs’ın yaklaşık beş katı, Lüksemburg’un iki katı değere sahip…
Sadece bu kadar da değil. Spor etkinlikleri kapitalist tüketim kültürünün ayrılmaz bir parçası olurken, bazı durumlarda milli tutku hâline gelebiliyor. İnsanların hayranı olduğu sporcularla adeta aynı yemeği yiyor, aynı elbiseyi giyiyor, turnuva veya finallerin yayın ihaleleri ve sponsorlukları için çok büyük paralar ödemek konusunda tereddüt etmiyor.
Spordan futbola geçersek: Futbolun beşiği diye anılan İngiltere’nin, 20 takımlık birinci liginin değeri yabancı transferleri ile 4.2 milyar doları aşıyor. Pahalı ayaklarla oynanıyor İngiltere ligi… Oyuncular ortalama 7.5 milyon dolarlık. İngiltere’de birinci ligde futbolcu yatırımı, ülke milli gelirinin binde 2’sini buluyor.
Güney Amerika’yı bir yana bıraktığımızda, Avrupa’da futbol tutkusu ve onun endüstrileşmesinde İngiltere’yi, İspanya ve İtalya izliyor. Türkiye ise ilk 10’ a giren futbol tutkusu ve futbol endüstrisi hızla büyüyen bir ülke olarak 7’nci sırada.
İspanya’da birinci ligin futbolcularının değeri İngiltere’den 1 milyar dolar az olsa da 3.2 milyar dolar ve ülke milli gelirinin yüzde 0.24’üne denk düşüyor. Barcelona futbol takımı ile ülke imajı göklerde iken bu takımın omurgasını oluşturduğu İspanya milli takımının 2010 Dünya Kupası şampiyonu olması, İspanya’ya futbol endüstrisi üstünden -hem de küresel krizle boğuşurken- fark kazandırdı.
Duvarın yıkılmasının ardından kapitalizmi hızla restore eden Rusya’da eğlence endüstrisi ve onun önemli bir öğesi olan futbolda, müthiş bir büyüme var. Rusya birinci liginde oynayan futbolcuların değeri 1 milyar dolara yaklaşıyor ve Rusya, futbola her yıl biraz daha çok para yatırıyor. Benzer bir durumda olan başka bir ülke Ukrayna. Bu ülkenin de 20 yılda futbol endüstrisine büyük yatırımlar yaptığı ve halkın futbol tutkusunun, bu endüstrinin gelişmesine önemli ivme kazandırdığı biliniyor.
Rusya’nın hemen altındaki Türkiye’de 18 takımlı süper ligde, 163’ü yani üçte birine yakını yabancılar olmak üzere, 532 futbolcu yer alıyor. Bu oyuncuların değeri 971 milyon dolar olarak hesaplanıyor ve bu da ortalama değerin 1.8 milyon dolar olması demek. Bu, İtalya ve Almanya’daki ortalama oyuncu değerinin üçte biri olsa da Türkiye için önemli. Süper ligin futbolcu değeri ülke milli gelirinin yüzde 0.11’i olsa da Türkiye’de de futbol endüstrisi hızla büyüyor.
Milli gelirine göre futbola en çok para yatıran ülkenin Portekiz olduğunu görüyoruz. Ülke milli gelirinin yüzde 0.38’i büyüklüğünde futbolcu yatırımı olan Portekiz’de, futbol endüstrisi hep önemli olmuş; diktatör Salazar’ın iktidarını sürdürmesinde kullandığı 3F, Fiesta ve Fado’yu, Futbol tamamlamıştı. Bugün bile futbol Portekiz için çok önemli. Her şeyin Para-Meta-Para çevrimine çekildiği dünyada, kitlelerin büyük bir aşkla sevdikleri futbolun bunun dışında bırakılması zaten mümkün olamazdı.
Bunlar böyleyken; FIFA başkanı Sepp Blatter 2018 ve 2022 dünya kupalarının sırasıyla Rusya ve Katar’da düzenleneceğini “Yeni ülkelere gidiyoruz. Futbolu yeni topraklara taşıyoruz,” cümleleriyle açıkladı. Yeryüzünün en şaibeli organizasyonlarından biri adına sarf ettiği bu cümlenin meali tabii ki şuydu: “Yeni pazarlara gidiyoruz. Futbolu kârın daha yüksek olduğu yeni marketlere taşıyoruz.”[24]
Dikkat edin: Artık futbol yok, “yeni pazarlar” ile “kârın daha yüksek olduğu marketler” var!
Bir ek daha: Ekonomik krizle birlikte Avrupa’daki yatırımları arasında futbolu da katan ve İngiltere’de büyük sükse yapan Arap sermayesi şimdi de İspanya’nın La Liga’sındaki varlığını güçlendiriyor. Dubaili Emirates Grubu, La Liga’da oynayan bir futbol takımını satın aldığını açıkladı.
Arap sermayesinin futbola olan yatırım iştahı ekonomik krizle birlikte arttı. 2008 yılına kadar Rusların yatırım yaptığı İngiliz Premier Lig’e BAE’nden Şeyh Mansur bin Zayed Al Nahyan Mancherster City’i satın alarak girdi. Bu satın almanın ardından Abu Dabhi United Grubu’nun sahi Süleyman Al Fehim, Portsmouth’un sahibi oldu.
Arap sermayesinin İspanya’ya ilgisi ilk olarak Zaragoza’yla başlamıyor. Daha önce Katar Kraliyet ailesinden Şeyh Abdullah Thani Bin Nassar Al, Malaga takımının bir kısmını 48.300 bin dolara satın almıştı.
Ya Türkiye bu tablonun neresinde mi?
İlk veri futbolun yapısına dair: Türkiye Futbol Federasyonu’nun yeni yönetimine özel sektör damga vurdu. 245 milyon liralık bütçeye sahip TFF’nin yönetim kurulunda yer alan 9 üye 7 farklı sektörde faaliyet gösterirken TFF Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Aydınlar, “Bütçe büyüdü. TFF’yi şirket gibi yönetmek gerekiyor,” dedi.
Futbolun şirket gibi yönetildiği 2011 yılı Türkiye’sinde futbol pastasının büyüklüğü 820 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Pasta hızla büyüyor. 10 yılda yüzde 290 oranında büyüdü.
Pastanın kaymağı “4 Büyükler”e gidiyor. Mali tablolara göre, 4 Büyükler’in yıllık gelirleri 622 milyon TL. Yıllık açıkları 130 milyon TL. Açık anlatımıyla 100 gelirleri var. 121 harcıyorlar.
Bu nedenle 4 Büyükler’in konsolide borç toplamı 1 milyar 95 milyon TL’yi aşmış durumda.
4 Büyükler’in futbol kulüplerinin yıllık 622 milyon TL gelirinin yüzde 33’ü futbol dışı harcamalara gidiyor. Konsolide futbol şubesi net zararının, konsolide futbol şubesi gelirlerine oranı (eksi) yüzde 38’dir.
Kulüpleri borçlanmaya iten en büyük yanlış transfer politikalarıdır. Süper Lig 5 yılda net 320 milyon dolar transfer açığı vermiştir…
“Sportif A.Ş.’ler kurarak halka hisse satmaktan Fenerbahçe yaklaşık 30 milyon, Galatasaray 21 milyon, Beşiktaş 28 milyon ve Trabzonspor da 24 milyon dolar olmak üzere toplam 103 milyon dolar gelir sağlamıştı.
Buna karşılık kulüplerin bugüne kadar dağıttığı brüt temettü 39 milyon doları ulaştı. Şirketler bu şekilde halka arzdan elde ettikleri 103 milyon dolar civarındaki gelire karşılık bunun 3 katını dağıtmış oldu. Dağıtılan temettüün yüzde 37’sini oluşturan 88.8 milyon dolar kulüp dışındaki (Hisse senedi sahibi) yatırımcılara dağıtıldı.
Fenerbahçe Sportif A.Ş. hisse senedi satışından 30 milyon dolar para toplamıştı. Sadece İMKB’de işlem gören senetlere dağıtılan temettü toplamı 36 milyon dolara ulaştı.
Tabii bunlar kendiliğinden değil! Türkiye’nin, Avrupa futbol endüstrileri içinde 7’nci sırada yer alacak kadar bu sektöre yatırım yapmasının tabii ki futbola olan taleple bire bir ilgisi var. Kitleler, statları dolduruyor, şifreli kanallara ücret ödeyerek maç izliyor. Bu paraları ödemeye hazır kitleyi bulunca yayıncı kuruluş olma yarışında TV’ler arası milyon dolarlar çarpışıyor… Yayın gelirleri havuzundan kulüp kasalarına -boylarına poslarına oranla- para akıyor ve kulüpler sırf bu yolla yatırım harcaması yapabiliyorlar.
Kitlelerin bu kadar ilgisinin olduğu sektöre, reklam verenler iltifat ediyor ve hem yayıncı kuruluş hem tek tek kulüpler reklam harcamalarından nasiplerini alıyorlar. Bazı şirketler, isimlerini kulüp adının önüne yazdırarak reklam yapıyorlar: Antalyaspor’un adı artık Medikal Park Antalyaspor olarak okunuyor maç nakillerinde ve medyada!
Bu kadar tüketici ilgisi, maçların oynandığı stadyumları, birer stat olmaktan öte AVM, otel-rezidans yatırımına dönüştürmüş durumda. Kent dokusunu tahrip eden bu gayrimenkuller üstünden de büyük paralar kazanılıyor, kazanmak için projeler üretiliyor.
Evet, futbol endüstrisi bu ama bu kadar değil; dahası da var…
II.1) DÜNYA ÖLÇEĞİNDE FUTBOL
Futbol endüstrisinin, yerküredeki hâlini görüp, kavramak; “futbol tartışmaları” açısından kilit önemdedir. Çünkü, Oxford Şehri’nin en yüksek kulesinde yazılı olduğu üzere “Bilgi, kudrettir”…
Hızla sıralarsak: ‘Oyunu Değiştirmek: Küresel Spor Pazarında Görünüm- 2012’ başlıklı raporda toplayan Uluslararası denetim, vergi ve danışmanlık şirketi PricewaterhouseCoopers (PwC), küresel spor gelirlerinin 2015 yılında 145.3 milyar dolara ulaşacağını belirlediği rapora göre, 2011-2015 arasındaki beş yılda, küresel spor gelirlerinin yıllık bileşik büyüme oranı yüzde 3’ü aşacak…
PwC, 2009 yılı değeri 114 milyar dolar olan dünya spor endüstrisinin, değerinin, 2013 yılında yüzde 3.8 oranında büyüyerek 133 milyar dolara çıkacağını belirtti. Şirketin, ‘Küresel Spor Pazarında Görünüm-2013’ başlıklı raporuna göre, 2009’da 43.2 milyar dolar olan kasa hasılatı, 2013’te 49 milyar dolar oldu.
Spor endüstrisinde sponsorlukların en hızlı gelişen sektör olacağı vurgulanan rapora göre, 2009’da 29.4 olan sponsorluk anlaşmaları da 2013’te 35.2 milyar dolara yükselecek. 2009’da 23.1 olan medya satış hakları ise dört yıl içinde 26.7 milyar dolara oldu.
Dünya genelinde tüm bölgelerde büyüme beklendiğine işaret edilen raporda, 2010-2013 döneminde spor pazarında en fazla büyümenin yüzde 4.3’le Latin Amerika’da, yüzde 4.1’le Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’da olacağı ifade edildi.
Basketboldan futbola böyle bu…
Örneğin NBA’ de basketbolcuların ücretleri kriz öncesine döndü. Özellikle 2011 yılında yaşanan lokavt kararı sonrası maaşları yükselen basketbolcular 2012-2013 sezonunda bir önceki yıla göre 300 milyon dolarlık artışla 2.1 milyar dolardan fazla gelir elde edecek.
Ve 2010 yılında en zengin 20 futbol kulübünün 4.3 milyar Avro para kazandığı dünya futbolu.
Avrupa futbol pazarının (“endüstrisinin) 16 milyar Avro’luk büyüklüğe ulaşması Avrupa Futbol Federasyonları Birliği’nin (UEFA) de gelirlerini artırıyor. Yıllık 1.5 milyar Avro gelire ulaşan UEFA bu paranın yüzde 80’ini Avrupa kulüplerine dağıtıyor. UEFA Asbaşkanı Şenes Erzik, “1991 yılında gelirimiz 15 milyon Avro civarındaydı. 18 kişinin çalıştığı UEFA bugün dev bir ekonomi yaratıyor. 500 kişinin çalıştığı UEFA’nın yıllık geliri de 1.5 milyar Avro’yu buluyor” derken; ekonomik açıdan Avrupa’nın en değerli spor organizasyonlarının başında gelen Şampiyonlar Ligi finale doğru kulüpleri zengin ediyor. UEFA Şampiyonlar Ligi’nde 32 takıma sezon sonuna kadar 900 milyon Avro’dan fazla para dağıtıyor.
Deloitte’ın ‘Yıllık Futbol Finansmanı Araştırması 2011’ raporuna göre, Avrupa futbol piyasası gelir bakımından yüzde 4 büyüyerek 2009 – 2010 döneminde 16.3 milyar Avro’ya ulaştı. Krizin en ağır döneminde Avrupa’nın ilk beş büyük liginde gelirler yüzde 5 artışla 8.4 milyar Avro’ya çıktı.
Avrupa futbol piyasasının gelir bakımından 600 milyon avro (yüzde 4) büyüyerek 2009-2010’da 16.3 milyar avro’ya ulaşmış durumda.
‘Deloitte Spor Grubu’nun ‘XXI. Yıllık Futbol Finansmanı Değerlendirmesi’ raporuna göre, İngiltere Premier Ligi 2. 5 milyar Avro gelir ile dünya futbolunda lider lig olmayı sürdürdü. Alman Bundesliga Ligi Avrupa futbolundaki 42 bin 100 kişilik ortalama en yüksek katılım ve reklam gelirlerindeki artış ile birleşince ligin gelir sıralamasında ikinci sırada yer aldı. İspanya’nın La Liga’sı ise yüzde 5 büyümeyle gelirini 1 milyar 718 milyon Avro’ya çıkardı. İtalya’nın Serie A ligindeki gelir 2010/11 sezonunda 21 milyon Avro artışla 1 milyar 553 milyon Avro’ya yükseldi
Fransa’nın Ligue 1 kulüplerinin gelirleri ise yüzde 3 düşüş ile 1 milyar 40 milyon Avro’ya geriledi. Beş büyük ligin dışında ise Rusya 614 milyon Avro, Türkiye 515 milyon Avro ve Hollanda 431 milyon Avro ile en yüksek gelir üreten ligler oldu.
Avrupa’daki ekonomik krize rağmen futbol pazarı (endüstrisi) 2011-2012 sezonunda 2.5 milyar Avro’luk artışla 19.4 milyar Avro’ya ulaştı. 5 büyük lig İngiltere, İspanya, Almanya, İtalya ve Fransa olurken, Türkiye 444 milyon Avro’luk geliriyle 7’inci sırada yer aldı.
Dünyanın en zengin 20 futbol kulübünün 2010-2011 sezonunda toplam gelirleri 4.4 milyar Avro’ya ulaştı.
‘Deloitte’ın Futbol Para Ligi Raporu’na göre listenin ilk sırasında 479. 5 milyon Avro’luk gelirle Real Madrid yer aldı. Barcelona 450. 7 milyon Avro’luk gelirle Real’i izledi. Üçüncü sırada ise 367 milyon Avro’yla Manchester United yer aldı. İkinci Barça’yla Manchester arasında 83 milyon Avro’yu aşan fark oluştu. Listede Türk takımı yer almıyor. Temsil ettikleri ülkelerin ekonomilerinin sergilediği büyümenin iki katını elde eden kulüpler, ortalama olarak 2010 yılında yüzde 1.7 ve 2011’de yüzde 1.3 büyüdü.
2010 yılında dünyanın en zengin kulübü yine İspanyol Real Madrid oldu. Uluslararası danışmanlık şirketi Deloitte’ın ‘Dokunulmazlar: Futbol Para Ligi’ raporuna göre, Real Madrid, 438.6 milyon Avro geliriyle 6. kez dünyanın en zengin futbol kulübü olarak ilk sırada yer aldı.
‘Deloitte’ın raporuna göre, 30 Haziran 2011’de sona eren 2010-2011 sezonunda Real Madrid 479. 5 milyon Avro gelirle dünyanın en zengin futbol kulübü oldu. Yedi yıldır bu unvanı sürdüren Real Madrid, bir önceki yıla göre gelirlerini yüzde 9 artırdı.
Real Madrid, gelirlerinin yüzde 36’sını ticari satış ve sponsorluk gibi ticari faaliyetlerden, yüzde 26’sını bilet satışları dahil maç günü gelirlerinden ve yüzde 38’ini yayın anlaşmalarından elde etti. Barcelona ise gelirlerini yüzde 13 artırarak 450. 7 milyon Avroyla listede ikinci oldu. Rapora göre, dünyanın en zengin 20 futbol kulübünün 2010-2011 sezonunda toplam gelirleri 2009-2010 sezonuyla karşılaştırıldığında yüzde 3 artarak 4. 4 milyar Avroya ulaştı.
Mesela… İspanya’nın dünyaca ünlü kulübü Barcelona’nın yeni sponsoru Beko oldu. Koç Holding’e bağlı Arçelik A.Ş.’nin uluslararası markası Beko, İspanya’nın dünyaca ünlü kulübü FC Barcelona ile 4 yıllık sponsorluk anlaşması imzaladı. Beko’nun logosu, Barcelona’nın yeni formalarının sol kolunda ve antrenman kitlerinin üzerinde yer alacak.[28]
Dünyanın en ünlü ve zengin futbol kulüplerinin 2009-2010 sezonu gelirlerinin masaya yatırıldığı Deloitte’ın, ‘Futbol Para Ligi Raporu’nun 14’üncüsüne göre, ilk 20 kulübün toplam gelirleri ilk kez 4 milyar Avro düzeyini aştı. 20 kulübün geliri, bir önceki döneme göre yüzde 8 artarak 4.3 milyar Avro oldu.
‘Forbes’ dergisinin gelir, kârlılık ve borç seviyelerini dikkate alarak hazırladığı ‘Dünyanın En Değerli Futbol Kulüpleri’ listesine göre, sekiz yıl üst üste dünyanın en değerli futbol kulübü unvanına sahip Manchester United’ın, 2010-2011 sezonunda yayın gelirleri bir önceki sezona göre yüzde 22’den fazla artarak 192 milyon doları buldu. Malcolm Glazer ve ailesinin sahibi olduğu Manchester United’ın 330 milyon taraftarı olduğu tahmin ediliyor.
1.88 milyar dolarlık değeriyle İspanyol Real Madrid ikinci, İspanyol Barcelona en değerli üçüncü futbol kulübü oldu. İlk 20’de yer alan futbol kulüplerinin toplam değeri 15.4 milyar dolar. İlk 20’de İngiltere’den 6, İtalya’dan 5, İspanya’dan 3, Almanya’dan 4 ve Fransa’dan 2 kulüp bulunuyor.
2013-2014 sezonunda Avrupa’nın en üst düzey liglerin kadro değerleri 20 milyar Avro’ya yaklaşırken, İngiltere Premier Lig 3.5 milyar Avro’yu aşan ederiyle Avrupa’nın en değerli ligi oldu. Türkiye Süper Lig de 904 milyon Avro’luk değerle 7. sırada yer aldı.
Avrupa’nın en değerli 10 liginde yer alan 182 takıma bakıldığında en değerli takım 587 milyon 300 bin Avro ederle Barcelona olurken, İspanyol ekibini aynı ülkeden Real Madrid (565 milyon Avro), Almanya’dan Bayern Münih (501 milyon 650 bin Avro), İngiltere’den Manchester City (393 milyon 250 bin Avro) ve Chelsea (467 milyon 750 bin Avro) takip etti. Türk ekiplerinden 160 milyon Avro’luk değere sahip Galatasaray 27’inci sırada yer alırken, Fenerbahçe 151 milyon 100 bin Avro ile 32’inci, Beşiktaş da 103 milyon 250 bin Avro ile 44’üncü sırada kendisine yer buldu.
‘Brand Finance’ın yaptığı araştırma, İngiltere’nin futbol devi Manchester United’ın 635 milyon dolarla marka değeri en yüksek kulüp olduğunu ortaya koydu.
Gelelim dünya kupalarına…
2002 yılında Güney Kore ve Japonya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda hakem başı 20 bin dolar ödeme yapan FIFA, söz konusu rakamı 2006 yılındaki turnuvada 40 bin dolara çıkardı. FIFA, 2010 yılında hakem ücretlerine yüzde 20’lik zam yaptı. Böylelikle FIFA, 8 yılda hakem ücretlerini 30 bin dolar artırmış oldu. Bir önceki turnuvada 4.8 milyon dolarlık ödeme yapılırken 2010 yılında Güney Afrika’da düzenlenen turnuvada toplam 5 milyon 250 bin dolarlık hakem harcaması yapılması yapıldı.[29]
Ayrıca Deloitte’ın, ‘Dünya Futbol Kupası ve Olimpiyat Oyunları Raporu’na göre, Güney Afrika Cumhuriyeti, 2010 Dünya Kupası için 2.7 milyar dolar harcama yaptı. 2014 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak Brezilya ise bu organizasyon için 14 milyar dolar ayırdığını açıkladı.
2022 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olan körfez ülkesi Katar’ın bu organizasyon için ayırdığı para dudak uçuklatıyor. 2 milyon nüfusa ve 225 bin vatandaşa sahip olan doğalgaz zengini Katar, Dünya Kupası organizasyonu için tam 200 milyar dolar ayırdı.
Dünya Kupası, hem evsahibi ülkeye, hem Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği’ne (FIFA) hem de ülke takımlarına büyük gelir sağlayacak. Ev sahibi Brezilya kupadan doğrudan ve dolaylı olarak 51 milyar dolarlık gelir beklerken, FIFA’nın sponsor ve yayın hakkı gelirleri 4 milyar doları aşacak. FIFA, bu paranın 476 milyon dolarını 32 ülke takımına dağıtacak. 3 milyon kişinin tribünlerde maçı izlemesi beklenirken, milyonlarca kişi de televizyon başında olacak.
32 takımın 1 ay boyunca mücadele edeceği turnuvada toplam 64 maç oynanacak. 12 farklı stadyumda oynanacak maçlar için 3 milyondan fazla bilet satıldı. FIFA ise turnuvada 6 ana sponsorla boy gösterecek. Adidas, Coca-Cola, Sony, Visa, Emirates ve Hyundai FIFA’nın ana sponsoru olarak kupaya en önemli desteği sağlayacak şirketler olacak. Bu şirketlerin sponsorluk harcamaları 708 milyon doları aşıyor.
Devamla: Brezilya 2014’de milyon Avro’luk yıldızlar ve astronomik rakamlar kazanan hocalar da şöyle…[31]
Bunlara, sponsorluk bağlamında şunları da eklemeden geçmeyelim: İngiltere Premier Lig kulüplerinin 2010-2011 sezonunda 100 milyon sterlin (156 milyon dolar) değerinde forma sponsorluğu anlaşmasına imza attığı belirlendi.
2009 yılında sponsorluktan 72 milyon sterlin (112 milyon dolar) elde eden 20 İngiliz takımı, aynı yıl Almanya birinci ligi Bundesliga’nın elinde bulunan bu rekoru ele geçirdi. Sponsorluktaki büyümenin, kulüplerin yaptığı bireysel anlaşmalardaki artıştan kaynakladığı belirtilirken, 2010 yılında 12 Premier Lig ekibinin yeni sponsorluk anlaşmalarına vardığı ifade edildi.
Liverpool, 1992’den beri ana sponsoru olan Carlsberg’den ayrılıp Standard Chartered şirketi ile 20 milyon sterlinlik (31 milyon dolar) anlaşma imzaladı.
Manchester United’la birlikte, sponsorluktan en çok kazanan Liverpool’u 14 milyon sterlinle (21 milyon dolar) Chelsea takip etti. Öte yandan Tottenham’ın anlaşmalardan 10 milyon sterlin (15 milyon dolar) ve Manchester City’nin de 7.5 milyon sterlin (11 milyon dolar) kazandığı ifade edildi.
İngiliz Premier Ligi’nin değeri de 3 milyar 248 milyon Avro oldu. Avrupa futbolunun en değerli oyuncularına sahip 10 ligin toplam değeri ise 15 milyar Avro’ya yaklaştı. Bu sıralamada lider İngiliz Premier Ligi’ni İspanyollar takip etti. La Liga’nın toplam futbolcu değeri 2.4 milyar Avro olarak gerçekleşti. İtalyan Seri A ise 2.3 milyar Avro’luk değeriyle dünyanın en değerli 3’üncü ligi oldu. 743 milyon Avro’luk değeriyle Spor Toto Süper Lig, listede 7’nci sırada yer aldı.
ABD’li Nike ile 13 yıllık anlaşmasını bitiren İngiliz Manchester United, Dünya Kupası’nın kazanan markası Alman Adidas’la 10 yıllık sözleşme yaptı. 1.3 milyar dolarlık anlaşma bu alanda bir rekorken; Adidas da forma satışından 2.6 milyar dolar bekliyor.[32]
Böylesine devasa finans akışında futbol antrenöründen futbolcusuna “uçuk” rakamların telaffuz edildiği bir “endüstri”dir…
Örneğin Galatasaray Teknik Direktörlüğü koltuğuna oturan Roberto Mancini, 2013 sezonunda sarı kırmızılı kulüpten aldığı ücretle, en çok kazanan kulüp ve milli takım hocaları sıralamasında kendine yer bulmayı başardı…
Brezilya’nın finans analiz şirketi Pluri Consultoria’nın araştırmasına göre İtalyan hoca, dünyada en çok kazanan teknik direktörler listesinde 15’inciliği elde etti. Mancini yıllık 3.5 milyon Avro’luk kazancıyla geçen seneye göre beş sıra düştü.
Mancini, şampiyonlar ligi’nden eledikleri Juventus’un yılda 3 milyon Avro kazanan hocası Conte’yi de geride bıraktı.
Listenin ilk sırasında 17 milyon Avro’luk kazancıyla bu sezon B. Münih’in başına geçen Pep Guardiola var. Galatasaray’ın, Devler Ligi’ndeki rakibi Chelsea’ye sezon başında Real Madrid’den gelen Mourinho, 10 milyon Avro’luk geliriyle, Guardiola’nın takipçisi. Dikkat çeken bir başka detay ise listedeki 30 hocanın toplam maaşının 2012 yılına göre yüzde 12 oranında azalması. Toplam 141 milyon 700 bin Avro alan hocalar, 2012 yılında 160 milyon 800 bin Avro kazanmışlardı.
Milli takım düzeyinde en fazla kazanan isim 7.8 milyon Avro ile Rusya’yı çalıştıran Fabio Capello. İngiltere Milli Takım Teknik Direktörü Roy Hodgson 3.5 milyon Avro ile ikinci, İtalyan Prandelli ise 3 milyon Avro ile üçüncü sırada.
12 farklı ülkeden teknik adamların yer aldığı 30 kişilik zenginler listesinde İtalyanlar 10 hocayla ilk sırayı kimseye kaptırmadı. İtalyan hocaları, üçer teknik adamla İspanya, Almanya ve İngiltere izliyor. Geçtiğimiz yıl Brezilya’dan 5 teknik direktörün yer aldığı listede bu sezon sadece 2.8 milyon Avro’luk kazancıyla Felipe Scolari yer aldı. Listede yer alan teknik direktörlerin 28’i Avrupa’da görev yaparken, biri Çin, biri de Brezilya’da görev yapıyor. Takım çalıştıran 30 teknik adamın 7’si İngiltere’de 5’i İspanya’da 5’i ise İtalya’da bulunuyor.
Ya futbolcular mı?
Dünyanın en büyük futbol sitesi Goal. Com’un, toplam kişisel servet bazında dünyanın en zengin 50 futbolcusunu gösteren ‘Goal En Zenginler 2013’ listesinin ilk sırasında David Beckham yer aldı. Listede ayrıca Galatasaray’lı Didier Drogba ve Wesley Sneijder de yer alıyor. Bir dönem Fenerbahçe’de oynayan Nicolas Anelka ile Galatasaray forması giyen Franck Ribery de listedeki isimler arasında. Fransa’nın Paris Saint-Germain takımında forma giyen İngiliz yıldız David Beckham, 200 milyon avroluk servetiyle listenin ilk sırasında. Barcelona’nın rekortmen oyuncusu Lionel Messi, 134 milyon avroluk servetiyle Beckham’ı takip ederken, Real Madrid’in süper starı Cristiano Ronaldo, 130 milyon avroluk servetiyle üçüncü sırada yer alıyor.
Ronaldo’nun takım arkadaşı Kaka 80 milyon, eski bir Barcelona oyuncusu olan ve kariyerini ülkesi Brezilya’da sürdüren Ronaldinho ise 73 milyon avro servetiyle listenin beşinci sırasında kendisine yer buluyor.
Galatasaraylı Drogba, 29 milyon Avro’yu bulan servetiyle listenin 24’üncü sırasında bulunuyor. Drogba’nın kazancına Nike, Pepsi, Samsung, Orange France ve Konami’den gelen sponsorluk gelirleri de dahildi ancak bu gelirlerin tamamını hayır kurumlarına bağışladı. Galatasaray’ın devre arası transferlerinden Wesley Sneijder ise gayrimenkul yatırımıyla 25.5 milyon Avroluk servetiyle 26. oldu. Real Madrid’den Mesut Özil’in ise en zengin Türk kökenli futbolcu olduğu belirtiliyor.
Yine ‘transfermarket.com’un veriler göre, Dünya Kupası’nda birçok ülkenin kalecileri değerlerini arttırdı. Bu kaleciler arasında en dikkat çeken isim ise Alman Manuel Neuer, Hollanda Tim Krul, Meksikalı Guillermo Ochoa, Amerikalı Tim Howard ve Şilili Claudio Bravo oldu. Alman Manuel Neuer değerini 35 milyon Avro’ya çıkardı.
2014 Dünya Kupası’nın en sürpriz ismi ise Hollandalı kaleci Tim Krul oldu. 0-0 berabere biten Hollanda-Kosta Rika maçında 120’inci dakikada Cillessen’in yerine kaleye geçen Krul, 2 penaltı kurtararak takımını yarı finale taşıdı. Değerini bir anda 8 milyon Avro’dan 9 milyon Avro’ya çıkaran Hollandalı kalecinin 2017 yılına kadar Newcastle United ile sözleşmesi bulunuyor. 26 yaşındaki yıldız oyuncu kulübünden yılda 3.1 milyon Avro para kazanıyor. Şili, Kosta Rika ve Kolombiya’yı çeyrek finale taşıyan kalecileri turnuvada değerini arttıran oyuncuların başında geldi.[33]
Gelin, dünya futbol endüstrisinin hâline ilişkin “son” noktayı, Murray Bookchin’in, “Şu an varolanın varolmasının zorunlu olduğu kabulü, önsezili düşünceyi aşındıran bir asittir,” sözleriyle koyalım…
II.2) FUTBOL ENDÜSTRİSİNİN TÜRKÇESİ
2011 yılında Türkiye’de futbol ekonomisinin büyüklüğü 500 milyon Avro’yu bulurken, bu ekonominin yakın bir zamanda 1 milyar dolara ulaşacağı tahmin ediliyor. Dünyada ise futbol ekonomisinin toplam büyüklüğü 150 milyar avroyu buluyor. Bu da Türkiye’nin Gayri Safi Milli Hasılası’nın neredeyse yarısı demek.
Türkiye’de 2010’da üç büyük futbol kulübünün toplam gelirleri 600 milyon TL’yi geçti… Gelirlerin yüzde 32’sini yayın hakları oluşturuyor… Stadyum gelirleri ise yüzde 31’lik paya sahip… Reklam ve sponsorlukların payı yüzde 22 civarında… Türkiye’de, lisanslı taraftar ürünü satışları yüzde 15’lik paya sahip… 2010 sezonunda toplam gelirler bir önceki sezona göre yüzde 35 artış gösterdi…
Türkiye takımları 10 yılda Avrupa’dan en çok parayı 2012/ 2013 sezonunda kazandı. Fenerbahçe bu süreçte kasasına 75 milyon Avro koyarak lider oldu. Galatasaray ise bu alanda 60.1 milyon Avro kazandı. Sarı-kırmızılı takım bu gelirin yarısını bu sezon elde etti. Beşiktaş ise Avrupa kupalarında mücadele ettiği yıllarda havuz parasıyla kazancını arttırdı. Siyah-beyazlıların geliri 59.2 milyon Avro oldu. Tarihleri boyunca bir defa Şampiyonlar Ligi’nde mücadele eden Trabzonspor ve Bursaspor da UEFA’da önemli bir gelire ulaştı. Trabzonspor’un kazancı 23, Bursaspor’un geliri ise 21 milyon Avro oldu.
Denizbank Genel Müdürü Hakan Ateş, “Süper Lig takımlarının gelirleri 1 milyar dolara gidiyor… Bankacılık sektörü kulüplere ciddi destek olmaya başladı. Son bir kaç yıldır çeşitli kredilerle kulüplere destek sağlıyoruz,” vurgusuyla nüfusun yüzde 86’sının bir takım taraftarı olduğunu açıklayıp şu değerlendirmeyi yaptı:
iii) Fenerbahçe 1.4 milyar dolarlık değere sahip.
Futbol böylesine önemli bir “ekonomi dalı” olunca TC Merkez Bankası da “Dış Ödemeler” dengesine “futbol” kalemi de eklendi. Bu kaleme göre Türkiye, yurtdışından alınan yabancı oyuncular için 52 milyon dolar (yaklaşık 83 milyon lira) ödendi, gönderilenler karşılığında 16 milyon dolar (yaklaşık 25.5 milyon lira) girdi. Futbolcu alışverişinde 52.5 milyon liralık açık verildi…
Futbol “endüstrisi”nin bazı ekonomik göstergelerini sıralarsak:
iii) 3 büyüklerin değeri 1 milyar lirayı aştı.
2009 yılında düzenlenen yayın ihalesinde 321 milyon dolar ile gelir rekoru kırdığı Spor Toto Süper Lig’in 2010 yılında ilk yarısında 18 kulüp 122 milyon lira para kazandı.
Spor Toto Süper Lig futbolcu değerleri bakımından Avrupa’nın 6’ncı büyük ligi oluyor. 784 milyon Avro’luk futbolcuya sahip Süper Lig, Hollanda, Portekiz, Yunanistan ve Rusya gibi ligleri geride bırakıyor. 3.2 milyar Avro’luk değeriyle İngiliz Premier Lig ilk sırada, İspanya ligi 2.5 milyar Avro’yla 2’nci sırada yer alıyor. Avrupa’nın en değerli ilk 10 ligi şöyle sıralanıyor: i) Premier Lig 3.2; ii) La Liga 2.5; iii) Seri A 2.4; iv) Bundesliga 1.7Ü v) Lig 1 1.4 milyar Avro; vi) Süper Lig 784; vii) Rusya Ligi 774; viii) Portekiz Ligi 674; ix) Hollanda Ligi 612; x) Yunanistan Ligi 512 milyon Avro…
2010-2011 futbol sezonu başlarken Türk futbol endüstrisindeki gelişim sürecini değerlendiren Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Yönetim Kurulu Başkanı Mahmut Özgener, “Kulüplere bu yıl yayın havuzundan haftada 7 milyon lira dağıtacağız. Her hafta 9 maç canlı yayınlanacak. 3 puana 750 bin lira ödenecek,” vurguyla ekledi:
“Spor Toto Süper Lig’de 18 kulübe eşit olarak 10.4 milyon lira ayak bastı parası verilecek.
Şampiyonluk parasından Fenerbahçe ve Galatasaray 18’er milyon lira alacak.
Beşiktaş’a 14 milyon TL, Trabzonspor’a 6.5 milyon TL ve Bursaspor’a da 1 milyon TL verilecek.
Maçlardaki galibiyet primi 750 bin TL, beraberlik 375 bin TL olacak.
Ligi 6’ncı sırada tamamlayan takıma 1.5 milyon lira ödenecek.
5’inci olan takım 3 milyon lira alacak.
4’üncü olan 6 milyon TL, 3’üncü olan 9 milyon lira kazanacak.
2’nci olan kulüp ise 12 milyon liranın sahibi olacak.
Şampiyon olan takım ise kupayı kaldırdığı için 15 milyon lira alacak.”[36]
Bunun yanında süper lige adını veren Spor Toto Teşkilâtı, beş yıllık sponsorluk bedelini sezonun ilk yarısında amorti edeceğini ortaya koydu… Yani 2009 yılının ilk 10 haftasında 603 milyon 257 bin lira hasılat elde eden Spor Toto Teşkilâtı Başkanlığı, 2010 yılının ilk 10 haftasında yüzde 40.55’lik artışla 847 milyon 889 bin lira gelir elde etti.
Tüm bunlara ek olarak: Uluslararası marka değerlendirme kuruluşu ‘Brand Finance’ın araştırma sonucuna göre, Türkiye’nin marka değeri en yüksek takımı Galatasaray oldu.
‘Türkiye’nin En Değerli Markaları’ araştırmasının sonuçlarına göre, futbol takımları arasında marka değeri en yüksek kulüp Galatasaray. 55 milyon dolar marka değerine sahip. Galatasaray’ı 47 milyon dolarla Fenerbahçe, 45 milyon dolarla Beşiktaş ve 26 milyon dolarla Trabzonspor takip ediyor.,
Aslan, toplamda 157 milyon, Kanarya ise 126.4 milyon Avro’yu kasasına koymayı başardı. Aslan’ın maç günü geliri 35.4, Kanarya’nın ise 27.7 milyon Avro oldu.
Evet, 2012 sezon şampiyonlar ligi’nden 30.4 milyon Avro’ya yakın para kazanan Galatasaray, Avrupa’nın en değerli 16 takımı arasına kalmayı başarırken; 2013-2014 sezonunda zirveye yerleşen Fenerbahçe, kasasını da doldurdu. Stat hasılatı, yayın hakları, Fenerium cirosu, reklam ve sponsorluk kazancıyla Fenerbahçe, 300 milyon liralık gelire ulaştı. Performans primi olarak dağıtılan yayın hakları gelirinden 70 milyon lira kazanan Fenerbahçe’nin, reklam, sponsorluk ve isim hakkı kazancı 60 milyon lirayı buldu. Şükrü Saracoğlu Stadı’nın hasılatı ise 70 milyon lirayı geçti. Her geçen yıl sayısı artan Fenerium mağazalarının cirosu ise yaklaşık 80 milyon TL.2013-2014 sezonunda kulübün bonservis geliri ise 20 milyon lira oldu.
Transfermarket.com verilerine göre yüzde 71 doluluk oranına sahip olan Şükrü Saracoğlu Stadyumu’nda Fenerbahçe’nin geliri 70 milyon lira oldu. Sarı-lacivertli takımı stadyumda ortalama 36 bin taraftar izledi.
Yayın gelirleri kulüplerin kasasını doldururken; 2010-2011’de 18 takım 510 milyon lira yayın geliri elde etti. Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarafından dağıtılan yayın gelirinden her hafta kulüplerin kasasına 6.7 milyon lira para girdi.
Bunların yanında dünyanın önemli derbilerinden Fenerbahçe-Galatasaray maçında 2010 yılındaki futbolcu değerleri 271 milyon Avro’luk büyüklüğe ulaştı.[40]
2014’deki Galatasaray – Fenerbahçe maçı 670 milyon liralık değeriyle Süper Lig’in en pahalı maçı oldu. Süper Lig’in en değerli iki takımının karşı karşıya geleceği maçta Galatasaray 355 milyon lira, Fenerbahçe ise 315 milyon liralık değere sahip. Derbinin en pahalı yıldızları ise Wesley Sneijder, Burak Yılmaz, Moussa Sow, Emmanuel Emenike olarak sıralınıyor. Sneijder 40 milyon lira, Burak Yılmaz 38 milyon lira, Sow 37 milyon lira, Emenike ise 33 milyon liralık değere sahip.[41]
Nihayet hakemler… Süper Lig’deki bir hakemin maç başına kazancı 1150 Avro iken, İngiltere’de 3000, İspanya’da 4500, Almanya’da 3600 Avroya çıkıyor.
Dünya Kupası’nda Arjantin-Hollanda arasında oynanacak yarı final maçını yöneten Cüneyt Çakır, 1 ayda 50 bin dolar para kazandı. FIFA’nın organizasyonda görev alan toplam 92 hakeme ise 5 milyon dolara yakın ödeme yapıldı.
FIFA’nın 2011-2014 yılları arasında yaptığı hakem harcamalarının ise 14 milyon doları bulması bekleniyor.
UEFA ise FIFA’dan farklı olarak Avrupa Şampiyonası sırasında hakemlere maç başı ödeme yapıyor. AVRO 2012’de 12 orta hakem, maç başına 15 bin Avro gelir elde ederken, yardımcı hakemler de 7 bin Avro para kazandı.
Tabii bunları böyle olması müthiş harcamaları/ yatırımları “olmazsa olmaz” kılıyor.
Örneğin 2012’de ligde umduğunu bulamayan Fenerbahçe 2013 sezonu transfer için kesenin ağzını açıp, Avrupa’da transfere en çok para harcayan 10. takım oldu.
Futbolun en büyük şov olduğu kıta Avrupa’sında 103 takım transfer yaptı. Bu takımlar arasında en çok parayı 130 milyon Avro ile Monaco harcadı. Onu sırasıyla Arap sermayesinin şaha kaldırdığı Manchester City (60 milyon Avro) ve Barcelona (57 milyon Avro) izledi. Türk takımları arasında sadece Fenerbahçe bu sezon 103 takım arasından Avrupa’nın en çok para harcayan 10 takımı arasına girebildi. Fener bonservis bedellerine 19 milyon Avro harcama yaparak 9. sırayı aldı. Galatasaray 9.3, Beşiktaş ise 1.3 milyon Avro harcadı.
1 Ocak 2013’te başlayan ve 1 Şubat 2013’ta sona eren ara transfer döneminde G. Saray harcama kralı oldu. Kulüpler bir ay süren ara transfer döneminde 65 milyon avro’luk servet harcadı. Transfere yaklaşık 65 milyon Avro (bonservis, sözleşme ve imza bedelleri, kiralama) harcayan 18 takım; 81 futbolcu, 1 teknik direktörle sözleşme imzaladı. G. Saray, F. Bahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor transfere toplam 56.83 milyon Avro harcarken bunun 13.83 milyon Avro’sunu bonservis ve kiralama bedelleri, 43 milyon Avro’sunu da maaş ve imza bedelleri oluşturdu.
Bu hareketlilikte “yıldız futbolcular” da “kazandı”! Örneğin İstanbul’un en eski semtlerinden Bayrampaşa’da doğup büyüyen Arda Turan’ın yeşil sahalardaki başarısı gelirlerine de yansıyor. Atletico Madrid’te 3.7 milyon Avro’ya imza atan Milli futbolcunun, saha dışı kazancıyla yıllık geliri 6 milyon Avro’yu aşıyor.
Galatasaray’dan Atletico Madrid’e giderken 2.5 milyon Avro’luk sözleşmeye imza atan Turan’ın başarılı performansı Avrupalı kulüpleri de harekete geçirmişti. Atletico Madrid Arda Turan’a yeni bir sözleşme hazırlayarak yıllık ücretini de 3.7 milyon Avro’ya çıkardı. İspanyol takımı Arda Turan’ın sözleşmesini 2017 yılına kadar uzattı. Takımının en çok kazanan oyuncularından biri olan Arda Turan’ın değeri ise 25 milyon Avro. Turan’ın primler ve bonuslardan ise yılda 1.3 milyon Avro’dan fazla kazanıyor.
Özellikle Atletico Madrid’e transfer olmasının ardından Arda Turan bir çok markanın da reklam yüzü oldu. Turan, Türkiye Finans, Simit Sarayı, DeFacto, Turkcell, Clear ve Bank of Azerbaijan için kamera karşısına geçti. Markalar Arda Turan’ı reklam yüzü yapmak için yaklaşık 700 bin Avro ödüyor.
Buraya kadar ifade ettiklerim, madalyonun bir yüzü. Öteki yüzde de şunlar var!
Kadro değerlerine göre, 905 milyon Avro ile Avrupa’nın en değerli 7. ligi olan Spor Toto Süper Ligi’nde 4 büyükler 2013’de imza attıkları sözleşmelerle 188.6 milyon Avroluk borcun altına girdi. Fenerbahçe 80.350, Galatasaray 48.200.000, Beşiktaş’ta 39.210.000, Trabzonspor 20.830.000 milyon Avro borçlandı.
Dört büyük kulübün toplam borcu 1.7 milyar liraya ulaşırken; Galatasaray, zarar ve borçlulukta da zirveye oturdu.
Beşiktaş’ın toplam borcu 479.1 milyon liradan 320.5 milyon liraya gerilerken, zararı da 150.8 milyon liradan 68.3 milyon liraya düştü.
Fenerbahçe’nin geliri 246.5 milyon TL ile bir önceki sezonla aynı seviyede kalırken, net kârı 5.9 milyon liradan 1.6 milyon liraya geriledi. Fenerbahçe’nin futbolculara ve teknik heyete yaptığı ödemeler 2012 yılında 112.5 milyon liradan 162.2 milyon liraya çıktı. Borcu 244.2 milyon liradan 405.5 milyon liraya çıktı.
Geliri 135.9 milyon liradan 66.7 milyon liraya inen Trabzonspor, 2012 yılını 61.2 milyon lira zararla kapattı. Trabzonspor 2011 yılında 5.7 milyon lira kâr elde etmişti. Borcu 178.7 milyon liradan 203.1 milyon liraya çıktı.
Özetle 5 sezonda 4 büyüklerin transferdeki zararı tavan yaptı; kulüplerde adeta kara delik açıldı.[44]
Özetin özeti dört büyük kulübün transferdeki hovardalığı sürerken borçları 1.7 milyar liraya ulaştı. Kulüplerin borcu gelirlerinin 5 katına ulaştı.
Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve Trabzonspor’un 30 Kasım 2012’de sona eren 6 aylık mali tablolarına toplam borcu 1 milyar 689 milyon liraya ulaştı. Toplam borç, 31 Mayıs 2012’de sona eren mali yıla göre 6 ayda, Galatasaray’ın borcundaki düşüşün etkisiyle, 46.4 milyon lira azaldı.4 büyük arasında borcu azalan tek kulüp Galatasaray oldu. Kulüplerin 6 aylık toplam geliri, bir önceki yılın aynı dönemine göre azalarak 361.3 milyon liraya geriledi. Futbol kulüplerinin toplam borcu, gelirlerinin neredeyse 5 katına ulaştı.4 büyük arasında kâr eden olmazken, en fazla zarar eden Cimbom oldu.[45]
Yani borç batağındaki futbol ekonomisinin büyüklüğü 5 milyar dolara, futbol kulüplerinin gelirleri ise 600 milyon dolara ulaşırken; dört büyük kulübün borcu 9 ayda 381 milyon TL arttı. Dakikada bin 34 lira zarar eden kulüplerin günlük borç artışı 1. 4 milyon liraya ulaştı
Takımların Süper Lig’de mücadele eden futbol kulübünü bünyesinde bulunduran dört şirketinin 1 Haziran 2013-28 Şubat 2014 tarihleri arasındaki 9 aylık dönemi kapsayan mali tabloları, durumun vahametini ortaya koyuyor. Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve Tarbzonspor’un toplam borcu 9 ayda 380. 9 milyon lira artarak 2 milyar 51 milyon liraya ulaştı. 9 aylık zarar ise yüzde 145’lik artışla 406. 5 milyon lira oldu.
9 aylık dönemde günlük ortalama borç artışı 1 milyon 395 bin lira oldu. Bu kulüplerin borcu saat başı 58 bin 143, dakikada ise 969 lira arttı. Borç artışı ve kurdaki yükselişle birlikte zarar da katlandı. Dört büyük kulübün günlük zararı 1 milyon 488 bin TL oldu.
Şampiyonluktan uzak geçen 5 sezonda 59 transfer yapan ve bunlara 200 milyon TL harcayan Beşiktaş hedefine ulaşamadı… Ama bu sürede kulübün borçları da 115 milyon TL’den 568 milyon TL’ye yükseldi.
Konuyla bağıntılı son bir şey daha: Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) sigorta prim borçluları listesindeki 11 bini aşkın prim borçlusu işveren arasında 52 spor kulübü de yer aldı. Samsunspor 967 bin lirayla spor kulüpleri arasında birinci borçlu oldu.
Devasa borçların artısını da devasa zararlar oluşturdu.
Örneğin 5 yılda 3 büyük kulüp, beklediği performansı bulamadığı 4 yabancı teknik direktörü takımdan kovarak 16 milyon 200 bin Avro’luk tazminat ödemeye mahkûm oldu. Bu hocalar arasında en yüksek tazminatı, 7.8 milyon Avro’yla Beşiktaş İspanyol Vicente del Bosque’ye ödendi.
II.3) EK HATIRLATMA(LAR)
Evet, futbol bir “endüstri”dir; malî bir işlem, bir borsa hareketidir…
Kim bu gerçeği inkâr edip, gölgeleyebilir ya da güzellemeye kalkışabilir ki?
Evet, evet futbol, borsanın bir figüranıdır!
“Nasıl” mı?
Ardı ardına aktardığım şu haberleri dikkatle okuyun!
Ocak 2011: Türkiye’nin üç büyük kulübünden olan ve futbola ait her türlü gelir ve gideri ile halka açık olan Beşiktaş ve Galatasaray’ın toplam borcu 6 ayda 156.7 milyon TL artarak 867.9 milyon liraya ulaştı. İki kulübün toplam borcunda 6 aylık dönemde günlük ortalama 855 bin liraya yakın artış yaşandı…
Fenerbahçe’nin halka açık şirketi altı aylık dönemi 4.5 milyon lira zararla kapattı. Sportif A. Ş.’nin zararı ilk çeyrekte 29.3 milyon liraya kadar çıkmıştı. Satış geliri 123.3 milyon liraya çıkan Sportif Fenerbahçe A. Ş.’nin toplam borcu 63.1 milyon lira seviyesinde bulunuyor.
Trabzonspor’un futbol takımını 2010 yılından devralınan Trabzonspor Sportif A. Ş. ise, Fenerbahçe’nin yerine Şampiyonlar Ligi’ne girmesinin etkisiyle 82.8 milyon lira gelir elde ettiği ilk altı ayı 20 milyon lira kârla tamamladı. Şirketin borcu 93.1 milyon liradan 169 milyon liraya çıktı.[46]
Temmuz 2011: Şike soruşturmasının 2010-2011 sezonunu şampiyon tamamlayan Fenerbahçe üzerinde yoğunlaşması kulübün İMKB’deki şirketini eritti.[47]
Borsada işlem gören kulüp şirketlerinin piyasa değerleri iki günde 623 milyon TL eridi. En fazla değer kaybı Fenerbahçe hisselerinde yaşandı. Fenerbahçe’nin piyasa değeri 512 milyon TL düştü.[48]
Futbola inen “Şike balyozu”nun finansal maliyeti ciddi boyutlara vardı. Trabzonspor Başkanı Sadri Şener’in gözaltına alınmasıyla kayıplar hızlandı. “Fener küme düşer, Trabzon şampiyon olur” beklentisiyle sert yükselen Trabzonspor hisseleri, “kaybettirenler ligi”nin zirvesine çıktı.[49]
Ağustos 2011: 1.5 aydır şike soruşturmasına kilitlenen yatırımcı, Futbol Federasyonu’nun kararı öncesi “Fenerbahçe küme düşmeyecek” beklentisine oynayınca, 4 büyükler prim yaptı. Fenerbahçe yüzde 20, Galatasaray yüzde 16.36, Beşiktaş yüzde 12.24 ve Trabzonspor yüzde 14.6 yükseldi. Başta Fenerbahçe olmak üzere, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor’un borsadaki işlem gören şirketleri toplam 425 milyon 67 bin lira değer kazandı.[50]
Ardından Fenerbahçe için Şampiyonlar Ligi kapısı kapanınca, borsadaki hisseleri de bir günde 220 milyon lira eridi. Fenerbahçe yerine Şampiyonlar Ligi’ne gidecek olan Trabzonspor hisseleri ise tavan oldu ve 72 milyon 500 bin lira değer kazandı.[51]
Sonra da Şampiyonlar Ligi şansını kaybeden Fenerbahçe’nin hisseleri gerilemeye devam ederken, Trabzonspor hisseleri 26 Ağustos 2011’de de coşkuyu sürdürdü. Yüzde 17. 9 daha yükselen Trabzonspor hisseleri 2 günde yüzde 43 prim yaptı. Böylece hisselerin değeri iki günde 145 milyon lira artarak 477.5 milyon lira oldu. Taraftar yatırımcı desteğiyle toparlanmaya çalışan Fenerbahçe hisseleri ise 26 Ağustos 2011’de 0.76 düştü.[52]
Mart 2013: Galatasaray Sportif’in 574.3 milyon lira olan piyasa değeri UEFA Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale çıkmasıyla 598 milyon liraya kadar yükseldi. İMKB’de işlem gören Galatasaray Sportif’in piyasa değeri futbol takımının UEFA Şampiyonlar Ligi’nde Schalke 04’ü eleyerek çeyrek finale çıkmasıyla 23 milyon 698 bin 718 lira artarak 598 milyon lirayı aştı. 12 Mart 2013 gününü 41.20 liradan kapatan Galatasaray hisseleri 13 Mart 2013’de 43.30 liraya kadar yükseldi. Hisseler yüzde 1.21 yükselişle 41.70 liradan kapandı.[53]
Mayıs 2013: Galatasaray ve Fenerbahçe’nin borsadaki yatırımcısı taraftardan farksız. İki kulübün hisselerini alanların sayısı değer kaybına rağmen 3333 arttı… Merkezi Kayıt Kuruluşu verilerine göre Galatasaray hisselerinde 2011’de 14.061 olan bireysel yatırımcı sayısı, 2012’de 16.047’ye çıktı. Aynı dönemde Fenerbahçe hisselerindeki yatırımcı sayısı da 18.084’ten 19.431’e çıktı. İki kulübün borsadaki yatırımcı sayısındaki toplam artış 3.333 oldu. Buna karşılık, tarihinin en kötü sezonlarından biri geçiren Beşiktaş’taki yatırımcı sayısı 16.174’ten 14.111’e, Trabzonspor’daki yatırımcı sayısı da 9.476’dan 7.909’a indi.[54]
Ekim 2013: Dört büyük kulübün 31 Mayıs-31 Ağustos 2013 tarihleri arasındaki üç aylık dönemdeki toplam zararı 145 milyon, borcu ise 400 milyon TL’yi aştı. Başka bir ifadeyle bir maç süresi olan 90 dakikadaki zarar 98.9 bin TL oldu.
Türkiye’nin dört büyük futbol takımının mali tablolarındaki bozulma hızlanarak devam ediyor. Borsa İstanbul’un Eylül 2013’deki “kendinizi düzeltin” uyarısına maruz kalan borsadaki futbol şirketlerinin borçları ve zararları katlanarak büyüyor.
Dört büyük kulübün futbol takımlarını bünyesinde bulunduran şirketlerin 31 Mayıs-31 Ağustos tarihleri arasındaki üç aylık dönemdeki toplam zararı 145 milyon 675 bin TL oldu. Bu şirketlerin borcu ise üç ayda yaklaşık 400 milyon TL artarak 2 milyar 53 milyon liraya çıktı.[55]
“Endüstriyel” futbolu, borsasız, profesyonelsiz düşünemez ve sunamazsınız; tıpkı bağrında taşıdığı eşitliksizlikten de soyutlamayacağınız gibi…
Yine “Nasıl” mı?
Mesela: Futbolcular, yüksek transfer ücretleri karşılığında sadece yüzde 5-15 arasında değişen vergi ödeyecekler.
Türkiye futbolcular için adeta bir “vergi cenneti” özelliği taşıyor. Futbolcular yüzde 15, bir alt ligdeki kulüplerde oynayan futbolcular yüzde 10, diğer kulüpler yüzde 5 vergi ödüyor.
Transfer sezonunda milyonlara imza atan yeşil sahaların yıldızları, memurlardan bile düşük vergi ödüyor. Futbol kulüplerinin İMKB Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) gönderdiği transfer ücretleri üzerinden derlediği verilere göre, süper ligde oynayan futbolcular 2012-2013 sezonu için milyonlarca liraya anlaştı. Bu arada Türkiye futbolcular için adeta bir “vergi cenneti” özelliği taşıyor.
Mesela, transfer rekortmeni Selçuk İnan 2011-2012 sezonunda 8.7 milyon TL’lik kazancına karşılık 1.3 milyon TL vergi ödeyecek. Eğer Selçuk işçi, doktor ya da memur olsaydı bu rakam 3 milyon TL’yi aşacaktı.
Yani işçi Selçuk İnan yılda 8.7 milyon lira kazanan futbolcu Selçuk İnan’ın 2 katı vergi ödüyor…
Tüm bunlar böyleyken; “Sporu takip etmeyenlerin dünyadan kopuk sayıldığı, dışlandığı hatta aşağılandığı düzende yaşıyoruz. Oysa oyunun adı ne olursa olsun birçok ülkede böyle. Birbirlerini alt etme mücadelesi veren takımların taraftarları olmak. Cepheleşmek. Bu özellikle erkekler için geçerli. Hele futbolla ilgilenmiyorlarsa cinsel kimlikleri bile sorgulanabilir. İlgisizlikleriyle dalga geçilir, alay konusu olurlar. Erkek tayfasına aitliklerini kanıtlama kompleksine kapılanlarsa spor savaşlarıyla ilgileniyormuş gibi yaparlar. Az tanıdıklarıyla ayak üstü sohbetlerinde futbol geyiğini ilk empoze eden onlardır.”[56]
Bunların böyle olmasına karşın “Futbol çağımızın en büyüleyici, en çekici alanı hâline geliyor. İnsanların çok önemli bir bölümünün kendilerini bulduğunu düşündüğü, kendilerini ifade etmenin arenası olarak algıladığı çok temel bir bağlamı temsil ediyor futbol.
Sevinçlerin, düş kırıklıklarının, umutların, öfkenin, hatta direncin yegâne sahasına dönüşme eğilimindeki futbol üzerinden esasında günümüz koşullarına dair bir çözümleme yapmak mümkün. 1980 darbesinden bu yana politik sahanın etkinsizleştirildiği, yurttaşlık anlayışının tek yönlü -baskı yönünde- değiştirildiği, eşitlik, adalet, erdemlilik gibi ilke ve ideallerin yozlaştırıldığı, hak aramanın aptallık boyutuna düşürüldüğü bir toplumsal bağlamda futbol bütün bastırılmışlıkların neredeyse tek çıkış yolu gibi görünüyor.
Daha büyük saha kavgaların, hırsların, mücadelelerin gerçekleştiği tek saha neredeyse futbol sahası… Burada sözünü ettiğim elbette futbolcuların oyunlarını oynadıkları saha değil. O saha üzerinden inşa edilen daha büyük bir saha var ve bu saha kültürel sahadan da ekonomik sahadan da elementler içeriyor. Televizyon programları içinde futbol programlarının -spor programları demiyorum- önemli ağırlığı buradaki meselenin anlaşılmasını sağlayabilir. Haber bültenlerinden ziyade futbol bültenlerinin izlenmede rekor düzeylere ulaşması, vahim bir duruma işaret ediyor. Sahada oynanan oyunun estetik yanı, eğlendirici boyutu televizyonlarda yeniden üretiliyor ve elbette bu işlem gerçeğe uymayan ve ona dayanma gereksinimi duymayan bir bağlamda gerçekleştiriliyor.
Genelde hayat burada sözünü ettiğimiz sürecin tam tersi yönde akar. Karmaşık, büyük, zor meseleler basit, küçük ve anlaşılabilir bir modele indirgenerek tartışılır ya da açıklanır. Ancak, futbolla ilgili olarak bunun aksi yaşanıyor. 105 metre uzunluğunda ve 68 metre enindeki bir sahada 22 insanın 90 dakika mücadele ettiği bir spor dalı olan futbol, hem mekân hem de zaman açısından akıl almayacak oranda büyür. 22 insanın mücadelesi bir toplumun mücadelesine dönüşür, 90 dakika günlere hatta bazen aylara uzar ve saha artık bütün ülke topraklarıdır. Bu nedenledir ki, futbol bir endüstridir, futbol bir kültürel arenadır. Hatta politik dili ikame etme ‘başarısını’ sağlayacağa benzer bir dildir futbol.
Sınıfsal ve ulusal üyeliklerin oldukça yıprandığı, cemaatlerin, dinsel ve etnik kimliklerin özcüleştirildiği bir dönemde futbolun kolektif bir aktörlüğe soyunması anlaşılabilir bir şeydir. İşçi sınıfı üyeliğiyle burjuva sınıfı üyeliğinin kesişme hatta aşılma noktasıdır futbol. Fenerbahçe’nin şampiyonluğu bir işçi için tekel direnişinden daha önemlidir. Galatasaraylı olmak, yurttaş olmaktan daha ‘şanlı’ bir üyeliğe dönüşmüştür. Daha yaşanılır ve dolayısıyla daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum inşasına duyulan özlem, artık tutulan takımın başarısını arzulamaktan daha basit bir şeydir. Neden futbolda şiddet var ya da neden şiddet artıyor? Niçin taraftarlar bir maç için her şeyi göze alıyor?
Hırsın, öfkenin, diğerini dışlamanın arenasına nasıl dönüşüyor futbol? Bütün bu sorular daha önce söylediklerimizin ışığı altında aydınlığa kavuşturulabilir. Politik sahası taleplerin, özlemlerin, projelerin gerçekleştiği ve umutların bağlandığı saha olmaktan çoktan çıkarılmış, sosyal devleti yağmalanmış, adalet duygusu sarsılmış, üniversiteleri sıradan okullara dönüştürülmüş, öğretmenleri ve akademisyenleri entelektüellikten uzaklaştırılmış bir toplumun bütün dertlerini sahada oynanan maçı ülke çapındaki maça dönüştürerek aşmaya çalışması anlaşılabilir bir durum. Niteliğin ve başarının önemsenmediği bir kültüre – neo-liberal duruma- koşar adım, düşünmeden ulaşmış, planı düşman ilan etmiş, erdemliliği çağdışı bir ‘gevezeliğe’ indirgemiş bir toplumun sanata, bilime, yaratıcılığa, sıradışılığa prim vermesi düşünülemez.
Dayanışmayı çoktan dışlamış, yarışmayı ilke edinmiş, kardeşliğin yerine kazandıran ilişkiyi koymuş bir toplum elbette futbolun hırs, mücadele, karşıtlık yönlerini büyük bir sahadaki düşmanlığa ve şiddete dönüştürür. Aslında, kolektif mücadelenin ve bireysel yaratıcılığın bütünleştiği bir ‘oyun’ olarak futbol, keyif verici ve zevk tattıran bir oyundur. Maradona’yı ya da Platini’yi seyretmek ne güzel mutluluktur! Tanju’yu ya da Rıdvan’ı yeteneklerinden ve başarılarından dolayı kutlamak çok insani bir durumdur. Ama hepsi bu! Futbol bir oyundur. Hayatın kendisi de elbette bir oyundur.
Ancak, hayat oyununun içinde futbol oyununun kapsamadığı o kadar çok yön ve nitelik var ki! Futbol sahasının devasa bir sahaya dönüştürülmesi hayatın içindeki oyunların küçültülmesini gerektiriyor. Diğer insanlarla ilişki kurmanın yolları, ofsayttan gol atmaya ya da hakemin çalmadığı bariz faule indirgeniyor. Başarılı olmak, ‘hakemin’ tavrına ya da kural ihlâline dayandırılıyor. Bundandır ki, yaklaşan genel seçimler, süper ligdeki şampiyonluk kadar çekici olmuyor. Seçimlerin de hakemleri olduğu, siyasetin kendi iç dinamiklerinden ziyade uzaktaki dinamiklerinin belirleyici olduğu ortaya çıkıyor. Bursaspor’un taraftarlarının Beşiktaş taraftarlarını düşman addetmesi, ölümüne ve öldüresiye ortalığı cehenneme dönüştürmesi ancak futbol sahasının devasa sahaya, hayat sahasına dönüştürülmesi bağlamında anlaşılabilir.
Yani, futbolu futbolun dışına taşıyan sorunlar üzerinde durmadan, insanların temsil ve ifade sorunlarına odaklanmadan, futbolun sorun ürettiği ya da şiddeti beslediğini söylemek aşırı basitleştirmedir. Aşırı basitleştirme kuşku yok ki klişeleştirmeden başka bir anlama gelmez”ken;[57] top iki direğin arasından geçtiğinde, ya da geçmediğinde ortalığı kırıp dökmek “spor” değildir…
Belki; oyundur, yarışmadır, eğlencedir… Belki bahis… Belki kumar… Belki sanayidir… Ama bu hâliyle futbol spor değildir!
III) ŞİKENİN, YOLSUZLUKLARIN FUTBOLU
Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA), Birleşmiş Milletler (BM) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) veri ve raporlarından derlediği bilgiye göre, futbol ekonomisindeki hızlı gelişme, şike ve diğer yolsuzlukların da artmasına neden oldu.
Mesela Türkiye’de futbol ekonomisinin büyüklüğü 2010 yılında 500 milyon Avro’yu bulurken, bu ekonominin yakın bir zamanda 1 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor.
Dünyada futbol ekonomisinin toplam büyüklüğü 150 milyar Avro’yu buluyor. Türkiye’de 2010’da, üç büyük futbol takımının toplam gelirleri 600 milyon lirayı geçti.
Bu nedenle de 5-10 yıllık dönemde, futbol ekonomisinin hızlı bir gelişme içinde olması, bu sektöre girenlerin sayısını da arttırdı. Avrupa’daki futbol pazarının büyüklüğünün 10 milyar doları aşması ve futbol sektöründe karların artmasının tüm spor sektöründeki yatırımların en çoğunun futbola yapılmasını sağladığı, ancak bunun sonuçlarının ise özellikle son yıllarda olumsuz yönde görülmeye başlandığı kaydedildi. Futbol sektörüne rahat bir şekilde girilmesi, yasadışı kazanç peşinde koşanlar ile kara para aklayıcılarının da Avrupa’da bu sektöre girmesine imkân sağladığına dikkat çekilirken, kulüplerin bir çoğunun tam profesyonel standartlarda olmamasının da futbolcu ile menajer ve kulüp ilişkilerinde yolsuzluklara neden olabileceği ifade ediliyor.
Bazı futbol kulüplerinin sağlam ve sürekli finansman kaynaklarına sahip olmamasının da yasal olmayan gelir kaynaklarına zemin hazırladığı belirtiliyor. Menajerlik sisteminin kurumsallaştırılmasının, şike ve benzeri olayların azalmasına neden olacağı ifade ediliyor.
Endüstri hâline gelen futboldan gelir elde edenlerin sayısının gün geçtikçe artmasının yanı sıra özellikle reklam ve sponsorluk gelirlerinin çok hızlı şekilde yükselmesi, bu sektöre olan ilgiyi daha da artırdı.
Böylesi bir tabloda Mustafa Sönmez’in ifadesiyle, “Futbol sektöründe (…) sermaye-mafya işbirlikleri almış yürümüş”ken; dünya şampiyonalarının bile hangi ülkede yapılacağına karar verenlerle ilgili yolsuzlukları anımsayın.
İngiliz parlamenter Damian Collins, 2022 Dünya Kupası’nın Katar’da yapılması lehinde oy kullanan FIFA’nın iki yürütme kurulu üyesinin 1.5 milyon dolar rüşvet aldıklarını öne sürmedi mi? FIFA Başkanı Sepp Blatter’in koltuğu rüşvet iddialarıyla sallanmadı mı?
Surinam Futbol Federasyonu Başkanı Louis Giskus, kendilerine, içinde 40 bin dolar bulunan bir zarf hediye edildiğini söyleyince, Asya Futbol Konfederasyonu’nun eski başkanı Muhammed bin Hammam FIFA Başkanlığı adaylığından çekilmedi mi?
Aslı sorulursa Brezilya 2014’de başlarken FIFA, Silvio Berlusconi’yi dahi kıskandıracak seviyede yolsuzluk, rüşvet ve kirli ilişkiler iddialarıyla karanlığa bulanmış durumdaydı…
Dave Zirin’in işaret ettiği gibi, “FIFA, Sepp Blatter’in demir yumruğu altında o kadar çok skandala battı ki her an yeni PR krizlerine bulaşmayacaklarını hayal etmek güç. Blatter, kendisi gibi skandallarla dolu bir başkanlık dönemi geçiren akıl hocası João Havelange’in yerine 1998’de göreve geldi. Başkanlığı döneminde FIFA yetkilileri kötü mali yönetim, rüşvet, başka bir yüzyıldan gelmiş gibi duran cinsiyetçilik ve homofobi suçlamalarıyla karşılaştı.
FIFA’daki yolsuzluklar yıllardır “herkesin bildiği bir sır” durumunda ve yeni iddialar artık öfkeye bile sebebiyet vermiyor. FIFA, şikeyi engellemekle yükümlü ancak ‘The New York Times’ın araştırmasına göre 350 kişilik ekibinden yalnızca 6’sı bu konuda yetkili. Kurum, yolsuzluğu gözlemlemekle de yetkili ancak bunu yapmadığı çok açık. 2022 Katar Dünya Kupası hakkında uzun süredir rüşvet iddiaları gündemde…”
Evet, Brezilya’da protestolar devam ederken, 2022’de Katar’da yapılacak şampiyona ise rüşvet tartışmaların odağında yer alıyor. Her yıl yüzlerce işçinin ölümüne yol açan altyapı inşaatları ve yaz aylarındaki sıcaklıklar Katar’ı zor durumda bıraktı. Avustralya ve Japonya ise seçimlerin yenilenmesini istiyor.
31 Mayıs 2014’de ‘The Sunday Times’ın yayınladığı belgelere göre geçmişte FIFA başkan yardımcılığı görevini yürüten 65 yaşındaki Katarlı işadamı Muhammed Bin Hammam’ın 2022 Dünya Kupası’nın ülkesi Katar’da yapılmasını sağlamak adına FIFA’nın seçim kurulu üyelerine 5 milyon doların üzerinde rüşvet verdiğini öne sürdü. Buna göre Bin Hammam, 2011’de FIFA başkanı seçilmek için yürüttüğü kampanya kapsamında rüşvet dağıttığı ortaya çıkınca organizasyondan atılmış ve dünya futbolu ile ilgili bir organizasyonda rol oynaması yasaklanmıştı.
Gazete, Bin Hammam’ın Katar’ın Dünya Kupası adaylığı sırasında da kişisel şirketine ait 10 rüşvet fonunu kullanarak Afrika kıtasındaki 30 Futbol Federasyonu’ndan yetkililere yüksek miktarlarda ödeme yaptığını ve bu şekilde FIFA’nın seçim komitesinde bulunan 4 Afrikalı üyenin oyunu satın aldığını belirtti.
Bin Hammam’ın ayrıca FIFA Seçim Kurulu’nun Okyanusya üyesi Reynald Temarii’nin 305 bin Avro’yu bulan yasal masraflarını karşıladığı da belirtildi. Temarri geçmişte gizli görevdeki muhabirlere Dünya Kupası ile ilgili oyunu satması için kendisine 12 milyon dolar rüşvet verildiğini söylemiş ve bunun üzerine FIFA onu görevden uzaklaştırarak hakkında yasal süreç başlatmıştı.
2022 Dünya Kupası’nın Katar’da yapılmasına karşı çıkanların bir diğer gerekçesi ise, altyapı çalışmaları ve stadyum inşaatlarında çalıştırılan onbinlerce yabancı işçinin içinde bulunduğu zor koşullar. Yaz aylarında 50 dereceyi bulan sıcaklıklarda zor şartlarda çalıştırılan göçmenlerden yüzlercesi yaşamını yitirdi. Kafala adı verilen bir sistemle çalıştırılan yabancı işçiler arasında yaşamını yitirenler arasında çoğunluğu Nepal ve Hindistan’dan gelenler oluşturuyor. Sadece 2013 yılında Katar’da ölen Nepalli göçmen işçi sayısının 180’in üzerinde olduğu tahmin ediliyor.
Toparlarsak: Andrew Jennings, önsözünü Brezilya’nın futbol efsanesi Romario’nun yazdığı ‘Omertà’da[58] FIFA Başkanı Sepp Blatter’in kurduğu rüşvet ve suskunluk yapısını anlatırken kurumun, Blatter aracılığıyla girdiği kirli ilişkilere değinir.
Jennings kitabında, FIFA Başkanı Blatter’i “mafya babası” olmakla, rüşvet ve şantaj ağı kurmakla ve FIFA delegelerinin çoğuna bir çeşit suskunluk yemini ettirmekle suçluyor. Hatta olayın sadece Blatter’le sınırlı kalmadığını, işin 1974-1998 arası FIFA Başkanlığı yapan João Havelange’a dek uzandığını söylüyor.
Jennings, FIFA’nın artık büyük bir şirket ya da Dünya Kupası’nı (ve diğer büyük futbol olaylarını) düzenleyecek ülkelerdeki şirketlere aracılık eden bir kurum durumuna getirildiğini belirtirken bunun, Havelange’ın başkanlığında temellerinin atıldığını vurguluyor. Blatter’le zirve yapan süreç yüzünden FIFA ve futbol organizasyonlarının yolsuzluk, rüşvet ve mafyalaşmayla anılır hâle geldiğini not ediyor. Örnek olaraksa 2006’yı (bir oy farkla) Almanya’nın, 2010’u (sadece Afrika ülkeleri aday olacak diyerek) Güney Afrika’nın ve 2014’ü Brezilya’nın kazanmasını gösteriyor ama olay bunlarla sınırlı değil elbette.
Jennings’in ‘Omertà’da ana konu olarak önümüze koyduğu şey Brezilya mafyası ve Blatter’in (dolayısıyla FIFA’nın) bu oluşumla ilişkisi. Alttan yürüyen bir başka konu ise Dünya Kupaları, FIFA organizasyonları, Havelange’ın ve Blatter’in FIFA’da kurduğu yolsuzluk, rüşvet ve suskunluk ağı. Jennings, uzun dönem bir kurumun başında kalan herkes gibi Havelange’ın ve özellikle Blatter’in FIFA içinde istediği gibi at oynattığını, tehditlere ve kimi zaman şantaja başvurduğunu belirtiyor. Buradan bakınca 2006 Almanya, 2010 Güney Afrika, 2014 Brezilya, 2018 Rusya ve 2022 Katar Dünya Kupası organizasyonları üzerindeki şaibelerin kaynağı da ortaya çıkmış oluyor.
Sporda yolsuzluk ve rüşvet araştırmalarıyla nam salan Jennings, Omertà’daki iddialarını ve tezlerini elindeki belgelere, mahkeme kayıtlarına dayandırıyor. Bir dedektif gibi tüm ipuçlarını takip eden Jennings, kitabın iki ana konusunu tüm ayrıntılarıyla verirken bize, güncel tartışmaların (Brezilya’daki protestolar ve 2022 Katar şaibesinin) kaynağına yönlendiriyor.
Jennings, kitabında Blatter’in çizdiği yolsuzluk ve rüşvet haritasını ortaya çıkarıyor. Eski FIFA Başkanı Havelange zamanında ve Brezilya’nın diktatörlükle yönetildiği dönemde temeli atılan, bugün “işadamı” olarak ülkede faaliyet gösteren ve uluslararası arenada (bilhassa spor organizasyonlarında) lobi yapan Brezilya mafyası, Jennings’e göre 2014 Dünya Kupası ve 2016 Rio Olimpiyatları’nın kazanılmasında büyük pay sahibi. 2014 ve 2016 için Brezilya’da yapılan astronomik harcamaların, ülkenin yoksul halkını ayaklandıran en önemli etken olduğu düşünülürse Jennings ve öbür yorumcuların, hem Brezilya mafyasının hem de Blatter’in bu protestolardan rahatsızlık duyduğunu söylemesi göz ardı edilmemeli.
III.1) ŞİKENİN DÜNYASI
Dünya futbolunu yöneten FIFA’nın yönetimini ele geçirmek için yapılan ‘kulis’ler başta olmak üzere pek çok ‘ölümcül günah’ı dillendirir, ‘Faul: Fifa’nın Karanlık Yüzü’ ile ‘Futbol A.Ş.’ isimli kitabında Christian Authier;[59] haksız da değildir…
Örneğin Kanadalı gazeteci Declan Hill’in yazdığı ‘Şike: Futbol ve Organize Suçlar’[60] başlıklı yapıt, bu konunun dünya çapındaki örneklerini tüm çıplaklığıyla -tabii ki gerçek kahramanlar yerine takma isim kullanarak- okuyucuya aktarıyor. Bunu yaparken de olayın yeşil sahada cereyan eden kısmıyla ilgili konuşmuyor, satrançtan basketbola hatta sumoya kadar, rekabetin olduğu her alanda ‘maç bağlama’ tabir edilen şikenin varlığından söz ediyor.
Kitapta, izlediğiniz maçlardan yaptığınız çıkarımların bazılarının gerçek olduğunu görebilir, bazı kısımlardaysa bugüne kadar doğruluğuna inandığınız şeylerin aslında konuyla pek de alâkâsı olmadığının farkına varabilirsiniz. Bu işi yapanların ulaştıkları arsızlığın -Bir Asya Ligi’nde sezon içerisinde oynanan maçların yüzde 80’inin bağlanması- karşısında gerçeklerden bihaber şekilde futbol izlediğinize hayıflanabilirsiniz.
Gerçekten de ‘Uluslararası Profesyonel Futbolcular Birliği’ (FIFPro) tarafından gerçekleştirilen bir araştırma, Avrupa’da oynayan her 4 futbolcudan birinin, oynadığı ligde şike yapıldığından haberdarken; fikri sorulan futbolcuların yüzde 23.6’sının şikenin bilgileri dahilinde olduğunu ifade ettiğini ortaya koydu!
Sadece bu kadar da değil! Farklı liglerde oynanan maçlarda şike yaptıran Singapurlu Chann Sankaran’ın, Manchester’da bir oteldeki konuşmaları ‘The Daily Telegraph’ gazetesi tarafından gizlice kaydedildi. Söz konusu kayıtlara göre Sankaran, “Ben Dünya Kupası’nda da şike yaptırdım. Şike yaptığım yerler Avusturalya, İskoçya, İrlanda, Dünya Kupası ve Dünya Kupası eleme maçları,” dedi!
Bunların böyle olmasının bir tarihi var elbette!
Yeşil sahaların karanlık tarihi, futbolun emekleme günlerinde başlamıştı, hem de bu oyunun beşiği İngiltere’de. 1914-15 sezonunda oynanan bir maç mahkemeye taşınıyordu. İddialara göre Liverpool, bilerek Manchester United’a kaybetmişti. Kırmızı Şeytanlar maçtan galip ayrılmasa, ligi 19. sırada bitirecek ve ikinci kümenin yolunu tutacaktı. Mahkeme tarafları dinledikten sonra kararını vermiş, iki takımdan toplam yedi oyuncu ömür boyu futboldan men edilmişti.
Birinci Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ediyordu. Her gün gelen sayısız ölüm haberi, futbolu askıya almıştı. Harp zaferiyle, İngiltere’de esen birlik beraberlik rüzgârları, kulüplerin de beraber hareket etmesine önayak oluyordu. 1919-1920 sezonunda kimlerin hangi ligde oynayacağı takımlar tarafından oylanacaktı. Muhafazakâr Parti milletvekili, Sir unvanlı, Mason Büyük Ustası, İngiltere’nin en büyük filantropu, Başpiskopos’un çay arkadaşı Arsenal Başkanı Henry Norris, adım adım planını uygulamaya başladı. Eğer Manchester United-Liverpool maçında şike yapılmasaydı, Chelsea küme düşmeyecekti. Bu yüzden Chelsea’nin mutlaka Birinci Lig’de mücadele etmesi gerekiyordu.
İkinci Lig’i ilk iki sırada bitiren Derby County ile Preston North End’in Birinci Lig’e yükselmek konusunda bir müktesep hakkı olmalıydı. Tabii ki Norris, bu iki ekibi de destekledi. Şikecilerin ligden ihracı söz konusu olmayınca, başkan iki oy daha kazanmıştı. Hatta ömür boyu men cezası alan oyuncular da birisi hariç, affedilmişti.
Delegelerin oylarıyla Arsenal, Birinci Lig’e kabul ediliyordu. Atı alan Thames’i geçmiş; ikinci kümenin altıncısı tarihi operasyonla birinci mevkiye terfi ettirilmişti. Ne olacak demeyin, Topçular o günden beri düşmeyerek, en uzun süredir Birinci Lig’de oynama rekorunu elinde tutuyor. Şikecilere gelirsek… Paranın değil, şanın yürüdüğü bir dönemde eğer cezaları verilseydi, futbol tarihi kuvvetle muhtemel baştan yazılırdı…
İngiliz futbolunun kaderinin çizildiği günden bu yana üç takımın toplam 46 lig, 27 Federasyon Kupası, 5 Şampiyon Kulüpler Kupası, 3 Şampiyonlar Ligi, 2 Kupa Galipleri Kupası, 4 UEFA Kupası, 1 Kıtalararası Kupa, 1 FIFA Kulüpler Dünya Kupası şampiyonluğu olduğunu unutmamalı.
OM’nin başkanı olarak Tapie de ünlendikçe ünlendi. Politikaya girdi. Hükümette “Şehircilik Bakanı” oldu. Çok renkli kişiliği ile kamuoyunda “kâfinin ötesine geçerek” öne çıktı.
1993 yılında Tapie’nin şike olaylarına karıştığı ortaya çıktı. Politik hayatı da, kulüp başkanlığı da sona erdi. 2 yıl hapse mahkûm edildi. Ama şikeden sadece kendi değil, kulübü de zarar gördü.
OM’nin Fransa Şampiyonluğu ve Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu iptal edildi. Küme düşürülmesine karar verildi. Gelirleri yüzde 45, piyasa değeri yüzde 35 azaldı. Sponsorluk gelirleri aynı oranlarda düştü. İkinci Lig’den Birinci Lig’e 4 yıl sonra çıkabildi. İkinci Lig’de olduğu süre seyirci sayısı yüzde 11 azaldı. Birinci Lig’e yükseldiği yıl bu defa da mali soruşturma nedeniyle kulübe ceza geldi.
OM ancak 1999 yılında ayağa kalkabildi. 1999 ve 2004 yıllarında UEFA Kupası finali, 2006 ve 2007 yıllarında Fransa Kupası finali oynadı. 2009-2010 sezonunda Fransa Birinci Lig ve Kupa şampiyonu oldu.
UEFA’nın başındaki Platini de Juventus’ludur.
2006’da, Juventus’un genel menajeri Luciano Moggi’nin telefon görüşmeleri ile hakemlerin atanmasında ve yönlendirilmesinde rol aldığı iddiası ile şike soruşturması başlatıldı.
İtalya Futbol Federasyonu Hakem Komitesi Başkanı, Fiorentina, S. S. Lazio, Messina gibi kulüplerin başkanları, hakemler ve rakip futbolcularla maçların sonuçlarının değiştirildiği iddiası ile dava açıldı.
Juventus İtalya 2. Ligi Serie B’ye düşürüldü. Kulübün son iki şampiyonluk unvanı silindi. Bir sonraki sezon ise -30 puanla lige başlaması kararlaştırıldı. Ayrıca bir sonraki sene UEFA Şampiyonlar Ligi’ne katılma hakkını da kaybetmiş oldu.
Temyiz Mahkemesi 30 puanlık cezayı 17 puana indirdi. Şikeye karışan kulüplere 60 bin-400 bin Avro arasında kulüp yöneticilerine 20 bin-90 bin Avro arasında para cezası verildi. Yönetici ve futbolculara belli süre futbol yasağı getirildi. Hapse giren olmadı. Juventus’un küme düşmesi ile gelirleri yüzde 63, piyasa değeri yüzde 52 düştü. Juventus 2006-2007 sezonu, Serie B Şampiyonu olarak tamamlayarak Serie A’ya yükseldi.
Mazisi pek aydınlık olmayan ‘Çizme’ üzerine anlatılan o kadar hikâye var ki. Şu ana dek ispatlanabilenler bile dudak uçuklatmaya yetiyor. Ne zaman bir dosya kapatılıyor, yeni bir skandal patlıyor.
İtalya’da her şey, Torino’nun, ezeli rakibi Juventus’lu Luigi Allemandi’ye 50 bin liret teklif ettiği 1926-1927 sezonunda başladı. Şampiyonun apoleti sökülmüş, savunma oyuncusu da bir süreliğine ömür boyu futboldan men edilmişti. Sonradan affedilen Allemandi, ülkesinde düzenlenen 1934 Dünya Kupası’nda da boy göstermişti. Mussolini’nin kendi propagandası için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı turnuvanın galibi zaten baştan belli değil miydi?
İtalya, 1934’te evinde düzenlediği Dünya Kupası’nda güle oynaya sonuca gitmişti… Zafere giden her yol mubahtı ya!
Mussolini, maçlarını yönetecek hakemleri aramakla zaman kaybetmemiş, karşılaşmalardan önce onlara bir espresso ikram etmekle yetinmemişti. Güney Amerika’daki İtalyan asıllı futbolculara kucak açan diktatör, Monti, Orsi ve Guaita gibi Tangocuları kadrosuna dahil etmişti. Faşist İtalya’nın propagandası için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayan turnuvanın sonunda ev sahibi mutlu sona ulaşıyordu. Guaita attığı golle Çizme’yi finale çıkarmış, yine gemilerle gidip gemilerle gelenlerden Orsi, Çekoslovakya karşısında beraberliği sağlamış, Schiavio Dünya Kupası’nı getirmişti. Monti iki ayrı ülke formasıyla final gören tek futbolcu olarak tarihe yazılırken, Torino’nun şampiyonluğuna mâl olan şikeci Allemandi, belki de kendisinden sonra gelecekleri müjdeliyordu.
Futbolun beşiği İngiltere, düzenlediği 1966 Dünya Kupası’nda zafere ulaşmıştı. Finalde Almanya’yı yıkan Hurst’ün golü 45 yıldır hâlâ tartışıladursun, küçük bir ayrıntı pek konuşulmuyor. Ada’da 1964’te patlak veren bir bahis skandalına karışan sekiz futbolcu hapis cezalarına çarptırılmıştı. Oyuncular ömür boyu sahalardan men edilirken, şikenin merkezinde yer alan Gauld, Moore kupayı kaldırdığında, parmaklıklar arkasındaydı.
1974’te Dünya Kupası’nı düzenleme ve kazanma onuru Almanya’ya geçiyordu. 1971’de patlayan bomba pek büyük olmuştu. 52 futbolcu, altı takımın yöneticisi, iki de teknik adam ağır cezalara çarptırılmıştı. Fatura Arminia Bielefeld ile Kickers Offenbach’a kesilirken, 40 yıldır bu kadar alelacele karar verilmesini yaklaşmakta olan Dünya Kupası’na bağlıyor.
1978’de şampiyona Arjantin’deydi. Askeri cuntanın boyunduruğunun ziyadesiyle hissedildiği günlerde düzenlenmişti turnuva. Havadan okyanusa atılan muhaliflere “Vamos Argentina!”ların karıştığı Dünya Kupası’nda Tangocular zafere ulaşmıştı. Fakat ikinci turda oynanan bir maç var ki tarihin utanç vesikaları arasında sayılıyor. Finale yükselmek için ezeli rakibi Brezilya ile çekişen Arjantin, son karşılaşmasında Peru ile karşılaşıyordu. Ev sahibinin dört farklı bir galibiyet alması gerekiyordu. Hakem son düdüğü çaldığında tabelada altı yazıyordu. Aslen Arjantinli olan Peru’nun file bekçisi Quiroga kabul günü düzenlemiş, Sambacılar yenilmedikleri organizasyonu üçüncülük maçı oynayarak tamamlamışlardı. Tevatüre göre Quiroga ve arkadaşları para almıştı.
1982 Dünya Kupası’nda önce hatır şikesiyle tanışıyorduk. B Grubu’ndaki son mücadele Almanya ile Avusturya arasındaydı. El ele üst tura çıkabilmeleri için Panzerlerin kazanması gerekiyor; en fazla iki fark atmaları icap ediyordu. Hrubesch’in golünden sonra yaprak oynamıyor; tarihi müttefikler yollarına devam ediyordu. Bir önceki turnuvada Arjantin’in Peru’ya yarım düzine gol atmasından ders almayan FIFA, Gijon’daki maçtan sonra gruptaki son karşılaşmaların aynı saatte başlamasına karar veriyordu. İş işten geçiyor, Cezayir gönüllerin şampiyonu oluyordu. İşte o utancın taraflarından Almanya, finale kadar yürümüştü. Rakip İtalya’ydı. Gök-mavililer deseniz şampiyonaya zaten bir şikenin gölgesinde hazırlanmıştı. 1980’de patlayan bahis skandalında Milan ve Lazio küme düşürülmüş; içlerinde Manfredonia, Albertosi, Wilson gibi milli takımda da görev yapmış oyuncular bulunan 20’den fazla futbolcu çeşitli cezalara çarptırılmıştı. Önce sahalardan üç yıl men edilen Rossi’nin hakkındaki karar Dünya Kupası aşkına rötuşlanmış, ardından iki seneye indirilmişti. Sonrası bilindik öykü; şikeci santrfor gol kralıydı, İtalya alemin!
1993’te üst üste beşinci zaferine ulaşan Marsilya, Milan’ı yenerek Devler Ligi şampiyonu olmuştu. Derken patlayan kriz bir anda Fransa’yı sarsmıştı. Final öncesinde oynanan son lig karşılaşmasında Valenciennesli futbolculara maça asılmamaları için para verilmişti.
Taraftarın rüyası kısa sürede kâbusa dönüşüyordu zira Başkan Bernard Tapie’nin Milan ile oynanacak Şampiyonlar Ligi finali öncesindeki son lig maçını satın aldığı ortaya çıkmıştı. Valenciennes’li oyunculara maça asılmamaları için ödenen 250 bin Frank, Güney Fransa’da iklimi değiştirmişti.
İlk yumruğu UEFA vurmuş, 6 Eylül’de Marsilya’yı Avrupa’dan men etmişti. Çok değil 16 gün sonra şampiyonluğu elinden alınan takımın kaderiyse 22 Nisan 1994’te yazılmış, küme düşmesine karar verilmişti.
Almanya, 2000’lerin ortasında menfaat karşılığında yönettiği karşılaşmaların sonucunu etkilediğini itiraf eden Robert Hoyzer’le hafif sarsılsa da asıl yarım ömür evvel ülke büyük bir şike depremiyle sallanmıştı. 6 Haziran 1971’de seçkin bir davetli listesi, Kickers Offenbach Başkanı Horst Gregorio Canellas’ın 50. yaşgünü için bir araya gelmişti. Yemek beklenirken, başkanın döndürmeye başladığı teyp Panzerler’in zırhını delmişti. Başkan kendisini ele verirken, rakip takım oyuncularıyla yaptığı pazarlıkları bir bir ifşa ediyordu.
Skandal patlamıştı. Tam 52 futbolcu, iki teknik direktör, altı yönetici değişen cezalar almıştı. Kickers Offenbach’ın iki sene lisansı alınırken, Arminia Bielefeld küme düşüyordu. Aralarında milli takım oyuncularının da olduğu isimler, kendi hesaplarına düşen birkaç bin mark için maç satmışlardı. Altı maçın sonucunun değiştirildiği kesin olarak ortaya çıkmıştı.
Ceza alan futbolculardan Rüssmann’ın şike parasıyla ailesine aldığı renkli televizyondan ailesi, oğlunun ve arkadaşlarının icraatlarını seyretmişlerdi: Zira kara leke, uzunca bir süre renkli televizyondaydı!
2006 Dünya Kupası arifesinde patlayan Calciopoli Skandalı, Çizme’de bomba etkisi yaratıyordu. Futbolcular ceza almazken, Juventus küme düşürülmüş Milan, Fiorentina, Lazio, Reggina lige eksi puanlarla başlıyordu. Serie B yolunu tutan Juventus’ta kalmayı tercih edecek Buffon, Del Piero, Zambrotta, Camoranesi, karardan sonra Real Madrid’e transfer olan Cannavaro, Milanlı Gattuso, Inzaghi, Pirlo, Nesta, Laziolu Oddo ile Peruzzi ve Fiorentinalı Toni şampiyonaya ekstra motivasyonla geliyordu.
Hikâye(ler) daha da uzasa da, burada durup, Türkiye ile devam edelim…
III.2) TÜRK(İYE) İŞİ ŞİKE
İslâm Çupi 1973’te, “Türkiye’de şike, futbol güçlerinin mücadele edemeyeceği bir irilikte statlarda kol gezip dolaşmaktadır,” diye yazmıştı…
Aradan geçen yıllara karşın Türkiye şike konusunda hâlâ top çevirmekle meşgul!
Beşiktaş yöneticisi Sinan Vardar’ın, takım ayrımı olmaksızın, şikenin yıllardır olduğunu ve kimsenin bunu reddedemeyeceğini söylediği; 15 yıl Samsunspor’da yöneticilik yapan İsmail Uyanık’ın, “Milli takım kazansın diye rakibe para gönderildiğini biliyorum. En saygın federasyon başkanlarının döneminde bile bu vardı,” dediği; Tanıl Bora’nın, “Dallı budaklı şike skandalıyla, manen, ruhen, tüm lig kümelik oldu, farkında mısınız?” sorusunu telaffuz ettiği; Mert Yaşar’ın, “Türkiye Futbol Federasyonu’ndan, medyaya da yansıyan iddiaları dikkate alarak karar vermesi değil, kendi soruşturmasını açması bekleniyor,” notunu düştüğü tabloda hatırlatmadan geçmeyelim: Mafya-futbol ilişkisi 2005 yılında Meclis araştırma komisyonunca ortaya konulmuş ama yasalar yetersiz kaldığı için soruşturma yapılamamıştı
2005 yılında AKP, CHP ve MHP milletvekillerince yapılan araştırmada yaklaşık 500 futbolcu, teknik adam, gazeteci ve yöneticinin görüşüne başvurulmuş ve mafya-futbol bağlantısı ayrıntılarıyla TBMM kayıtlarına geçmişti. Birer kopyası Futbol Federasyonu, Gençlik Spor Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı, Spordan Sorumlu Devlet Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne de gönderilen dosya, TCK ve TFF’deki yasa ve yönetmeliklerin yetersizliği nedeniyle “sohbet” ve “dedikodu” kapsamında kalmıştı.
İşte kayıtlardaki kirlenme: Tehdit, istifa, baskı…
iii) Bir sonraki yıl küme düşme hattındaki takımlar arasında yaşanan olaylar ise daha ürkütücüydü. Altay’ın küme düştüğü sezon Bursa-Gençlerbirliği, Diyarbakır-Elazığ ve İstanbul-Altay maçları üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Altay’ın şike yapıldığı yolundaki başvurusu, İstanbulsporlu futbolcuların Bursa’dan teşvik primi aldığı iddiaları, geniş yankı buldu. Araştırmada üç futbolcunun (S.Ş., M.K. ve M.Y.) maddi çıkar sağladığını aynen şu ifadelerde kayıtlara geçirildi: “Kurulumuz özellikle 31 Mayıs 2003 tarihinde İstanbulspor ile Altay arasında oynanan müsabaka sonrası futbolcuların para aldıkları şeklindeki iddialar karşısında soruşturmayı bu yönde derinleştirmiş, yapılan araştırmalar sonucu gerek dinlenen ses bandı, gerekse İstanbulsporlu oyuncuların kurulumuza verdikleri çelişkili ifadeler, oyuncuların müsabaka sonrası kendi kulüpleri dışında başka bir yerden maddi menfaat temin ettikleri kanaatine ulaşmıştır.” Bu oyunculardan ikisinin (S.Ş., M.Y.) bir sonraki yıl büyük bir takımımıza transfer olması da ‘manidar’ bulundu.
Durum bu ve böyleyken; bakın nasıl seslenir hepimize Deniz Kavukcuoglu: “Futbol dünyamızın kirlenmişliğinin vardığı nokta, bugün görüldüğü kadarıyla bile bile toplumumuzu sarmalayan kitlesel ahlâksızlığın hangi boyutlara vardığını gösteriyor.
Kitlesel ahlâksızlık, toplumun bünyesine sinsi kanser hücreleri gibi yerleşip onu yavaş yavaş yok edene kadar kemiren bir hastalıktır. Ahlâksızlığın bir türü olan ‘futbolda şike’ de toplumda yaygınlaşarak kitleselleşen ‘ahlâksızlıklar bütününün’ yalnızca bir parçasıdır. Bu toplumun ‘kaçak yapılaşmak’, ‘vergi kaçırmak’, ‘ihale yolsuzluğu’, ‘kaçak içki üretmek’ gibi her türden ahlâksızlığa alışmış/ alıştırılmış, hatta bir parçası olmuş bireylerinin ‘futbolda şike’ karşısında şaşkınlık duymamaları doğal değil midir?”
III.3) “EFSANE(LER)” VE GERÇEK(LER)
Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe, Trabzonspor vd’leri… Onlara dair “efsane(ler)” ile gerçek(ler) arasında devasa bir uçurum varken; ne yazıktır ki çoğunluk bunlardan bihaberdir…
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe tarihleri boyunca iktidarlarla içiçe oldu. Bu ilişki zaman zaman kulüpleri zirveye taşırken bazen de kapatılma tehditleriyle yüz yüze bırakmıştır…
Üç büyüklerin tarihi ayrıca siyasi bir okumaya da el verecek kadar malzemeye sahiptir. Misal 30’larda başkanlar CHP’lilerden, 50’lerde ise DP’lilerden seçilmiştir. Futbolun bürokrasisi ağırlıkla Galatasaray’ın elinde olurken, ülkenin değişen siyasi koşullarına en iyi uyumu ise Fenerbahçe göstermiştir.
Zaman zaman karşı karşıya gelse de en son Yaşar Büyükanıt örneğinde olduğu gibi Silahlı Kuvvetler’in de gönül verdiği renkler genelde Sarı ve Lacivert olmuştur. Eski Başkan Recep Peker’in dağılmaktan kurtardığı Beşiktaş’ın Özal’lı yıllarda özellikle Semra Özal’ın himayesinde uçtuğu da az konuşulmadı.
90’larda Mesut Yılmaz topa girmekten çekinmeyen bir portre olarak öne çıktı.
Futbol-siyaset ilişkisi kabaca beş evreye ayrılabilir: İttihat Terakki dönemi, CHP’li tek parti dönemi, Demokrat Parti dönemi, askeri darbeler dönemi ve 80 sonrası dönem…[63]
80 sonrasında “dört eğilimi” ANAP potasında eriten Turgut Özal, seçimler öncesinde Fenerbahçe tribünlerinde boy gösterip, eğilimlerini beşledi
Can Kozanoğlu, Özal’lı yıllarda siyasi iktidarın futbola tam saha pres uyguladığını vurguluyorken; Özal, üzerinden 12 Eylül geçmiş bir toplumda cezaevi sorununu gündeme getirenlere “Boş verin cezaevlerini, Galatasaray’a bakın Galatasaray’a” diye yanıt vererek, “golünü atar”…
Kendisi Fenerbahçe’ye gönül verse de eşi Semra Özal’ın nüfuzunu Beşiktaş için kullanması için de epey “boş alanlar’ bırakır. Bakanları ve vekilleriyle de sürekli sahadadır ANAP iktidarı…
1983 seçimleri öncesi “dört eğilimi” partisinde birleştiren Özal, genelde futbolu, özelde de “Fenerbahçe’yi 5. eğilim” olarak kullanmıştır. “Arif aksıyor, yerine yedeklerden birini koyun” diyecek kadar Fener’i yakından izleyen Özal, 12 Eylül darbesinden sonraki ilk seçimde iktidara yürümek için Fener tribünlerinde konuşlanır.[64]
2012 yılında futbol-siyaset odaklı araştırmadan çıkan sonuç: GS’lilerin yüzde 48’i, FB’lilerin 46’sı BJK’lilerin 42’si, TS’lilerin de 65. 5’i AKP’ye oy veriyor. CHP en fazla oyu BJK’lılardan alıyor. MHP de Trabzonsporlulardan…
Başbakan Erdoğan’ın yapılan bütün araştırmalarda “en sevilen” ve “popüler lider” çıktığı biliniyor. Ucu açık bir şekilde sorulan “Yaşayan liderler arasında en beğendiğiniz isim” sorusuna Erdoğan diyenlerin oranı yüzde 40-46 civarında çıkıyordu.[65]
“Galatasaray mı” dediniz? Sakın unutmayın!
Kuruluş yıllarında liseden destek alan Galatasaray’ın bir diğer hamisi de Osmanlı Sarayı olmuştur. Öyle ki Aslan, Padişah’a maç bileti dahi satmıştır.
Galatasaray’ın da iktidarla kurduğu ‘ilişki sayısı’ Fenerbahçe’den daha az değildir. Ama orası Mekteb-i Sultani. Orada ‘kol kırılır yen içinde kalır’. En azından yakın dönemlere kadar bu prensip çok geçerliydi.
Lise, Galatasaray’ın gelişip serpilmesinde temel aktör olurken, spor bürokrasisinin de Sarı-Kırmızılı tonlar taşımasını sağlar. Futbol Federasyonu’ndan Beden Terbiyesi’ne kadar birçok spor teşkilâtının yönetimlerinde ağırlık hep Galatasaraylılarda olagelmiştir. Sanki bu rol ezeli rakipleri tarafından ‘monşerler’e bilinçli olarak terk edilmiştir; ‘biz bu işlerden pek anlamayız’ denilerek…
Galatasaray’ın iktidarla ilişkisi Osmanlı Sarayı’ndan başlar. Fenerbahçe yokluk içindeyken Galatasaray, Padişah’a kombine bileti satıyordu!
Özellikle de Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Sarayı, Galatasaray’ın organizasyonlarını bilet alarak destekler. 1911’de Galatasaray, Macaristan’ın Kolojvar takımını İstanbul’da ağırlar. Tertiplenen maç için Padişah’a da bilet gönderilir. Kulüp, 1080 kuruşluk bileti Zat-ı Şahane’ye, 324 kuruşluk bileti de Veliaht Hazretleri’ne gönderir. Böylece Aslan, bir nevi ilk kombinesini Saray’a satmış olur; toplam 1404 kuruş karşılığı…
Adnan Menderes’ten yardım isteyen Galatasaray, bir başvuru da stat için yapar. Aslan, Menderes’e gönderdiği mektupta, Mecidiyeköy’de inşaatına başlanacak yeni stat için 3500 TL talep eder.
Galatasaray, 1956’ya kadar dolaylı olarak DP’lilere koltuğu vererek idare eder. 1957’de ise koltuk, DP’li Sadık Giz’e verilir. Bu tercihin ilk meyvesi de 150 bin TL bedelle Su Ada’nın kulübe verilmesi olur. Giz’in 27 Mayıs öncesi başkanlıktan ayrılması darbe sonrası Galatasaray için bir avantaja dönüşür!. .
90’larda futbol siyaset ilişkisinin adı şöyledir: Mesut Yılmaz-Mehmet Ağar-Galatasaray… Galatasaray, Türk futbol tarihine geçen büyük başarıları yakalarken, bu dönemlerde başbakanlık yapan Mesut Yılmaz, sevincini gizlemiyordu. Mehmet Ağar ise adeta Fatih Terim’in gölgesi gibidir.
Özal dönemiyle birlikte ‘elde çanta’ dünyanın dört bir yanında iş bağlayan işadamı modelinin spordaki yansımaları en bariz biçimde Galatasaray’da görülür. İş bitirici bu yeni yöneticiler, Özal’ın bacanağı ANAP’lı Ali Tanrıyar’ın başkanlığında 14 yıl sonra şampiyonluğu yakalar.[66]
“Beşiktaş mı” dediniz? Sakın unutmayın!
“Çarşı’nın ruhu 2. Abdülhamit’in hafiyelerine karşı Beşiktaşlı gençlerin verdiği savaştan miras… Kulübün kuruluşundan önce başlıyor muktedirlerle kavgası. Taraftarın bugünkü ruhu o günlerin mirası. 2. Abdülhamit’in hafiyelerinin peşlerinde dolaştığı gençlerin kurduğu bir kulüp ne de olsa onlarınki,” der demesine Çınar Akarsu ama…
Bir de “Ama” var… 27 Mayıs darbesinden sonra düzenlenen Cemal Gürsel Kupası’nda Beşiktaş, sahaya, göğsünde paşanın isminin yazılı olduğu formalarla çıkarak bir nevi esas duruşa geçer…
Yakın zamana kadar üç büyükler içinde ‘güç odakları’yla en zayıf ilişki içinde görünen kulüp Beşiktaş’tı. Gösterişsiz, mütevazı ve sırtını cefakâr taraftarına dayamış bir algı yaratan Beşiktaş, oysa ki, kuruluş evresinde Saray’ın cevaz vermesiyle serpilmiştir. “Yerli teba”ya sportif faaliyetlerin pek münasip bulunmadığı bir ortamda Beşiktaş’ın “jimnastik hareketleri” yapmasına, kulüp kurucuları arasında Osmanlı Sarayı’ndan isimlerin bulunması sayesinde göz yumulur. Misal, kulübe üye olan şehzadeler Ömer Hilmi ve Abdülhalim kulübe çok destek olur.
O yüzdendir ki arada bir hafiyeler tarafından karakola çekilen gençler, Saray’dan tanıdıklar(!) sayesinde serbest kalırlardı. Bir de yaptıkları sporun futbol değil de barfiks, paralel ve jimnastik olması bu serbestlikte etken oluyordu…
Çok sonra öğrendik “Arabalılar”ın fakir fukaralıktan değil de zenginlikten ötürü lakap olarak verilmiş olduğunu Beşiktaş’a… Yani, Beşiktaşlıların her birinin altında birer fayton olması, bugünün anlı şanlı otomobil markalarıyla eşdeğerdi ki kulüp Osman Paşa’nın konağında kurulur.[67]
Sonra “efsanevi” başkan Süleyman Seba’nın MİT’le ilişkisini bilmeyen var mı hâlâ acaba?
“Fenerbahçe mi” dediniz? Sakın unutmayın!
Princeton Üniversitesi Yakındoğu Çalışmaları Bölüm Başkanı Osmanlı Tarihçisi Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun işaret ettiği üzere:
“Cemiyet toplumun tümüne egemendi, muhalefeti eziyordu, kontrolüne alamayacağı bir alan da yoktu. Spor da gençliğin örgütlenmesi açısından önemliydi. Bu açıdan Pazar Ligi’nin ‘Türk’ takımları önemliydi. Cemiyet değişik nedenlerle bunlardan Fenerbahçe’yi seçti. Bu Galatasaray’ın Cemiyet’e muhalefet ettiği anlamına çekilmemelidir. Tüm keşşaf yoldaşlığı (izcilik) örgütlenmeleri gibi Mekteb-i Sultani keşşaf teşkilâtı da cemiyetin kontrolündeydi. Bir ara idmancılık projesi çerçevesinde Galatasaray İdman Ocağı kurulması projesi üzerinde de çalışılmıştı. Zaten 1913 sonrası kimsenin İttihat ve Terakki’ye karşı çıkması mümkün değildi…
Mesela İzmir’de de Altay bu amaçla kurulmuştu. Bu takımlar etnik aidiyeti temsil eden kulüplere cevap olarak oluşturulmuştu. Tüm Osmanlı unsurları için bu faaliyet sadece spor anlamına gelmiyordu. Bir örnek vermek gerekirse Selanik’teki Maccabi futbol ve atletizm takımları ve keşşaflık örgütlenmesi de spordan ziyade Siyonist idealin Osmanlı Yahudileri arasında yayılması amacına hizmet ediyordu. Türkçü takımları da spor faaliyetinin ötesinde değerlendirmek gerekir. Bunlar Müslüman Türk burjuvazisi yaratma gibi Müslüman-Türk sporu yaratma amaçlıydı. Ayrıca bu kulüpler aracılığıyla spor ideolojinin yayılmasına hizmet ediyordu.”
Fenerbahçe üstkimliği zaman içinde üretildi ve ortaya çıktı. Birkaç ayağı var bu üstkimlik inşasının. İlk ayak 1912’lere tarihlenen siyasal iktidarla dirsek temasına geçmek… İkinci ayak 1918-1923 arasında “milli kimlik”e eklenmek. Üçüncü ayak siyasal iktidara entegre olmak, onun nimetlerinden yararlanmak. Ki bu süreç 1930-1950 arasındaki tek parti cumhuriyetinde Şükrü Saraçoğlu başkanlığında yaşandı. Dördüncü ayak, siyasal iktidarın da üstüne çıkarak bağımsız bir yapıya dönüşmek… Beşinci ayak kendi adalet ve ahlâk anlayışına sahip olmak… Ki gelinen nokta tam da bu… Bu üstkimliğin mottosu da “Fenerbahçe Cumhuriyeti” yani “republic”tir. Fenerbahçe üstkimlik inşasının bu son ayaklarını yakın geçmişte tamamladı. Birinci ayaktan başlayacak olursak, Fenerbahçe’nin en radikal dönüşümü 1911-1912’de gerçekleşti ve FB İttihat ve Terakki ile dirsek temasına geçti.
Kimdi bu Fenerbahçe’yi bir anlamda teslim alanlar? Dr. Hamit Hüsnü, İttihatçı büyük tüccar Mustafa Elkâtipzade ve İttihat ve Terakki’nin efsanevi örgütçüsü Dr. Nazım tabii ki. Başka bir önemli İttihatçı Sabri Toprak’ı da buraya ekleyebiliriz. Bu süreç İttihatçı liderlerin savaşta elde edilen yenilgi sonrasında ülkeyi terk ettikleri 1918’e kadar sürdü. Ondan sonra FB’de İttihaçılık’ın kısmen sönümlendiğini, gizli hâle geldiğini, bu yapının üzerine Saray kılıfının geçirildiğini görüyoruz. Bu süreçte İttihatçılık korunarak Saray’la irtibat kuruldu ve Dr. Nazım’ın yerini son halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk Efendi gibi şehzadeler almaya başladı.
Ne zaman ki Meclis’te saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı ve halifeliğin kaldırılması sürecinde eski İttihatçılar’la Kemalistler arasındaki mücadele kızıştı, Fenerbahçe’deki İttihatçı damar da yeniden ön plana çıktı. Bu süreçte bir İttihatçı kulübü olarak Fenerbahçe, Ankara’ya karşı İstanbul’dan yana tavır aldı. Oysa ülkede rejim ve zihniyet değişmişti ve FB bunu algılayamadı.
Ancak algı kısa sürede tashih edildi…
30’larda tek parti bütün sporcuları kendisine doğal üye yapan “Gazi Gençliği” sistemini uygular. Fenerbahçe de gönüllü olarak adeta dönemin Maliye Bakanı Saracoğlu’na bağlanır!
Fenerbahçe Başkanı Şükrü Saracoğlu, 1946’da Başbakan iken, Başbakanlık Kupası’nı kazanan “Fenerbahçe’sine” bir kereye mahsus olmak üzere(!) örtülü ödenekten 5 bin lira verir.
Saracoğlu döneminde Fenerbahçe toplamda 13 şampiyonluk yaşadı. Cumhuriyet, 10 yılda 15 milyon genç yaratmıştı yaratmasına da bu safhada futbola henüz “ideolojik” bir hamle tam olarak girebilmiş değildi. CHP’li tek parti iktidarı, kendi (Kemalist) spor politikasını 30’lu yıllardan itibaren memleket sathına yaymaya başlar.
Uygulanacak modelin Nazi Almanya’dan “transfer” edilecek olması da pek şaşırtıcı olmayacaktır. Malum o yıllarda dünyada Hitler rüzgârı esmektedir ve öyle ya da böyle bu rüzgâra kapılanlar az değildir. Almanya’ya gönderilen heyetler, “Hitler Gençliği” adıyla kurulan spor örgütlenme modelini, bu modeli ülkesinde hayata geçiren Dr. Carl Diem aracılığıyla Türkiye’de de sahaya sürer; “Gazi Gençliği” adıyla![68]
Kimdi Şükrü Saracoğlu, niçin onun adı verilmiştir Fenerbahçe stadına?
Şükrü Saracoğlu Türkiye Cumhuriyeti’nin Adalet, Dışişleri Bakanı, Başbakan ve Meclis Başkanı’dır…
Bütün bu sıfat ve unvanların ilerisinde “Fenerbahçe”lidir, 19 yıl başkanlık yapmıştır, bu stadyumu da, Fenerbahçe’ye o kazandırmıştır.
Hikâyemiz 1934 yılının soğuk bir şubat ayında, burada oynanan olaylı Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla başlar.
Şimdi filmi biraz durduralım, burası nedir, nasıl Fenerbahçe’nin olmuştur?
Buranın ilk adı “Papazın Çayırı”dır, uzun yıllar piknik, mesire yeri olarak anılmıştır. “Papazın Çayırı”ndaki “Papazın Yeri”nde güzel bir kır gazinosu vardır.
Hani Ahmet Rasim’in “Sakın geç kalma erken gel!” diye başlayan şarkısı vardır ya, işte Ahmet Rasim’in eşi “Sakın geç kalma erken gel!” derken, hedefinde “Papazın Yeri” vardır. Kocasının “Papazın Yeri”ne gideceğini bilerek geç kalmaması için uyarmaktadır.
“Papazın Çayırı”nda azınlıkların ve yabancıların gittiği “Ünion Kulüp Tesisleri” vardı. Kurtuluş Savaşı kazanılınca İngilizler burayı bırakıp giderler, zaten Milli Emlak’ındır, Fenerbahçe burayı devletten kiralar, sonra satın alır, yıl 1929…
Hikâyeye bıraktığımız yerden devam edelim…
Olaylı maçtan sonra iki takıma da ceza yağar.
Kavgaya karışan, sahada dövüşen 9 Fenerli, 8’i Galatasaraylı futbolcular iki aydan, iki yıla kadar, hatta ömür boyu cezalandırılırlar.
Fenerbahçe yöneticileri cezalara itiraz ederler. Bu itiraz cezayı veren Türkiye İdam Cemiyetleri İttifakı’nın futbol komitesini, bugünkü federasyonu kızdırır: “Uzatmasınlar, dikkatli olsunlar, Fenerbahçe’yi hemen kapatıp, sahasını da ellerinden alırız.”
Fenerbahçelilerin tek güvencesi Şükrü Saracoğlu’dur, Ankara’ya koşarlar. Adalet Bakanı gelen Fenerbahçelilerle “gerekirse kapatırız” diyen milletvekilini birlikte çağırır. Fenerbahçelilere der ki:
“İstanbul’a gidin, bizim eve uğrayın, büyük bir fotoğrafım var, onu alın kongreye götürün, Fenerbahçe’ye başkan olmak istiyorum.”
Anlaşılır ki, Fenerbahçe’yi kapatmak, sahasını almak öyle kolay bir iş değildir. Şükrü Saracoğlu, Fenerbahçe’ye 19 yıl başkanlık yapar.
Bugün stadyumun bulunduğu arsa, arazi 1933 yılında 9000 lira ve 1000 Reşat altınla Fenerbahçe kulübüne satılır.
1950’de CHP iktidarı kaybeder, Saracoğlu milletvekili bile seçilemez, Fenerbahçe’nin başkanlığından ayrılır, çünkü öyle gerekmektedir.
Hikâye elbette burada “son” bulmaz: Fenerbahçe’de İttihatçılarla başlayıp CHP ile devam eden “siyasi manevra” DP ile devam eder. DP’li dönemde durumdan ilk vazifeyi çıkaranların başında Fenerbahçe Başkanı Şükrü Saracoğlu gelir. Saracoğlu görevini, kendi döneminde kulübü maddi olarak destekleyen şekerci Ali Muhiddin Hacı Bekir’e devreder. Artık futbolda ‘CHP’ değil ‘DP’ sistemi geçerlidir.
Hacı Bekir’den sonra DP’li Osman Kavrakoğlu başkanlık koltuğuna oturur. 1955-58 arasında başkanlık yapan Zeki Rıza Sporel kulübün sembol isimlerinden olsa da o artık DP’lidir. Menderes’li yıllarda Fenerbahçe koltuğuna iki DP’li daha oturur: Aga Erozan ve Medeni Berk. Ezeli rakipler Galatasaray ve Beşiktaş da koltuklarına DP’li isimler oturtmaktan geri kalmamışlardı.
Alın size, “efsane(ler)” ile gerçek(ler)!
Ayakta alkışlanan, bir “heyecan fırtınası” olarak sunulan dünya kupalarında hep kameraların gösterdiği izlenir; kamera ardında olanlar ise gerçeğin aslî yanıdır…
Mesela M. Fabian Sözmen’in, “Saha içinde sirk, saha dışında trajedi kıvamında devam ediyor,” saptamasıyla betimlenen 2010 Güney Afrika dünya kupasında kameralar Güney Afrika’da Apartheida geri dönüldüğünü göstermiyor. Kameralar siyahların evlerinden zorla sürgün edildiğini, karşı çıkanların tutuklanıp cezaevlerine konulduğunu, boşalan yerlere yeni binaların inşa edildiğini, kendi yanıbaşında oynanan oyunların bazılarına girişin 650 Avro’ya vardığını ve kendi inşa ettiği stadyumlara sadece uzaktan bakabildiğini, çünkü kazandığı haftalık 60 Avro ile bu stadyuma girmesinin imkânsız olduğunu, işçi ve emekçilerin kazandıkları haftalıktan ile eve ekmek, süt bile alamadığını, normal bir öğünü bile karşılamaktan yoksun olduğunu, yani sınıf ayrımının bu kadar derin olduğunu göstermiyor.
50 milyon nüfusa sahip Güney Afrika zengin ile fakir arasındaki uçurumun en büyük olduğu ülke. Güney Afrika’da her dört kişiden biri işsiz ve 18 milyon insan günde 2 doların altında yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Yoksulların yüzde 95’i siyah.
Güney Afrika’da siyahlar şehirlerin varoşlarında, teneke kutu yığmağına benzeyen yerleşim yerlerinde, tek odalı ince teneke kulübelerde, tüm aile birarada alt yapının herkese yetecek kadar olmadığı, ulaşımın kötü olduğu yerlerde yaşıyorlar. Bu yerleşim merkezlerinin çevresi tellerle çevrili ve polisin gözetiminde… Adeta bir toplama kampını andırıyor. Yeni yerleşim yasasına göre, bu yerleşim yerlerine gitmeyi reddedenleri beş yıl hapis cezası bekliyor. Dünya kupası organizatörleri teneke çöplüğüne benzeyen bu utanç tablosunu dünyanın gözlerinden uzak yerlere taşınmasını istemişti. Kapstadt havaalanı yakınındaki yerleşim yerinde yaşayan 20 bin kişi buna karşı direnmiş ve sadece bu şekilde sürgün edilmekten kurtulmuşlardı.
Güney Afrika’da Dünya Kupası nedeniyle 2 milyon kişi başka yerlere sürgün edildi. Polise sokakları, sokakta yaşayanlardan temizleme yetkisi verildi. Direnenler gözaltına alındı. “Organize suçu önlemek için” polise gerekirse öldürücü ateş açabilme yetkisi verildi.[69]
Öte yandan ise, “Güney Afrikalılar başarılı Dünya Kupası organizasyonu nedeniyle büyük mutluluk yaşıyor. Fakat suç, ırksal bölünme ve ekonomik sorunlarla boğuşan ülkede, yönetim turnuvaya harcadığı enerjinin birazını bu sorunlara yönlendirirse, işte o zaman Dünya Kupası dönüm noktası olabilir,”[70] notunu düşüyor Gideon Rachman…
Gerçekten de “1994’ten beri 3 binin üzerinde beyaz çiftçinin öldürülmesi bir yana, yeni rejimin tek partiye dayalı otoriter yapısı ve kötü yönetimi, ülkenin gidişatına ilişkin umutları karartmaya devam ediyor. Yani, olay sadece ‘siyah ırkçılığı’na savruluş değil, rejimin dönüşümü ardından sadece küçük bir siyah grubun aşırı zenginleşmesine karşın, nüfusun çoğunun yüzde 40’lara varan işsizlik oranı ile çok kötü koşullarda yaşamaya devam etmesi. Asayiş ortamının sağlanamaması sonucu, her yıl çoğunluğu siyah olan 18 binin üstünde insan öldürülüyor. İnsani Gelişim İndeks’inde (UNDP) Güney Afrika, 182 üye ülke arasında 129; ve dünyanın en ‘eşitsiz’ ülkelerinden biri”yken; dünya kupasının ayakta alkışlanan, bir “heyecan fırtınası” olduğundan söz etmek nedir, tüketimden başka neye hizmet eder ki?
Örneğin bir ay süren maçlar boyunca Türkiye’de 600 bin vuvuzela, 550 bin şişme el ve peruk dağıtan Dünya Kupası’nın resmî sponsoru Coca-Cola satışlarını da artırdı.
İspanya’nın şampiyonluğuyla sonuçlanan 2010 Dünya Kupası’nın resmî sponsoru Coca-Cola, bir ay boyunca yaşanan maç heyecanını satış rakamlarına da yansıttı. “İnsanlar maç seyrederken mutlaka bir şey içiyor” diyen Coca-Cola Türkiye Başkanı Galya Molinas, satış rakamlarını aldıklarını ve sonuçların oldukça umut verici olduğunu söyledi.
Dünya Kupası, televizyon pazarına yaradı. 2010 yılının ocak-mayıs döneminde Türkiye’de toplam 813 bin adet televizyon satıldı. Tüplü televizyon satışları hızla düşerken, LCD satışları Dünya Kupası’nın da etkisiyle 2009 yılın aynı dönemine oranla yüzde 30 arttı.
IV.1) KUPA 2014’ÜN BREZİLYA’SI
Brezilya, 15-16 milyar dolar arasında değişen bir rakam harcadı kupa için. Bu, son 3 Dünya Kupası’nın toplam maliyetinden daha fazlaydı. Söz konusu rakam Brezilya içinde ve dışında büyük eleştirilere konu oldu ve ülkedeki yoksul kesimin tepkisini çekti.
Meral Tamer’in, “Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in ayağını yorganına göre uzattığı söylenemez. 2014 Dünya Kupası, şu ana kadar düzenlenen tüm dünya kupalarının en büyük maliyete sahip olanı. Son 6 Dünya Kupası’nda ev sahibi ülkelerin yaptıkları harcamalara baktığımızda 1994’te Amerika’nın 30 milyon dolar, 1998’de Fransa’nın 340 milyon dolar, 2002’de Japonya/ Güney Kore’nin 5 milyar dolar, 2006’da Almanya’nın 6 milyar dolar ve 2010’da Güney Afrika’nın 4 milyar dolar harcama yaptığını görüyoruz. Bu turnuvayı 14 milyar dolara malettiği belirtilen Brezilya, ayağını yorganına göre uzatmak yerine bir hayli abartmış anlaşılan,” diye betimlediği tabloda Brezilya Dünya Kupası için sadece 12 stadyuma 3.5 milyar dolar harcadı. Bu stadyumların en az 5’i “Beyaz Fil” kategorisine giriyor. Yani yüksek meblağlara inşa edildiler, ihtiyacın çok ötesinde lüksler ve turnuva sonrası atıl duruma düşecekler. Üstelik bu lüks stadyumlar bilet fiyatlarını yükseltti. Brezilya birinci ligi bu yıl ortalama seyirci sayısında ABD’nin bile çok gerisinde kaldı. Ortalama 40 dolarla Brezilya, dünyada asgari ücrete kıyasla en pahalı maç izlenen ülke.
2014 Dünya Kupası’na katılan ulusal takımlara ve futbolcu gönderen kulüplere FIFA, toplam 576 milyon dolarlık ödeme yapacak. Bir önceki dünya kupasına göre yüzde 37 artış gösteren katkı payından en büyük miktarı ise 358 milyon dolarla turnuvada mücadele eden milli takımlar elde edecek.
Öngörülere göre dünya kupası, sadece FIFA (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) için 4 milyar dolarlık bir gelir getirecek;bu da 2010 Dünya Kupası gelirlerinden yüzde 66 daha yüksek… Brezilya ise, FIFA’dan her futbolcuyu, teknik adamı ağırlamak için günde 2 bin 800 dolar alacak…
FIFA, 1.7 milyar dolara yakın parayı organizasyonun televizyon yayın haklarından elde ederken, Adidas, Emirates, Sony, Visa, Hyundai ve Coca Cola gibi sponsorlardan da 1.35 milyar dolar alıyor.
Organizasyonun en önemli ayaklarından birini kuşkusuz televizyon yayın hakları oluşturuyor. 2010 yılındaki Dünya Kupası’nın final maçını, son dakikasına kadar tam 909 milyon kişinin TV’den izlediği, 3.3 milyardan fazla kişinin de Dünya Kupası’na en az bir dakika “göz attığı” hesaplanıyor. Her bir maç için ortalama izleyici sayısı ise 188.4 milyon kişi.
Bu yüzden TV kanalları, Dünya Kupası için kesenin ağzını açmaktan çekinmiyor. ESPN kanalı, 2010 ve 2014 yılında İngilizce yayın haklarına 100 milyon dolardan fazla ödedi. Fox Sports’un ise, 2018 ve 2022 için 500 milyon dolar ödediği konuşuluyor. Univision, iki Dünya Kupası’nı sadece ABD’de yayınlamak İspanyolca olarak yayınlamak için 425 milyon dolar verdi.
FIFA, Brezilya’ya katılımcı federasyonlar, kulüpler ve güvenlik için 576 milyon dolar ödeyecek. Sadece ödüller, 70 milyon dolar tutuyor. 35 milyonu ise kazanan takıma gidecek.
Brezilya’yı şampiyona sırasında yaklaşık 600 bin kişinin ziyaret etmesi umuluyor. Brezilyalılar ise fırlayan fiyatlar ve koas korkusu nedeniyle çareyi kaçmakta buluyor. Özellikle de otel ve lokanta fiyatları el yakıyor. Örneğin Rio de Janerio’da, eğer boş oda bulunabilirse, çift kişilik bir otel odasının ortalama fiyatı 445 doları buluyor. Sokakta yenen hamburgerin fiyatı 15 dolar, pizza yemek isteyenlerin de yaklaşık 35 doları gözden çıkarması şart. Brezilyalılar ise fiyatların ortalama yüzde 83 oranında arttığı ülkelerini terk ediyorlar.
İşin bir yanı buysa; öteki de Brezilyalılar’ın yüzde 61’inin, Dünya Kupası’nı istemediği…
Pew Araştırma Merkezi’ne göre, Brezilyalılar FIFA kupasının okul, sağlık ve diğer kamu hizmetlerine harcanmasını istedikleri paraları iç ettiğini düşünüyor.
2013 yazından beri dinmeyen protestolar Mayıs 2014’de 18 ayrı şehre yayıldı, milyonlar sokaktaydı. İlk düdüğün çalındığı gün, Sao Paulo’da üç işçinin yapımında öldüğü stadyumun yakınında, çok sert müdahaleler yapıldı. Polisin plastik mermi ve gaza boğduğu sokaklarda aralarında tanınmış aktivistlerin olduğu 47 kişi tutuklandı, 37 kişi yaralandı, 9 yaşındaki bir çocuk dövüldü, yasal olmayan aramalar yapıldı, video ve fotoğraf çekenler hırpalandı.
Burada da bir parantez açıp, hikâyenin aslına göz atalım…
IV.2) HİKÂYENİN ASLI
İlk futbol maçları göçmen işçiler arasında, tramvay şirketi işçileriyle gaz şirketi işçileri arasında oynandı Brezilya’da.
1870’te okumak için gittiği İngiltere’den yanında iki futbol topu ile gelerek ülkeye futbolu getiren de tramvay şirketi çalışanının oğluydu. Sonra o da aynı şirkette işe girdi.
Zenginler ne yapıp edip futbolu kendi oyuncakları yapmayı bildiler ancak bu da kısa sürdü. 1915 yılında Rio de Janeiro’da yayınlanan ‘Sports’ isimli dergide şöyle yazıyordu: “Toplumda belli bir yeri olan bizler, bir işçiyle, bir şöförle birlikte oynamak zorunda kalacağız. Böylelikle bu sporla uğraşmak, bir zevkten bir fedakârlığa dönüşüyor.”[71]
Ve yine böylelikle futbolun zevki ve çilesi siyah ve melez yoksullara, futboldan parayı kırma fedakârlığı da zengin beyazlara kaldı.
Brezilya futbolunda renk değişimi sancılı oldu. 26 yılda 1329 gol atan melez Arthur Friedenreich 26 yıl boyunca bedava çalıştı. Emeğinin karşılığı ırkçılık kurundan ödendi. Beyaz futbolcuların gittiği kulüplere alınmadı, havuzlara sokulmadı, partilere kabul edilmedi. “Futbolun Kralı” oldu ama takım arkadaşlarının eşiti olamadı.
Arthur, köleliğin kaldırılmasından sadece dört yıl sonra, 1892’de doğmuştu. Yüz yıldan fazla zaman sonra ülkesinde ırkçılık sürüyor. XXI. yüzyılın orta sınıf sarayları AVM’lere bile renklerine göre alınıyor hemşehrileri.
Brezilya’da işçi sınıfı ve yoksulların çoğu ise hâlâ siyahlar ve melezlerden oluşuyor. Ve şimdi o işçiler, eğer bir futbol yıldızı olamamışlarsa, en ucuzu 440 dolar olan kupa maçlarını mesai çıkışı televizyondan izleyebilecekler. En iyi futbolcuların çıktığı mahallelerde kimse dışarı çıkamasın diye askeri polisler uzun namlulu silahlarıyla nöbet tutacak.
Kupa öncesi grev yaptılar diye işten atılan 42 metro işçisine milli takımlarının attıkları goller teselli olamayacak.
Portekizce dışındaki dillere sadece rakam olarak çevrilen o 11 isim bari bizim buralarda kayıtlara geçsin diye tek tek yazalım. Hepsi Kupa maçları için inşa edilen ya da yenilenen stat inşaatlarında öldüler.
Sao Paulo’da Arena Palestra Stadyumunda 34 yaşındaki inşaat işçisi Carlos de Jesus -ki adaşı Brezilyalı ünlü bir futbolcudur- inşaattan düşerek yaşamını yitirdi. 3 çocuk babasıydı.
Araci da Silva Bernardes 40 yaşındaydı. Porto Alegre stadında elektrik çarpması sonucu öldü.
Corinthians Stadyumu’nda 23 yaşındaki Fábio Hamilton da Cruz düşerek hayatını kaybetti. İnşaat mahkeme tarafından durduruldu, ancak Kupa açılışı burada yapılacağı için bir hafta sonra yeniden başladı.
55 yaşındaki Portekiz vatandaşı Antônio José Pita Martins, Manaus kentindeki Amazônia Stadyumu’nda kafa üstü düşerek öldü. Marcleudo de Melo Ferreira, 35 metreden düştüğünde 22 yaşındaydı. 49 yaşındaki José Antônio da Silva Nascimento aynı gün kalp krizi yüzünden kapadı gözlerini hayata. Ailesi çalışma saatlerinin çok yoğun olduğunu açıkladı. 55 yaşındaki Abel de Oliveira da, Belo Horizonte kentindeki Minas Stadyumunda çalışırken kalp krizi geçirmişti.
Raimundo Nonato Lima da Costa, Amazônia Stadyumu’ndan düşerek can verdi. 42 yaşındaki Fábio Luiz Pereira ve 44 yaşındaki Ronaldo Oliveira dos Santos, Sao Paulo’daki stadyum inşaatı sırasında bir vincin çarpmasıyla öldüler.
21 yaşındaki José Afonso de Oliveira Rodrigues ise başkent Brasilia’daki Ulusal Stadyum inşaatında çalışıyordu ve 30 metreden düştüğünde kurtulması imkânsızdı.
Brezilya’da Dünya Kupası, inşaat sektöründe 3 milyon 120 bin yeni istihdam yarattı. İş kazaları da aynı oranda arttı. 2010 yılında 55 bin, 2012 yılında 62 bin iş kazası meydana geldi. Sadece Sao Paulo’da 2013 yılında 7 bin 133 iş kazası yaşandı.
Brezilyalı işçiler yetmeyince başka ülkelerin işçileri de geldi stadyumları omuzlamaya. En çok da Haitililer… 2010’da depremle yıkılan ve batı yarıkürenin en yoksul ülkesi olan ülkelerinden, Dünya Kupasını inşa etmek için Brezilya’ya göç ettiler. Önemli kısmının üniversite diploması vardı ancak inşaatlarda en insanlık dışı koşullarda çalıştırılanlar da onlar oldu.
İnşaatların ihalesini alan ve ölen işçilerin çoğunun da patronu Andrade Gutierrez inşaat şirketi ise büyük ihtimalle paraya para demedi. Şirket 2008 başkanlık seçimlerinde Başkan Dilma Rousseff’in seçim kampanyasına on binlerce dolar bağışta bulunmuştu.
Brezilyalı işçiler ise Latin Amerika’nın en asgari ücretini, aylık 724 real (306 dolar) kazanıyorlar. 200 binden fazla çalışanı olan dev inşaat şirketi kamu ihalelerinin çoğunu da cebine indiriyor.
İnşaat işçileri sadece çalışırken ölmediler Brezilya’da. Örneğin 47 yaşındaki inşaat işçisi Amarildo, Rio’nun en büyük favelası, yani gecekondu mahallesi Rocinha’da yaşıyordu ve 2013 yılı Haziran halk eylemlerinden sonra Brezilya polisi ilk bu mahallelere baskın düzenlemişti. Amarildo’nun işkence yapılarak öldürülmüş bedeni günler sonra bulundu. O polisler tutuklandı. Şimdi aynı mahallelerde yine silahlı polisler Dünya Kupası nöbeti tutuyor.
Brezilya’da sistemin tüm egemen güçleri, neo-liberalizmin teknik direktörlüğünde, en iyi taktikleri çözmüş şampiyon bir futbol takımı edasıyla kenetlenmiş, Brezilya yoksullarının kalesine gol üstüne gol atıyor.
Ancak bu sefer, Brezilya gerçeğine vakıf yoksulların itirazı gol yememekten yana!
IV.2.1) BREZİLYA GERÇEĞİ
‘The Guardian’ın, veciz ifadesiyle: “2014 Dünya Kupası’nın ev sahibi Brezilya’da sokaklarda süren ve kupaya ayrılan devasa bütçeyi hedef alan protesto hareketleri, grafitilerle iyice renklenmiş durumda. Rio de Janeiro ve Sao Paulo duvarlarında bol miktarda Dünya Kupası karşıtı grafiti çarpıyor göze. Brezilyalı sokak sanatçısı Paulo Ito’nun imzasını taşıyan bir çizimde, yemek masasındaki altın tabakta yemek yerine futbol topu duran, ağlayan sıska bir çocuk görülüyor…
Resimlerin altında yatan mesaj, Dünya Kupası’nın festival adı altında milletlerarası çatışmanın sergilendiği bir savaşa dönüştüğü düşüncesi. Brezilyalılar bir süredir ülkelerindeki yoksulluktan, eşitsizlikten ve yüksek vergilerden yakınıp, kupayı protesto ediyor.”
Yine ‘Forbes’un analizine göre 2013’te Brezilya’da 46 milyarder var; bir 2013 yılına göre yüzde 25’lik bir artışla… Toplam servetleri 190 milyar doları buluyor. Buna karşılık ülkede 16 milyon insan ayda 44 dolardan azla geçinmek zorunda!
Kolay mı? Brezilya, gelir dağılımındaki eşitsizlikten bahsederken akla ilk gelen ülkelerden biri. Bu ülke, gelir dağılımındaki adaletsizliğin belki de en uç örneği. Aşırı yoksulluğun yaygınlığı ve doğurduğu yüksek suç oranı ülkenin en büyük sorunları. Brezilya’da nüfusun en yoksul yüzde 20’lik kısmı, milli gelirin yalnızca yüzde 3’ünü paylaşıyor. Bu da 38 milyon kişinin yılda yaklaşık 1200 (günde 3.2) dolar kazanması anlamına geliyor.
Brezilya genelinde 7 milyon insanın evsiz olduğu ve sokaklarda yaşadığı biliniyor. Dahası Dünya Kupası hazırlıkları kapsamında gerçekleştirilen kentsel dönüşüm politikaları nedeniyle evinden edilen insanların sayısı 250 bin. Kupa tanıtımlarında renkli ışıklarıyla göz dolduran Sao Paulo’da ise adım başı sokakta yaşayan, yolun kenarına kurduğu derme çatma çadırının altında uyuyan insanlara rastlamak mümkün. Oysa Dünya Kupası karşıtı eylemlerin merkezinde yer alan hareketlerden biri olan MTST’ye (Evsiz İşçiler Hareketi) göre stadyumların onarımına ve inşasına harcanan 4 milyar dolar ile 200 bin konut yapılabilir.
Asgari ücretin ortalama 700 lira olduğu ülkede bu sebeple ulaşım ve barınma temel problemlerden biri diyebiliriz. İşyerlerine ulaşması hem trafik açısından hem de bilet fiyatları açısından tam bir eziyete dönüşmüş durumda. Bu sebeple kupa karşıtı gösterilerde öne çıkan taleplerin başında kiraların kontrol altına alınması ve zorla tahliyelerin durdurulması geliyor. Dünya Kupası için toplamda harcanan 14 milyar dolara yakın paranın eğitime, sağlığa yapılması gerektiği, bu alanlara ayrılan bütçenin ve hizmet kalitesinin artırılması temel taleplerden.
Bunun yanında dünya kupası yaklaştıkça Brezilya’da yaşam yoksullar için daha da ağırlaştı; zira hayat dikkat çekici biçimde pahalılandı. Sao Paulo’da kiralar 2008 yılından 2014’e yüzde 93 arttı. Kent, sokakları çok sayıda evsizin yaşadığı bir mekâna dönüştü.
Geçerken bir not: “Favela” adını alan Brezilya gecekondularında ülke nüfusunun yüzde 6’sı yaşıyor. 7 milyon kişinin ise hiç evi yok…
Sözünü ettiğim verili tablo Brezilya’da dünya kupasına karşı itirazı tetikleyen zemini oluşturdu…
Her ne kadar cumhurbaşkanlığını 2011’de Lula da Silva’dan devralan Dilma Rousseff’in “40 milyon yoksulu orta sınıfa taşıdık” deyip, yoksul ailelerin çocuklarını okula göndermeleri ve aşı yaptırmalarını garantilemek için geliştirilen ‘Bolsa Familia’ ile yardım projesinden nüfusun yüzde 26’sı faydalandırsa da; ekonomi dünya ligine çıksa da, favelalarda (gecekondu) yaşayan milyonların sorunları çözülemedi.
İsyanın ateşini yakan toplu taşıma ücretlerine 20 sentlik zam geri alındığı hâlde olayların bitmedi. İsyan bir avuç üyeden oluşan Passe Livre’nin (Bedava Bilet Hareketi) öncülüğünde başlasa da sayıları geçen hafta 1 milyonu aşan eylemcilerin bileşenleri Gezi profilini anımsatıyordu: Çoğu okumuş, partisiz, lidersiz gençler… Eğitim, sağlık ve ulaşım sisteminin pespayeliği, dev şirketlerin kamu imkânlarıyla şiştikçe şişmesi, yolsuzluk, kayırmacılık, eşitsizlik, parlamenterlerin kendi özlük hakları için yaptıkları kıyak düzenlemeler isyanı kartopu gibi büyüten nedenler… İşin Türkçesi insanlar Alman ve İngilizler kadar vergi verip 3. sınıf hizmet alıyor. Brezilya eğitim kalitesi açısından 40 ülke arasında sondan ikinci. Durum buyken 2014 Dünya Kupası ve 2016 Olimpiyatları için 13 milyar dolar harcanması bir taşma noktası oldu. Donanımlı spor tesislerine atfen “FIFA standardında hastane ve okul istiyoruz” sloganı hizmet sektöründeki tahammül edilemez sınırı anlatıyor.
Hükümet sadece favelaların değil yerlilerin de ahını almış durumda. Topraklarını tarımın titanlarına ve baraj ya da hidroelektrik santrallarına kaptıran yerlilerin yıllardır yaptıkları eylemler ne yazık ki ses duvarını aşamadı. Ama titanlar Sao Paulo ve Rio de Janeiro’da futbol adına kendilerine büyük alanlar açınca yerlilerin başaramadığı işte o patlama toplumun diğer katmanlarına nasip oldu. İnsanlar spor bahanesiyle dev şirketlere rant sağlandığını düşünüyor.
‘The Guardian’a konuşan toplum temsilcisi Altair Antunes Cumarães, “Olimpiyatlar 27 gün sürecek. Bu spor değil emlak spekülasyonu. Bunun arkasında büyük yapı şirketleri var. 20 yıldır bizi buralardan sürmek istiyorlar çünkü üst tabaka için alan kalmadı” diyor. Independent’a göre iyileştirme programı çerçevesinde 10 yılda 200 favelaya 3 milyar dolar harcayan hükümet beri tarafta Dünya Kupası ve Olimpiyat inşaatlarına yol açmak için 30 bin kişiyi evlerinden çıkardı. Vatandaşlık hakları örgütü Witness’e göre oyunlar için toplam 170 bin kişi evini kaybetti ya da kaybedecekti.
Oysa Dilma Rousseff, ülkeyi 2014’teki Dünya Kupası ve 2016’daki Yaz Olimpiyat Oyunları’na taşıyordu. Ülke kıyılarında keşfedilen yeni doğalgaz ve petrol yataklarıyla iyice şahlanmıştı ekonomi… Geniş tarım yatırımları devreye sokulmuş, Brezilya dünyanın öne çıkan hibrid enerji ihtiyacını karşılamak üzere kolları sıvamıştı. Görünürde her şey yerli yerindeydi. Ne olduysa kamu taşımacılığında hizmet veren otobüslerin ücretlerine gelen zamla oldu. Bir anda başta en büyük kent Rio de Janeiro olmak üzere ülkenin dört bir yanında geniş kitleler sokakları doldurdu.
“Otobüs ücretleri üzerinden isyan çıkar mı yahu!” demeyin. Bal gibi çıkıyor işte! 20 milyonluk Sao Paolo’da 100 bin kişi sokaklara döküldü. Rio, Manaus, Curitiba, Fortaleza Recife, Salvador, Belo, Horizonte dâhil 80 kentte şiddete dökülen olaylar yaşandı. Şiddetle birlikte kitlesellik arttı. Arjantin, Venezuela, Şili gibi diğer Latin Amerika ülkelerinin aksine 1970 ve 1980’lerdeki askerî dikta rejimine rağmen protesto geleneği fazla bulunmadığı ülkede polisin biber gazlı ve plastik mermili sert tutumu öfkeyi tetikledi. Olaylarda iki kişi hayatını yitirdi. Birisi bir aracın çarptığı 18 yaşındaki bir genç, diğeri ise kalp krizi geçiren 54 yaşındaki bir kadındı. Yüzlerce kişi de yaralandı. Bankalar, kamu binaları hasar gördü, dükkânlar yağmalandı. Protestocular Ulusal Kongre binasının çatısına kadar çıkmaya vardırdı işi.
Otobüs zamları dokuz kentte geri alındı. Fakat öfke dinmedi. Yetkililerin de teslim ettiği üzere gösteriler barışçıydı, ancak iş otobüs mevzuunu aşmıştı. Kendileri yüksek vergiler öder, karşılığında eğitim, sağlık, altyapı olarak doğru düzgün kamu hizmeti alamazken, Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunlarına harcanan paraların (12.9 milyar doları buluyor) hesabını soruyorlardı. 2010’a kadar yüzde 7.5’lara varan ekonomik büyüme küresel mali krizle birlikte yüzde 1’in altına düşmüşken; hızlı kalkınmanın sonucu olarak kitlenin başka talepleri vardı. Siyaseten belli bir partiye bağlı olmayan her çeşit insan meydanlardaydı. Lise ve üniversite öğrencileri, yoksul işçiler, evsizler, yüksek vergilerden bezmişlik… Protestolarda “Sağlık, eğitim, yolsuzluk değil”, “Para değil haklar için”, “Saygıyı hak ediyoruz” veyahut mega spor organizasyonlarında yer alanlara atfen “Faturayı biz ödüyoruz, kupa onların”, ünlü futbolcuya ithafen “Bir öğretmen Neymar’dan daha değerlidir” sloganları öne çıkıyordu. Futbol tutkusu kâr etmiyordu!
Ortada bir liderlik filan da yok. Kurumsal yapıya tehdit de öyle. Göstericilerin yüzde 84’ü bir siyasi partiyi desteklemiyor, yüzde 71’i ilk kez bir gösteriye katılıyor, yüzde 77’si yüksek eğitimli, yüzde 53’ü ise 25 yaşın altında. Gösterilerin örgütlenme biçiminde sanal ortam öne çıkıyordu. Anketlere bakılırsa, protestocuların yüzde 81’i Facebook sayesinde gösterilere katıldığını söylüyordu.
Özetle Brezilya halkının isyanının, dünya kupası itirazının toplumsal temelleri vardı.
Dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan ülkenin, 20 sentlik bir bilet zammı için sokaklara dökülmesi, dünyanın öbür ucunda da “ekonomimiz büyüyor” söyleminin emekçi halkın sosyal gerçeği açısından bir anlam ifade etmediğini gösteriyordu.
Kolay mı? “Solcu, sosyalist” iddiasındaki Devlet Başkanı Dilma Roussef ve partisi PT (İşçi Partisi) de neo-liberalizm duvarını aşmak yerine sırtını dayamayı tercih eden Latin hükümetlerdendi.
Ülkede bilet zamları için ilk defa eylem yapılmıyor. Neredeyse tüm kentlerinde toplu ulaşım özelleştirilmiş durumda ve dünyanın en pahalı toplu ulaşımlarından biri. Sektör birkaç ailenin elindeydi…
Brezilya Devrimci Komünist Partisi’nin (PCR) eylemlerle ilgili yaptığı basın açıklamasında, “Toplu ulaşımdaki pahalılık yüzünden 37 milyon Brezilyalı otobüs ücreti ödeyecek parası olmadığı için yürümek zorunda,” deniyordu!
IV.2.2) İTİRAZ EYLEM(LER)İ VE DEVLET TERÖRÜ
Söz konusu hâl Brezilya’daki itiraz eylemlerinin de başat zeminini oluşturdu. Brezilya halkı protesto gösterilerinde, “Futbolu seviyoruz ama ülkemizi daha çok” veya “Brezilya’nın öncelikli o kadar problemi var ki, bunun futbol ile kamufle edilmesini istemiyoruz,” diyorlarken; Brezilya hükümeti dünya kupası organizasyonu için 157 bin asker ve polisin görevlendirdiğini açıklıyordu.
Brezilya’da kartopu gibi büyüyen gösteriler 100 kente yayıldı. 20 Haziran 2013 gecesi en az 1 milyon kişi daha iyi hizmet talebiyle sokaklara döküldü.
Brezilya yoksul halkının protesto ettiği 2014 Dünya Kupası harcamaları programına karşı ülkenin en büyük ikinci kenti Rio de Janeiro’daki 3 ayrı havaalanında çalışanlar 24 saatlik greve başladı.
2014 Dünya Kupası başlamadan saatler önce Brezilya’nın her yerinde protesto ve grevler ülkeyi sarstı. Son olarak Sao Paola’da 5 Haziran 2014’de başlayan metro işçileri grevinden sonra şimdi de Brezilya’nın en büyük ikinci kenti Rio de Janeiro’da bulunan 3 ayrı havaalanında çalışanlar, 24 saatlik greve gitti. 12 Haziran 2014’de başlayan grev, Dünya Kupası’nın ilk gününe denk geldiği için karşılaşmalara da etki etti.
Tüm dünyada futbolseverleri ekranlara kilitleyen “zalim bir şaka” olarak adlandırılan 2014 Brezilya Dünya Kupası, her şeye rağmen devam ederken, protestolar da hız kesmeden sürüyorken; protestoları görmekte isteksiz olan dünya basınının katkısı ile güllük gülistanlık bir futbol ziyafeti görüntüsü dünyaya yansısa da aslında görüntünün arkasında yığılan yoksulluk ve buna karşı direniş bulunuyordu.
Gerçekten de Brezilya’nın kazandığı 1994 Dünya Kupası’nın yıldızı Romario, 2014 turnuvasını “Brezilya tarihinin en büyük hırsızlığı” olarak tanımlıyorken; eylemler sürecinde Kongre çatısına çıkan protestoculardan 24 yaşındaki Bruno Pastan “Bazıları, Brezilya’nın futbol için her şeye katlanacağını, halkın sadece futbol için yaşadığını düşünüyordu. Ancak bu eylemler, ölü bir halk olmadığımızı göstermek için ilk adımd��” dedi. Bir eylemci de “Hükümetin uyanması için halkın ayaklanması gerekiyordu. Bugün ayaktayız. Yarın da ayakta olacağız” ifadelerini kullandı.
Eylemciler spor tesisleri için 15 milyar dolar harcanırken eğitim ve sağlığa yatırım yapılmamasına tepkili. Bir eylemci, “Çocuğunuz hastalanırsa, onu stadyuma götürün” diye slogan atarken, bir diğeri “Çok güzel statlarımız var ama benim hâlâ bir sağlık sigortam yok” dedi.
16 yaşındaki oğluyla Sao Paulo’daki gösterilere katılan eylemci Maria Cardoso ise şunları söyledi: “İyi okullar yok. Hastanelerimiz korkunç. Yolsuzluk yaygın. Vergiler bizi öldürdü. Ama yine de işe gitmek zorundayız, hem de sokaktaki şiddet yüzünden eve canlı dönüp dönemeyeceğimizi bilmeden. Ancak bu eylemlerle tarih yazdık ve artık buna katlanmayacağımızın anlaşılmasını sağladık.”
41 yaşındaki memur Maria do Freitas ise katılmasa da eylemlerden heyecanladıdığını söyledi: “Sokaklara inmeyeli epey olmuştu. Ağır vergiye karşı hizmetler çok kötü. Devlet hastaneleri ve okullar kötü, toplu ulaşım ise korkunç” dedi.
Hulk lakaplı futbolcu Givanildo Vieira de Souza, “Protestoları izlerken sanki onların arasındaymış gibi hissettim” derken, iki futbolcu daha destek mesajları yayımladı.
Brezilya’da 2 yıldır enflasyonun arttığını ve büyümede gerileme yaşandığını belirten uzmanlar, örgütsüz olan eylemleri ‘yeni orta sınıfın yolsuzluk, zayıf sosyal güvenlik ve bürokrasiye tepkilerine’ bağladı.
Datafolha’nın anketi, Sao Paulo’da eylemcilerin herhangi bir siyasi örgütle bağlantısı olmadığını ve yüzde 75’inin ilk kez bir eyleme katıldığını gösterdi.
Campinas Üniversitesi’nden Ricardo Antunes ise kredi kullanımının tüketici harcamalarında patlamaya yol açtığını ve eğitim seviyesinin önemli ölçüde arttığını belirtti: “Mevcut durum yıllardır maaş zammı ve istihdamla dengelenip telafi ediliyordu. Ancak artık sınıra dayanıldı. Spor organizasyonları, bu birikmiş öfkenin taşıyıcısı oldu.”
Giderek kitleselleşen itirazlar karşısında Dilma Rousseff, ulaşım ve eğitimde reform sözü verip, “Barışçıl protestocuların liderleri ile görüşeceğim” diyerek, 2014 Dünya Kupası masraflarını devletin karşılamadığını vurguladı, devlet terörünü eksik etmeden…
Herkesin malumu olduğu üzere Brezilya, Dünya Kupası’na polis şiddetiyle başladı…
Sokakların talepleri Dünya Kupası için yapılan aşırı harcamalara karşı olmakla sınırlı değil, aynı zamanda büyük şirketlere ve bu şirketlerin gezegene yönelik ciddi bir tehdit oluşturan, sömürüye dayalı yırtıcı sermaye birikimi pratiklerine de karşıydı. Sokaktakiler polis şiddetinin ve gösterilerin akıl dışı bir biçimde bastırılmasının sona ermesinin yanı sıra, varoşlarda yaşayan siyahilere ve fakir halka yönelik kıyımın da durmasını ve Meclisin “PEC 51” yasa tasarısını onaylayarak polis kuvvetinin demilitarizasyonunu sağlamasını talep ediyordu.
Çünkü Brezilya’daki gösteri ve yürüyüşlerde halka karşı acımasızlığı ile tanınan BOPE, yani Brezilya Özel Harekât Polisi, tıpkı logosundaki tabanca, kılıç, ve kuru kafa figürlerinde olduğu gibi, ürkütücü bir teşkilâttı.
BOPE, Uluslararası Af Örgütü’nün (AI) de yıllardan beri en sert kınadığı iç güvenlik organı. Alman özel komando teşkilâtı SEK (Spezialeinsatztkommando) tarafından BOPE’ye eğitim veriliyordu.
Bu nedenle Kupa 2014 Brezilya’da “Polis Kupası” olarak da anılır oldu…
“Dünya Kupası ekonomisinin devasa yolsuzluklara ve kamu harcamalarının daha da kısılmasına yol açmasını protesto eden yüz binlerce insan, -aralarında futbolseverler de hiç az değil-, ağır polis şiddetine maruzlar. Brezilya polisi, olağanüstü (polis olağanının da üstü) gaddarlığıyla biliniyor ve Uluslararası Af Örgütü verilerine göre, ülkede polis yılda ortalama iki bin insanı yargısız infazla öldürüyordu.
Başrolde, temel görevi yoksul mahallelerinde ‘güvenliği sağlamak’ olan Özel Harekât Müfrezeleri. Amblemleri: çaprazlanmış iki tabancanın önünde tepesinden bıçak saplanmış kurukafa! Protestocuların sloganlarından birinin, ‘Devlet Dünya Kupasında yoksullara karşı savaşa hazırlanıyor’ olması boşuna değildi. Kupa maçlarının oynanacağı şehirlerde birçok yoksul mahallesi boşatıldı, insanlar çekip gitmeye zorlandı.
60 bine yakın asker, 100 bini aşkın polis, ilaveten 20 bin özel güvenlik görevlisiyle vaziyet alan Brezilya güvenlik bürokrasisi…”[72]
“2014 Dünya Kupası” deyince; öncelikle şunların, unutulmaması gerekir!
Şaşaalı açılış şenliğinin ardından başlayan XX. Dünya Futbol Şampiyonası’nın onca gösterisi: İşçilerin çalışma koşulları, yoksulluk, kadın ve çocuk ticareti ve Dünya Kupası’nın yapılış koşullarına karşı sokaklara taşan öfkeyi perdelemeye çalışıyordu.
Gösterişli ve çekişmeli maçlarının arkasında olup bitenler, kadın örgütleri tarafından da yakından takip edilirken; örneğin, şampiyonanın başlamasına 4 ay kala şampiyonanın sponsorlarından Adidas’ın seksist bir tişörtünün üretimine protestolar nedeniyle son verildi.
Dünya Kupası’nın Brezilya’da yapılacağı belli olduktan sonra ünlü bir spor ürünleri markasının tişörtü dolanmaya başladı ortada, üstünde koca memeli, esmer tenli, bikinili bir kadın ve “Skora baaak- Brezilya” cümlesi. Diğer bir ürünün üstünde “I love Brazil” yazıyor, bu sevgi ifadesindeki “kalp” ise yine esmer tenli bir kadının kalçasının arkadan görünüşü biçiminde yapılmış.
Ne kadar yaratıcı değil mi? Dünya Kupası’nın sadece sportif bir faaliyet olmadığını bundan iyi anlatamazlardı herhâlde!
Dünya Kupası evsahipliğini kadınlarının “seksiliği” üzerinden de pazarlamaya çalışan Brezilya için ünlü markanın bu pazarlama stratejisi, ülkenin stratejisinin adeta bir göstergesiydi…
Ancak sorunlar salt ürünlerin içerikleriyle ve çalışma koşullarıyla ilgili değildi. Kadın örgütlerinin ısrarla üzerinde durduğu önemli konulardan biri de kupa nedeniyle fuhşun olağan üstü artacak olması.
Dünya Kupası başlamadan önce başlayan “iç göç”ün büyük kısmı, müsabakaların yapıldığı merkezlerde “genelev alanı” olarak kurulan bölgelere giden kadınlar ve ne yazık ki çocuklar tarafından gerçekleştiriliyor. 2 ila 4 dolara ilişkiye girmeyi kabul eden, ama yasalara göre 14 yaşında olduğu için kendi rızasını oluşturabileceği söylenen çocuklar, uyuşturucu ve şiddetin eline korunmasız olarak bırakılıyorlardı. Dünya Kupası’nın Brezilya’da fuhuş oranlarını arttırdığını/artıracağını söylemek mümkündür…
Zira Brezilya normal dönemlerde de, Tayland’dan sonra seks turizminin en fazla rağbet gördüğü ülkelerden biri. Örneğin Almanya’dan her yıl 400 bin erkek seks turizmi için farklı ülkelere gidiyor. Brezilya, Alman erkeklerinin de tercih ettiği ülkelerden biri, çünkü Brezilya’da bir kaç avroya çocuklarla ve kadınlarla cinsel ilişkiye girilebiliyor.
Rakamlar, Brezilya’da çocuk fuhşunun son 10 sene içinde 4’e katlandığını gösteriyor ve yaklaşık 400 bin çocuğun fuhuş yaptığı düşünülüyor.[73]
Rio de Janerio Federal Üniversitesi dünya kupası boyunca fahişelik üzerine araştırmada, konuşulan kadınları Dünya Kupası’nın kendileri için zor geçtiğini belirtiyor. 24 yaşındaki Luna Ferrari eski işini bırakıp seks işçiliği yapmaya başladığını söylüyor.
Ferrari Dünya Kupası’ndan önce masöz olarak çalışıyordu. Genç kadın kupayla birlikte fahişelik yapmaya başladı ve kendisini Coppacabana Plajı’nda müşteri ararken bulduğunda; “Dünya Kupasında işler arttı ama fiyatlar da bir o kadar düştü. Turistlerin yerellerden bile daha az parası var,” diyordu.
Özetle 2000 saatlik araştırmaya göre Rio’da toplam 279 seks noktası belirlendi. Bunlardan sadece 16’sının kupa boyunca işleri artmışken; Brezilya’da 10 dakikalık bir seks için müşteriler ortalama 9 dolar ödüyordu.[74]
Tüm bunlar kadın ticaretinin dünya kupası dönemlerinde arttığını gösteriyor. “2006 yılında Almanya’da düzenlenen kupa sürecinde seks ticareti yüzde 30; 2010’da Güney Afrika’da yüzde 40 oranında artmıştı. Esasında eril iktidar yeni yatırımlar için önce kadın bedenine yatırım yapması gerektiğini çok iyi biliyordu!”[75]
Bir şey daha: Adidas’ın 65 ülkede toplam 1200 fabrikası var ve bu fabrikalarda toplan 775 bin işçi çalışıyor. Bunların çoğu Asya’dadır. Yer yer günlüğü 1.78 sterline işçi çalıştırıyor. Çocukları çalıştırdığı daha önce ortaya çıkmıştı. Zorunlu mesai, uzun çalışma saatleri, kötü koşullar, sendika hakkından yoksun, iş garantisinden ve iş güvencesinden yoksun, sözleşmeden yoksun bir şekilde çalıştırılan işçilerin, dışarıda şirketle ilgili konuşmaları bile yasak.
Kullanılan toksinli ve kimyasal maddelerin zararlarını anlatan ve bilgisini veren kimse yok. Messi, Ronaldo, Lampard gibi ünlü futbolcuların yaptığı rengarenk reklamların ayakkabıları işte o işçiler tarafından üretiliyor belki de birkaç kuruşa. Adidas ise, 2011 yılında toplam net olarak 559 milyon sterlin kâr elde etti. Ve şirketin 2012 yılının Mart ayında yaptığı açıklama ise, krizin yükünün kimin sırtına atıldığını gösteriyor. Toplam kârını rekor bir düzeyde aşan Adidas yüzde 18 daha fazla kâr yaptı. Adidas, taleplere ve hedeflere ulaşmak için Çin’de işçileri sabah 8 akşam 11 olarak çalıştırıyor. Endonezya’da saat ücreti 34p.’ye çalıştırıyor. Sri Lanka’da, devletin belirlediği asgari ücretin altında adam çalıştırıyor ve mesai de zorunlu.
Hasta olmak işten çıkarılmanın gerekçesi olabilir. Adidas gibi onlarca şirket var. Nike, Puma, Speedo gibi şirketlere karşı yoğun bir kampanya yürütülüyor. Bu kampanyaların en kapsamlısını yürüten “War On Want” adlı kampanya grubu, “Sömürü her tarafta sömürüdür” adı altında bir kampanya yürüterek, olimpiyatları fırsat olarak kullanma ve işçilerine de insanlıktan uzak davranışlarda bulunmanın affedilmeyeceğini söylüyor.
V.1) ABARTILARA SON…
O hâlde şu futbol abartılarına bir son verelim artık!
Hem de Mustafa Sönmez’in, “Futbolu seviyoruz, metalaşmayı sevmiyoruz…”; Akif Kurtuluş’un, “Futbolu başka türkü aşkla sevmek mümkün…”; Hasan Cemal’in, “Futbol olmasa, dünya çok daha gri, kurşuni ve acımasız olurdu! Benim değil, Albert Camus’nun bir sözü bu…”; Çınar Oskay’ın, “Evet, futbol asla sadece futbol değildir. Gramsci’nin deyimiyle ‘Açık havada ortaya konan insan sadakatinin krallığıdır’… Futbol yüksek erdemlerin oyunudur,” abartılarına rağmen…
Siz bakmayın Dayo Olopade’nin, “Yeni şampiyon Afrikalı olmasa da, Dünya Kupası açlıktan kurumuş gövdeler, atıp tutan kasıntı liderler ve AIDS’den kırılan ülkelerle tanınan kıtaya itibar getirdi. Kupa, özellikle de ırksal travmaların varlığını koruduğu Güney Afrika’nın özgüveni açısından motor görevi gördü…”[76] demesine!
Ya da Beşiktaş Teknik Direktörü Slaven Biliç, sosyalist bir takım meydana getirdiğini söylerken; siyah-beyazlı yönetimin de mali tabloları da düzeltmek için 15 günde 158 milyon dolarlık sponsorluk anlaşmasına imza atıp, Beşiktaş’ın piyasa değerinin de 367.2 milyon TL olmasına…
Bunların hepsi, laf-ı güzaf…
Futbol deyince… Albert Einstein’in, “Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır,” uyarısını göz ardı etmeden; sporun/ futbolun artık bir endüstri ve ideolojik kontrol aracı hâline getirildiğini kavramalı/ ve kavratmalıyız…
“İyi de ne yapmalı” mı?
Gayet basit: “Kendi dışında bir amacı olmayan spordan yanayım,” demeli Bertolt Brecht gibi…
Ve İspanya Birinci Futbol Ligi (La Liga) ekiplerinden Sporting Gijon’un 25 yaşındaki savunma oyuncusu Javi Poves’i; onun, futbol dünyasındaki paraya dayalı kirli düzenden bıktığını söyleyerek futbolu bırakmasını anımsamalı…
‘El Pais’in haberinde kendisini anti-sistem futbolcusu olarak tanımlayan Poves bankacılık sistemini reddettiği için kulüpten alması gereken son maaşını da geri çevirdi!
Futbolcunun İspanya kaynaklı internet siteleri ve gazetelere yansıyan açıklamalarında kullandığı “Futbolun içinde kalmaya başladıkça her şeyin parayla ilgili olduğunu görüyorsunuz. Bu çok acı bir şey” ifadeleri dikkat çekiciydi…
Bu kirli sistemin bir parçası olmaya daha fazla dayanamayacağını söyleyen Poves, “Ben küçükken bu oyunu büyük bir sevgiyle oynardım. Ama şimdi farkına varıyorum ki futbolda her şey para demek. Bu futbol kirlidir ve hepimiz kandırılıyoruz. Afrika’daki, Amerika’daki, Asya’daki insanların ölümleri üzerinden para kazanılan bir sistemin parçası olmak istemiyorum” diyerek profesyonel futbolculuğu bırakma kararını açıkladı.
Profesyonel futbolun para ve sahtekârlık üzerine kurulu olduğunu dile getiren Poves, ‘kapitalizm ölüm demektir’ ifadesini de kullandı. Öte yandan, Javi Poves ayrılmadan önce kulüp tarafından tahsis edilen otomobili de kabul etmedi…[77]
Javi Poves örneği üzerinden son sözü de Veysel Atayman’a bırakıyorum:
“Buyurun, Çarşılılar, Ultra olmayanlar, bilmem ne FB’cileri, en başta sizler kulüplerinize artık twiit mi atarsınız, tribünde pankart mı açarsınız: Şu rezil (futbol) mekanizmayla ilgili ne yapmayı düşünürsünüz??? Artık somut insandan, sınıftan yana olmanızın vakti geldi. Metin Kurt ağabeyiniz hep uyarmadı mı: ‘Her gol işçi sınıfının kalesine atılmıştı!’ diye. Demek sınıfın kalesine gol atanları desteklemek konusunda tartışmanın vakti de geldi”!
Ve nihayet bu yazı, tam da 13 Haziran 2014 günü, yani Brezilya’daki XX. Dünya Kupası’nın “finali”nden hemen önce tamamlandı!
13 Temmuz 2014 09:25:09, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:159, Eylül 2014Kaldıraç, No:160, Ekim 2014…
[1] Sven Goran Eriksson.
[2] Metin Kurt’un ‘Gladyatör’ başlıklı yapıtında belirttiği üzere Metin Oktay bir sosyalistti, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmemesi için imza kampanyasına adını yazdırmıştı. Yaşadığı ve özellikle yıldızının parladığı yıllarda bırakın sosyalist olmayı sosyal demokrat olmanın bile öcü, düşüncenin suç olduğu, bir parti adını ağzınıza aldığınızda “futbola siyaset karıştırmak” suçlamasıyla karşılaşıp futbol alanlarını oy toplamanın en kestirme yolu olarak görenlerin at oynattığı bir dönemde ayakta kalabilmek için Metin Oktay olmak gerekirdi. Salt Galatasaray’ın değil tüm futbolseverlerin sevgilisi olabilmek… (Ahmet Çakır, Taçlı Kral Metin Oktay, Kendi Yay., 2011.)
[3] Rahşan İnal, “Spor Boykotlarından, ‘Barış Kültürü’ne”, Radikal İki, 4 Temmuz 2010, s.8.
[4] Ceyhun Kuburlu, “Londra’da 7 Milyar Dolarlık Oyun”, Hürriyet, 27 Temmuz 2012, s.9.
[5] Johan Huizinga, “Kültür Olgusu Olarak Oyunun Doğası ve Anlamı”, http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/4.php
[6] Guy Debord, Gösteri Toplumu (Gösteri Toplumu ve Yorumlar), Çeviri : Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 1996.
[7] Bozkurt Güvenç, “Hayat ve Oyun”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2011, s.2.
[8] Ahmet İnam, “Şike Hayatımızın Neresinde?”, Akşam, 7 Temmuz 2011, s.10.
[9] İlker Aktükün, “Futbolun Siyasi Tarihine Kenar Notları”, Cogito, No:63, Yaz 2010, s.21.
[10] Tuğrul Akşar, Futbolun Ekonomi Politiği, Literatür Yay., 2011.
[11] Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol, çev: Ertuğrul Önalp-M. Necati Kutlu, Can Yay., 2006.
[12] Simon Kuper: Futbol Asla Sadece Futbol Değildir, Çev: Sinan Gürtunca, Sabah Kitapları, 1996, s.1.
[13] Serpil İlgün, “Bağış Erten: Futbola Muhalefet Karışmasın İstiyorlar”, Evrensel, 19 Ağustos 2013, s.14.
[14] Kıvanç Koçak, “Milliyetçiliğin Bir Av Sahası: Futbol”, Cogito, No:63, Yaz 2010, s.29.
[15] Kenan Başaran, “Kışlaya Dönen Statlar”, Radikal, 26 Ekim 2011, s.47.
[16] Murat Tuzcu, “Dünya Kupası Kalp Sağlığını Etkiliyor!”, Milliyet, 23 Haziran 2014, s.4.
[17] Celâl Üster, “Futbolun İktidarı ve Muhalefeti”, Cumhuriyet Kitap, No:1236, 24 Ekim 2013, s.6.
[18] R. Horak-Tanıl Bora-Wolfgang Reiter, Futbol ve Kültürü, İletişim Yay., 2012.
[19] M. Utku Şentürk, “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”, 5 Nisan 2013… http: //blog. radikal. com. tr/Sayfa/futbol-asla-sadece-futbol-degildir-18785
[20] İbrahim Sediyani, “Dünya Kupası’nda Avrupa Ülkelerini Göçmen Futbolcular Sırtlayacak”, Taraf, 18 Haziran 2014, s.10.
[21] Alper Hasanoğlu, “Fatih Terim: Halk Çocuğunun Elitizmle Sınavı…”, Radikal, 22 Eylül 2013, s.24.
[22] Simon Kuper, Futbol Asla Sadece Futbol Değildir, İthaki Yay., 2003.
[23] Osman Bulugil, “Futbol ve Kapitalizm”, Evrensel, 9 Ağustos 2013, s.15.
[24] M. Fabian Sözmen, “Para, Şike! İşte FIFA İşte!”, Evrensel Hayat, 5 Aralık 2010, s.7.
[25] Ceyhan Kuburlu, “2. 1 Milyar Dolarlık Smaç”, Hürriyet, 16 Kasım 2012, s.8.
[26] Ceyhun Kuburlu, “Avro’nun Şampiyonları”, Hürriyet, 26 Şubat 2014, s.17.
[27] “G. Saray ile F. Bahçe Para Ligi’nde İlk 20’ye Girdi”, Hürriyet, 23 Ocak 2014… http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/25639735.asp
[28] Vahap Munyar, “Beko, Barça’ya ‘Sol’dan Girdi”, Hürriyet, 1 Temmuz 2014, s.8.
[29] Ceyhun Kuburlu, “FIFA, 5.2 Milyon Dolar Ödüyor Dünya Kupası’nın Hakemleri 50 Bin Dolara Düdük Çalıyor”, Hürriyet, 27 Haziran 2010, s.14.
[30] Ceyhun Kuburlu, “55 Milyar $’lık Kupa”, Hürriyet, 12 Haziran 2014, s.29.
[31] Fatih Saboviç, “Parayla Saadet Olmadı”, Hürriyet, 28 Haziran 2014, s.31.
[32] “Kırmızı Şeytanlar Bütçeyi Doğrulttu”, Milliyet, 15 Temmuz 2014, s.8.
[33] Ceyhun Kuburlu, “Fileyi Durdurdular”, Hürriyet, 8 Temmuz 2014, s.8.
[34] Ceyhun Kuburlu, “Süper Lig, 1 Milyar Dolara Koşuyor, UEFA Kriteri İçin Bankalar da Devreye Giriyor”, Hürriyet, 30 Nisan 2011, s.9.
[35] Özgen Acar, “Futbola Yıldırım Düştü!”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2011, s.12.
[36] Ceyhun Kuburlu, “Süper Lig Avrupa’da İlk 5’e Girecek, Kulüpler Havuzdan Haftada 7 Milyon Lira Alacak”, Hürriyet, 14 Ağustos 2010, s.9.
[37] Ceyhun Kuburlu, “17 Milyon Liraya 32 Profesyonel”, Hürriyet, 8 Ağustos 2013, s.10.
[38] “TRT, 1’inci Lig İçin 40 Milyon Dolar Verdi, Şifresiz Yayına Devam Edecek”, Hürriyet, 31 Temmuz 2011, s.9.
[39] Ceyhun Kuburlu, “Asıl Gelir Süper”, Hürriyet, 30 Nisan 2013, s.11.
[40] Ceyhun Kuburlu, “Derbinin Futbolcu Değeri 271 Milyon Avro’yu Buluyor Fener 3.1 Milyon Bekliyor”, Hürriyet, 24 Ekim 2010, s.14.
[41] Ceyhun Kuburlu, “Derbinin Değeri 670 Milyon TL”, Radikal, 5 Nisan 2014, s.20.
[42] Ceyhun Kuburlu, “Hem Kazandı Hem Kazandırdı”, Hürriyet, 28 Ağustos 2012, s.8.
[43] “Bizimkiler de Zenginler Kulübünde”, Radikal, 12 Mart 2013, s.24-25.
[44] Cumhur Önder Arslan, “Futbolun Kayıp Milyonları”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2012, s.21.
[45] Oktay Özdabakoğlu, “1 Kazanıp 5 Harcadılar”, Radikal, 28 Ocak 2013, s.19.
[46] Oktay Özdabakoğlu, “Devlerin Borcu Büyük Olur”, Radikal, 31 Ocak 2011, s.21.
[47] Esra Sahici, “Borsada Şike Sarsıntısı Sürdü, Dört Büyük İki Günde 623 Milyon Lira Eridi”, Hürriyet, 6 Temmuz 2011, s.9.
[48] Zeynep Aktaş, “Futbolda Şike Operasyonunun Fener’e İki Günlük Maliyeti: 512 Milyon TL”, Milliyet, 6 Temmuz 2011, s.7.
[49] “… ‘Kaybedenler Kulübü’nün Toplam Zararı 715.9 Milyon Liraya Ulaştı!”, Akşam, 12 Temmuz 2011, s.6.
[50] Esra Sahici, “Borsada ‘Küme Düşme Yok’a Oynadılar, Dört Büyükleri 425 Milyon Lira Birden Zıplattılar”, Hürriyet, 16 Ağustos 2011, s.9.
[51] “… ‘Şampiyonlar’ Dışında Kalmak Fenerbahçe’den 220 Milyon Dolar Götürdü, Trabzonspor Zıpladı”, Hürriyet, 26 Ağustos 2011, s.9.
[52] Esra Sahici, “Şampiyonlar Ligi Trabzonspor’a Yaradı, 477 Milyon Liraya Çıktı”, Hürriyet, 27 Ağustos 2011, s.8.
[53] “Galatasaray’ın Değeri 600 Milyon Liraya Ulaştı”, Cumhuriyet, 14 Mart 2013, s.9.
[54] Oktay Özdabakoğlu, “Yatırımcı da ‘Fanatik’…”, Radikal, 26 Mayıs 2013, s.26-27.
[55] Oktay Özdabakoğlu, “90 Dakika Zarar 99 Bin TL”, Hürriyet, 12 Ekim 2013, s.14.
[56] Gündüz Vassaf, “Futbolla Düşe Kalka”, Radikal, 18 Temmuz 2010, s.22.
[57] İbrahim Kaya, “Futbollaşan Hayat”, Radikal İki, 29 Mayıs 2011, s.10.
[58] Andrew Jennings, Omertà: Sepp Blatter’s FIFA Organised Crime Family, Transparency Boks, 2014.
[59] Christian Authier, Futbol A.Ş., çev: Ali Berktay, Kitap Yay., basım tarihi yok.
[60] Declan Hill, Şike: Futbol ve Organize Suçlar, çev: Eren Odabaşı, Arkadaş Yay., 2011.
[61] Güngör Uras, “Şikeden Marsilya ve Juventus’un Başına Neler Geldi?”, Milliyet, 14 Temmuz 2011, s.10.
[62] Kenan Başaran, “Futbolda da ‘Dumansız Hava Sahası’…”, Radikal Hayat, 10 Temmuz 2011, s.10-11.
[63] Kenan Başaran, “Fener’i Yokluktan İttihatçılar Çıkardı”, Radikal, 17 Temmuz 2011, s.36-37.
[64] Kenan Başaran, “Özal’ın Beşinci Eğilimi Futboldu”, Radikal, 20 Temmuz 2011, s.34-35.
[65] Ömer Şahin, “AKP En Çok Cim Bom ve Fener’den Oy Alıyor”, Radikal, 11 Mart 2012, s.20-21.
[66] Kenan Başaran, “Galatasaray, Saray’a Kombine Sattı”, Radikal, 21 Temmuz 2011, s.34-35.
[67] Kenan Başaran, “Göğüste Darbe Reklamı”, Radikal, 22 Temmuz 2011, s.34-35.
[68] Kenan Başar, “Saracoğlu Başkan Fener Şampiyon”, Radikal, 18 Temmuz 2011, s.32-33.
[69] “Güney Afrika’da Dünya Kupası’nın Gölgeledikleri…”, Kızıl Bayrak, No:2010/25, 25 Haziran 2010, s.27.
[70] Gideon Rachman, “Dünya Kupası’ndan ‘Halk Kupası’na…”, Financial Times, 5 Temmuz 2010.
[71] Eduardo Galeano, Güneşte ve Gölgede Futbol, çev: Mehmet Necati Kutlu–Ertuğrul Önalp, Can Yay., 1997.
[72] Tanıl Bora, “Dünya Kupası’ndan İki Fotoğraf: Son Sokak Maçı”, Radikal, 18 Haziran 2014, s.27.
[73] Pelin Şener, “Yoksulluk, Şiddet, Fuhuş ve İstismar Şampiyonasına Hayır!”, Evrensel, 22 Haziran 2014, s.2.
[74] “Dünya Kupası’nın Öteki İşçileri”, Hürriyet, 10 Temmuz 2014… http://fotoanaliz.hurriyet.com.tr/galeridetay/84741/4369/1/26777577/dunya-kupasinin-oteki-iscileri
[75] Bilge Çoban, “Kupa Ne Yana Kadın Ne Yana Düşer?”, Evrensel, 22 Haziran 2014, s.2.
[76] Dayo Olopade, “Kupanın Gerçek Şampiyonu Afrika”, The Washington Post, 11 Temmuz 2010.
[77] “Helal Olsun Kardeşim Javi”, Birgün, 11 Ağustos 2011, s.15.