Mehmet ÖZGEN yazdı – Toplumun yüzde-50’yi aşan kesimi tüm baskı ve kuşatmaya, açlığa, yoksullaşmaya, dışlanmaya karşın direniyor. Ancak bu direnişi arkasına alan, faşist iktidarı yıkmayı hedefleyen bir strateji ve örgütlenme ile, demokratik bir toplum ve yönetim düzenini içeren bir programla toplumsal muhalefete öncülük edecek cüretkar bir yapı henüz yok.
Biliyorsunuz iktidarın, içeriği artık ayan beyan olan 2023 hedefi var. Cumhuriyeti 100’üncü yılında ilga edip onun yerine otokratik İslamcı bir devletin ilan edilmesi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ya da tek-adam yönetiminin, yasa ve hukuka bağlı olmayan kararnameler aracılığıyla bu amaç için kurucu irade rolü oynadığı aşikar.
AKP Genel Başkan Yrd. Mahir Ünal, “Hazırlıklarımızı tamamlamamız 19 yıl sürdü, asıl şimdi başlıyoruz” dedi. AKP İstanbul İl Başkanı kendisini “600 yıl dünyaya hükmetmiş son Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtının il başkanı” olarak görmekten mutluluk duyduğunu ifade etti.
Erdoğan bu hedefi “yeni bir başlangıcın eşiğindeyiz” sözleriyle dile getirdi: “Uzunca bir süredir takip ettiğimiz rotamızın adı olan 2023 hedeflerimizi yeni bir başlangıç haline dönüştürerek, 21’inci yüzyılı ve ötesini kuşatacak büyük ve güçlü Türkiye’yi inşa ediyoruz.” “Geçmiş bizim hafızamızda mevcut. Hafızamız şanlı tarihimiz. Geçmişte geleceğe ilişkin her şey var.” ”200 yıldır bocalamamızın başlıca nedeni modernleşme adı altında Batı’yı taklit etmektir” derken de kendi şimdiki zaman’larını iki yüzyıl öncesine taşıdı. Erdoğan konuşmasında bu olumsuz gidişe karşı Menderes, Özal ve Erbakan gibi direnenlerin olduğunu ancak kendi iktidarları ile birlikte artık bu yoldan çıkıldığını ifade etti.
AKP Kongresi ve tutunma stratejisi
Kimi analistler, Erdoğan’ın uzun kongre konuşmasını “yeni bir şey yok” diye yorumladı. Kriterleri ekonomik çöküşe ilişkin reform beklentisiydi. Oysa Erdoğan’ın öncelikleri başkaydı. Siyasi ve ideolojik hedefler konusunda “mazi”yi hamasetle, tek-devlet, tek-millet, küresel öncülük söylemleriyle; ailenin, sosyal alanın hedeflere uygun dönüştürülmesi, dönüşümlerin anayasal bir düzenle garanti altına alınması için bir millet anayasası vaadiyle kararlılık vurgusu yaptı. 19 yılda yapılanların anlatılması kazanılan mevzilerin bugünkü kritik koşullarda korunmasının ne denli elzem olduğunu vurgulamak içindi. Rant dağıtımının kontrolü ile güçlü bir sermaye fraksiyonu, yerel yönetimlerin kaynaklarını aktararak tarikatları ve vakıflarıyla toplumu aşağıdan kuşatan bir ruhban sınıfı oluşturuldu. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bunların korunması ve geliştirilmesini sağlıyor. Dolayısıyla, Kongre, direncini kaybetmeyen toplumsal muhalefetin siyasal saldırıya geçme eğilimi ya da oy ve meşruiyet kaybının sürmesi karşısında kazanılan mevzilere tutunma stratejisini yansıttı. Bu strateji, otoriterliği, devlet terörünü daha da artırarak kaçınılmaz kılacaktır.
Marx, 1848 Fransa’sındaki sınıf savaşlarına dair analizlerinde burjuvazinin iki farklı eğilimini şu sözlerle ifade eder: “Şimdiye değin böbürlendiği ve mutlak kudreti elde ettiği genel oy hakkını bir kenara atarak, burjuvazi açıkça itiraf etti: ‘Diktatörlüğümüz şimdiye değin halkın iradesiyle yerinde tutundu; şimdi onu halkın iradesine karşı sağlamlaştırmak gerek.”(1)
Bu ifade bugün içinden geçtiğimiz süreçte Erdoğan ve AKP’nin eğilimlerine uygun düşüyor. Ancak “burjuvazi’” yerine, aydınlanmanın ve burjuva devriminin mirasını reddeden soysuz (postmodern) bir sınıfı koymak kaydıyla.
Kongrenin anlamı budur. Kararlılık. Parti yönetimi bu ideolojik kararlılığı, hedefe kilitlenmeyi, lidere itaati içselleştiren kadrolardan oluşturuldu. Ekonomik kriz, kitlelerin yoksullaşması, pandemi bu ideolojik amaca halel getirmeyecek şekilde yönetilmektedir.
Kontrgerillanın adamları MHP yönetiminde
Yeni-Osmanlıcılık, Türk-İslam sentezinin yeni ifadesi olarak şoven-ırkçı milliyetçilikle siyasal İslamcılığın kaynaşma noktası. Zaten Türkiye’deki İslamcılığın diğerlerinden en önemli farkı, teokratik bir imparatorluğun mirasına dayanıyor olmasıdır. Bu yüzden bizdeki siyasal İslam, zaman zaman milliyetçiliğe karşı ümmetçi söylemleri öne sürse de, Osmanlıcılık, onu milliyetçi-mukaddesatçı çizgiye yaklaştırır.
Bu çerçevede başka bir kararlılık hali Cumhur ittifakının küçük ortağı MHP kongresinde yaşandı. Devlet Bahçeli ve MHP yönetimi, HDP’yi terörist ilan edip kapatılması için başsavcılık rolü oynarken, gerçek teröristleri, ‘80 öncesinin ülkücü katillerini yönetim kadrosuna aldı. Savcı Doğan Öz’ün katili, suçunu poliste ve savcılıkta itirafına, görgü tanıklarına dayanarak 4 kez idama mahkum edilmesine rağmen derin devlet tarafından serbest bıraktırılan İbrahim Çiftçi MYK’da. Çiftçi, 8 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de, TİP’li gençleri vahşice katleden ülkücü katillerin arasında da yer almıştı. Askerî Yargıtay Genel Kurulu idam kararını sekizde yedilik oy çokluğu ile bozdu. Çünkü Doğan Öz, Türkiye’de birçok faili meçhul olayın ardında olan ve devlet içinde örgütlenen Kontrgerilla adlı illegal yapılanmaya dair rapor hazırlamıştı. Tamer Osmanağaoğlu, 1980’de DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’i öldüren faşist katil Ünal Osmanağaoğlu’nun ağabeyi ve suç ortağı. Türkler’in öldürülmesinin ardından Ünal Osmanağaoğlu ağabeyi Tamer’in kimliğiyle yurtdışına kaçmış, uyuşturucu kaçakçılığından 3 ay tutuklu kaldıktan sonra ağabeyinin talimatıyla ve onun kimliği ile ülkeye dönmüştü.
Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı’dan sonra dava arkadaşları kadrosu tamamlanmış görünüyor. Acıdır ki bunların yankısı bile olmadı! Bahçeli’ye ‘sen önce aynaya bak’ bile denmedi.
Her iki partinin kongreleri, Cumhur ittifakının siyasi çelişkileri çatışmaya doğru evrilteceğine işaret ediyor. Özellikle MHP kongresinde ortaya çıkan yönetim bir mesajdır.
Kara para trafiği, İslamcı terör örgütleri ile, bunların içerde ve dışarda gerçekleştirdikleri katliamları ile bağlantılar, sermayenin illegal ve zor yöntemleri ile ideolojik çevre içinde biriktirilmesi, geniş bir soygun ve rant ağının kurulması, kontrgerillanın artıkları ile, mafya ile iç içe geçme; bürokrasinin suç ağının içinde olması… Bütün bu ilişkilerin açığa çıkma korkusu var. Erdoğan bütün bunların bağlantı merkezindeki tek-adamdır. Büyük korku içindedir ve bunun için cüretkar adımlar atmak zorundadır. Tümünün diktatörlük rejimine sarılmaktan başka çıkar yolları yoktur…
Dolayısıyla, şimdi genel oya dayanarak egemenliği sürdürmek büyük bir risk olacaktır ve artık bu egemenliği “halkın iradesine karşı sağlamlaştırma” aşaması söz konusudur. Bu bakımdan seçimlerin olmaması da güçlü bir olasılıktır.
Devlet aygıtları belirli bir ideolojinin aygıtlarına dönüştürüldü
Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmıyor, AİHM kararlarını takmamakla uluslararası hukuk çiğneniyor. Anayasanın 90. Maddesine göre parlamentonun bir kanun olarak kabul ettiği İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler fiilen çiğneniyor. Böylece Meclis iradesi de hiçe sayılmış oluyor. Güvenlik Soruşturması kanun teklifinin muhalefet tarafından reddedilmesi ile onay almamasının Meclis kararı haline gelmiş olmasını içtüzük hükmüne rağmen tanımıyorlar. Yasayı yeniden kurula getiriyorlar. Meclis iradesi bir kere daha hiçe sayılıyor. HDP’li belediyeler kayyumlarla gaspedilmişti. Şimdi üniversiteler aynı akıbete maruz. Vaktiyle 1933 Nazi Almanyası’ndan kaçan akademisyenler, ABD ve Türkiye’de yer bulmuştu. Şimdi tersine Türkiye’de tasfiye edilen, ayrılmak zorunda bırakılan akademisyenler Batı ülkelerinde kürsü buluyor. Baskı, şiddet, işkence, kanunsuzluk, kuralsızlık, keyfilik yaygın hale getiriliyor. Toplumsal muhalefet, kadın ve gençlik hareketi, artık George Floyd’u, öldürme yöntemiyle, boğaz sıkarak bastırılmak isteniyor. Sesini çıkaran her kesim, darbecilikle yaftalanıyor. Sadece HDP’li değil, CHP’li vekiller için de dokunulmazlık fezlekeleri Meclis’e sevk edildi. Demoklesin kılıcı artık CHP’nin üzerinde de sallanıyor.
Devlet aygıtları, bakanlıklar, emniyet, jandarma, ordu, özellikle 15 Temmuz’dan sonra ve daha belirgin olarak tek-adam yönetimiyle siyasal İslamın aygıtları haline dönüştürüldü, tarikatlara paylaştırıldı. 15 Temmuz’dan sonra yaklaşık 36 bin subay astsubay ihraç edildi. Askeri Şura’nın yapısı değiştirildi, sivil ağırlıklı oldu (8’e 4). Askeri liseler, Harp okulları kapatıldı. Mevcut 26 bin subayın yüzde 60’ı (16 bin) üniversitelerin 3. ve 4.cü sınıflarından, yüksek okullardan mülakatla alındı. 40 bin mevcutlu astsubay kadrosunun aynı şekilde yüzde-30’u da mülakatla alındı.(2) Mülakatlarda kimlere kazandırıldığı malum. 70 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile, subay ve astsubayların atama ve tayinini MSB Personel Müdürlüğü yapacak. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları sadece uzman çavuş ve erbaşların atamasını yapabilecek.
AKP, orduya ve güvenlik bürokrasisine hakimdir artık. TSK bir İslami fetih ordusuna dönüştürülmüştür. Suriye’nin kuzeyinde, Irak’ta, Libya’da bir işgal ordusu olduğu gibi, içerde de bir iç savaş ordusu konumundadır.
ABD ve AB ile ilişkilerde yeni taktikler ve Montrö
İtalya Başbakanı Mario Draghi 8 Nisan’da yaptığı açıklamada Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Ankara’da Erdoğan ile görüşmesinde ayakta kaldığı görüntülerle ilgili olarak şunları söyledi: “Leyen’ın maruz kaldığı aşağılama beni çok üzdü. Fakat burada üzerinde durmamız gereken bir şey var: Adını koyalım, bu ‘diktatör’ diyebileceğimiz kişilere ihtiyacımız da var. Görüş, fikir, davranış ve toplum vizyonu açısından farklılıklarımızı dile getirmekte açık olmalıyız, ama ülkemizin çıkarları için işbirliğine de hazır olmalıyız.”
İtalya Başbakanı’nın sözleri, diğer Avrupalı liderlerin hislerine tercüman olduğu gibi, demokrat olarak geçinen Batılı emperyalistlerin halklarına baskı uygulayan rejimlerle iş birliğinin de itirafıdır.
Ankara’daki protokol krizi nedeniyle geceleri uyuyamadığını söyleyen Michel’in başkanı olduğu Avrupa Konseyi amacını “Avrupa çapında insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü savunmak” biçiminde açıklıyor. Fakat Erdoğan’la yaptıkları görüşmede HDP’yi kapatma girişimi, Demirtaş ve Kavala ile ilgili AİHM’nin verdiği hak ihlali ve serbest bırakılma kararlarını dahi gündeme getirmediler. AB’nin çıkarları bu ilkelerden daha öncelikli ki, protokol krizine rağmen görüşmeyi sürdürdüler.
ABD Başkanı Biden, Şubat ayında yapılan Münih Güvenlik Konferansı’nda “ABD geri döndü, transatlantik ittifakı geri döndü. Artık geriye değil, birlikte önümüze bakacağız” diyerek dünyanın farklı bölgelerinde egemenlik mücadelesi halinde bulundukları Rusya ve Çin’e gözdağı vermiş, NATO’nun da Rus-Çin tehdidine göre pozisyon alacağını söylemişti. Bu çerçevede ABD ve AB cephelerinde Erdoğan iktidarı ile farklılıklara rağmen NATO’daki müttefiklik ilişkisinin sürdürülmesinin önemini vurgulayan açıklamalar da var. Keza Mart ayındaki AB liderler zirvesinde gündemde olan Doğu Akdeniz krizi nedeniyle Türkiye’ye yaptırım uygulanması, ABD yönetiminin de telkiniyle askıya alındı.
ABD ve AB emperyalistleri, Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de Rusya, Hint-Pasifik’te Çin ile egemenlik mücadelelerinde önemli bir bölgesel aktör olan Türkiye’ye ihtiyaç duyuyorlar. Erdoğan ve Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy arasında yapılan 9 nisan tarihli görüşmede “Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün ve NATO üyeliğinin desteklenmesi” ve “NATO dahil olmak üzere, ikili ve çok taraflı mekanizmalar aracılığıyla Karadeniz’de barış ve istikrarın sağlanması”(3) gibi kararların alınması da faşist Erdoğan rejiminin emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinde rol üstlenme niyetini açıkça ortaya koyuyor. Bunun arkasında İdlib’de Rusya’yı sıkıştırma ve telefonlarına çıkmayan Biden’ı kendisine muhtaç etme hesabı da var.
NATO destekli Ukrayna yönetiminin Donbass ve Kırım’ı almak için Rusya’ya karşı savaş durumuna geçtiği, ABD’nin savaş gemilerini Karadeniz’e çıkarma isteğini bildirdiği bir dönemde Kanal İstanbul ile birlikte Karadeniz’deki egemenlik mücadelesi bakımından belirleyici bir önem taşıyan Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açmak rastlantı olabilir mi? Meclis Başkanı’nın İstanbul Sözleşmesi üzerine konuşurken “Montrö anlaşması da cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile feshedilebilir” sözünü sarfetmesi oracıkta akla gelen bir örnek değil, tamamen bilinçlidir. Üstelik, Montrö Sözleşmesi’nin geçersiz kılınması ABD ve NATO’nun bugüne ait değil, yıllanmış bir beklentisidir.
Kanal İstanbul projesinin, doğaya ve İstanbul’a ihanet pahasına, bu yönde atılan bir adım olduğu konunun uzmanları tarafından çokça dillendirildi. Şimdi, Montrö Anlaşması’nın stratejik önemini –meslekleri gereği- herkesten daha iyi bilen ve bu bilgiyle iktidarın bu hamlesini bir bildiri ile eleştiren emekli amiraller darbecilikle suçlanıp gözaltına alındı. Ama İslam ülkelerinde gayri-nizami harp öğreten, illegal faaliyet yürüten SADAT adlı bir paravan şirketin yöneticisi bir emekli general, Anayasa’ya aykırı olarak, İstanbul Başkent ve resmi dil Arapça olmak üzere İslam Ülkeleri Konfederasyonu kurulmasını önediğinde muhalefetten dahi ses çıkmıyor.
Sonuç olarak rejimin uluslararası baskı konusunda bir kaygısı yoktur. Lenin’in emperyalizmin ayırdedici temel özelliği olarak analiz ettiği siyasal gericilik bugün en yaygın ve kuşatıcı dönemini yaşıyor. Fakat ABD ve AB’nin Erdoğan rejimini diktatörlük olarak görmelerine rağmen ilişkilerini sürdürmelerinde emperyalist çıkarlar belirleyici olduğu gibi Türkiye’de muhalefetin rejime karşı güçlü bir alternatif olarak boy göstermemesi de bir etkendir.
İdeoloji ve politikanın belirleyiciliği
Bu noktada bir konunun altını çizmek istiyorum. Marksist harekette altyapı ile üstyapı arasındaki ilişki, Engels’in 1890’da Joseph Bloch’a yazdığı mektupta, ‘ekonomik etken biricik belirleyici değil, son kertede belirleyicidir’ şeklinde, ‘hasımlarımız karşısında onların yadsıdıkları ana ilkeyi vurgulamamız gerekiyordu’ kaydını düşerek yaptığı açıklamadan beri bir tartışma alanı olagelmiştir.(4) Zira konu orada kapanmadı. Özellikle Gramsci, Frankfurt Okulu ve Althusser’in tartışmalarında devam etti. Ekonomik etmenin belirleyiciliği anlayışı, ‘sosyalizm kapitalizmi zorunlu olarak takip edecek’ gibi katı bir determinist anlayışa felsefi-teorik bir temel oluşturduğu gibi sınıf mücadelesinde ekonomizme, pasifizme de yol açması açısından politik bir sorundu. Bu tartışmalardan (olasılıkçı-determinizm anlayışı temelinde) vardığım sonuç, altyapı (ekonomik düzey) ve üstyapının (ideoloji ve politika) karşılıklı belirlenim içinde olduğudur. Bazı tarihsel koşullarda birinin daha belirleyici olarak öne çıktığı olur. Mesela, devrim ve karşı-devrim momentlerinde ideoloji ve politikanın belirleyiciliği kesindir.
Bugün ülkenin içinde bulunduğu koşullarda siyasetin ve ideolojinin daha belirleyici bir rol oynadığını görmek gerekir. Özellikle iktidar bloğu çubuğu bu yöne var gücüyle bükmektedir. Yukarıda değindiğim gibi, mevzileri koruma ve saldırı stratejisi izlemektedir. Dolayısıyla, siyaset ve ideolojiyi hem dönüştürücü bir güç, hem de karşı tarafı dağıtıcı, hareket alanını belirleyen bir araç olarak kullanmaktadır.
Ancak ilave etmek gerekir ki, karşı tarafı (toplumsal ve siyasal muhalefeti) devlet terörü uygulayarak dağıtma politikası tek yanlı işlemiyor. İtaat ve biat kültürü ile kendi tabanına da korku salıyor ve bu korkuyla kendi içini örgütlüyor. Muhalefeti ‘yerli ve milli-olmayan’ olarak damgalaması, aynı zamanda kendi tabanına bir gözdağıdır. Yani AKP-MHP tabanı da korku içindedir. AKP’de bu cenderenin dışına çıkanlar da tamamiyle bu korkuyu aşmış değildir. Davutoğlu ve Babacan ekipleri, bildikleri halde, Erdoğan’ın “gizli” ajandasını, kirli ilişkileri ortaya serecek kadar cesur değiller. Özellikle cihatçı terör örgütleriyle ilişkileri Davutoğlu’ndan başka kim daha iyi bilebilir.
Bu durumda ekonomik çöküşün siyasi durumu tayin edeceği, dolayısıyla, -ana muhalefet liderinin sık sık dile getirdiği “yönetmiyorlar” söylemindeki gibi- kitlelerin artan huzursuzluğunun iktidarı acze düşüreceği ve seçimlerde defterinin dürüleceği beklentisine göre tavır almak yanlıştır. Millet İttifakının bu tutum içinde olduğu çok net. Artık sloganlaşan “128 milyar dolar nerede” sorusu, “çalıyorlar, ama iş yapıyorlar -bize de sadakasını veriyorlar” anlayışında olan, iktidarın kamu mallarını talan etmesini zaten meşru gören AKP çekirdek kütlesini ne kadar çözecek? Faşizmin ideolojik olarak biçimlendirilmiş bir kitle tabanı olduğu gerçeği görmezlikten geliniyor.
Her gün kadına yönelik şiddet ve cinayetin vuku bulduğu, çocuk istismarının, ev/aile-içi şiddetin yaşandığı, çocuk yaştakilerin zorla evlendirildiği bir ülkede, kadınların direnişi ve mücadelesinin önemli bir dayanağı olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı tutum, Danıştay’lık bir vaka değil, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin ana eksenlerinden biri olmalıydı. Ne var ki, ‘aman AKP mağduriyet çıkarır’, ‘bizi din düşmanı gösterir’ korkusuyla sosyal-kültürel alana müdahaleleri, laiklik karşıtı uygulamaları sessizce savuşturuyorlar. Dokunulmazlıkların kaldırılması, kapatma davası gibi HDP’yi topyekün tasfiye etmeye yönelik saldırıların olmayan demokrasiyi değil, muhalefeti tasfiye etmek demek olduğu bilindiği halde bir kaç cümleyle geçiştiriliyor. Bu, Sarayın istediği bir durum. Böylece AKP muhalefetin rejime karşı siyasi ve ideolojik düzeyde tepkisizliğini MHP ile birlikte bir güç gösterisinin oyun alanına çeviriyor.
Doğu Akdeniz’de, Ege’de, iktidarın dış politikası iflas etmiş, dün Mısır’a rabia işareti ile parmak sallarken, bugün, (Belki Mısır-Yunanistan-Kıbrıs ittifakını engellemek amacıyla) ilişki kurmak için yaltaklanma düzeyinde rezil bir tutum sergilenirken “gayri-millilik”le suçlanma korkusu ile üst perdeden laf etmiyorlar. Mısır, ‘Libya’dan askerlerini çek, 6 bin İhvancıyı iade et’ diyor, ama muhalefet, İstanbul’da Tv.leri olan, 3 binine vatandaşlık verilen, gelecekte Türkiye merkezli tehlike olarak görülen bu İhvancılar da ne diye sormuyor.
Sonuç: Temel sorun
Toplumun yüzde-50’yi aşan kesimi tüm baskı ve kuşatmaya, açlığa, yoksullaşmaya, dışlanmaya karşın direniyor. Ancak bu direnişi arkasına alan, faşist iktidarı yıkmayı hedefleyen bir strateji ve örgütlenme ile, demokratik bir toplum ve yönetim düzenini içeren bir programla toplumsal muhalefete öncülük edecek cüretkar bir yapı henüz yok. Bu yokluk sayesinde, artık ahlaksızlığı ayyuka çıkmış böyle bir iktidar ve teslimiyetçi bir muhalefet anlayışı ile toplum çürümeye itilmektedir. Toplumsal öfke, bir kıl dönmesinin bedende yarattığı iltihaplanma gibi kendi içine dönerek hastalıklı vakalara yol açmaktadır. İktidarın ahlaksızlığının en somut göstergesi, Kürt illerindeki belediye yönetimlerini gasp ederek oralarda kayyumlar vasıtasıyla kurdukları soygun ve yolsuzluk düzeni yetmiyormuş gibi, bir yandan ülkeyi yaşanmaz hale getirip, diğer yandan AKP’li belediyeler eliyle, hatta hizmet pasaportlarını veren Soylu’nun başındaki İçişleri Bakanlığı sorumluluğunda insan kaçakçılığını örgütleyerek bundan para kazanmasıdır.* Patates ve soğanı cumhurbaşkanının hediyesi olarak Türk bayrağı ve resmi törenlerle halka dağıtma rezaletidir.
Sosyalist solun da teslimiyetçi atmosferden nasibini aldığı ataletinden belli. Sol, Emek Cephesinin örgütlenmesine öncülük ederek, tüm emekçilerin, yoksulların, emeklilerin gidişata müdahale etmesinde rol oynayabilir ve böylece itici bir güç olarak, bir başkaldırı öznesi olarak kendisini yeniden-var edebilir. Buradan hareketle kadın hareketi ve çevre hareketinin, gençlik hareketinin koordinasyonu, birleşik mücadelesi inşa edilebilir.
Dimitrov’un faşizm tahlilleri bugünkü koşullarda her parametresiyle geçerli olmayabilir, ama şu sözleri,-eğer sınıf ve devrim perspektifinden bakıyorsak- bugün de geçerli tarihsel bir göreve işaret ediyor:
“Proletaryanın Birleşik Cephesi” ve “anti-faşist Halk Cephesi’nin” mücadelenin yaşayan diyalektiği ile bağlı ve iç içe geçmiş olduklarını, faşizme karşı mücadele sürecinde birinin diğerine geçeceğine ve onları ayıran bir Çin seddinin bulunmadığını anlayamamaktalar. Anti-faşist Halk Cephesi’nin yönlendirici gücü olan işçi sınıfının eylem birliği sağlanmadıkça, gerçek bir anti-faşist Halk Cephesi kurulmasının mümkün olabileceği ciddi olarak düşünülemez. Aynı zamanda, proletarya Birleşik Cephesi’nin daha fazla gelişme göstermesi -büyük ölçüde onun faşizme karşı bir Halk Cephesi’ne dönüştürülmesine bağlıdır.”(5)
3.cü ittifak böyle bir temel üzerinde yükselirse ve bir özgürleşme paradigmasına, bir toplum projesine dayanıyorsa bir alternatif olabilir. HDP’nin sol partilerle yan yana geleceği, seçimlere yönelik birliği bir güç olabilir ama bunun güçler dengesini esaslı bir şekilde değiştirecek, bu çerçevede Millet İttifakı’na basınç oluşturacak bir rol oynaması zayıf bir ihtimaldir. Seçimler olmayabilir. Bu güçlü bir ihtimaldir. Bu ihtimali hesaba katmaksızın eğer parlamentarist bir siyasette tutunmaya devam edilecekse, bu bakımdan Ertuğrul Kürkçü’nün önerdiği seçim güvenliği ittifakı daha gerçekçi ve akılcıdır. Demokratik bir ittifakın örgütlü bir temele dayanması noktasında daha etkin bir araç, Millet İttifakı üzerinde buradan neşet eden bir basınç oluşturabilir.
* Kaçırılanların içinde rejimin Avrupa’ya göndermiş olabileceği cihatçı teröristler de olabilir.
1.Aktaran Stanley W. Moore, Marx-Engels-Lenin’de Devlet Kuramı, s. 33, Stanley W. Moore
2. Aktaran, Ahmet Zeki Üçok, https://www.youtube.com/watch?v=kZ9plRXxb-U
3.https://www.ntv.com.tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogan-ve-ukrayna-devlet-baskani-zelenskiy-bir-araya-geldi,XlA86bhRLUOfo5mIoaPiXQ
4. Bknz. Marx, Engels, Seçme Yapıtlar-III, Ankara 1996, Sol Yay., s. 591.
5. G. Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe s. 227, Ekim Yayınları, 1978