Ama insanın kendisi de “inanılması güç” bir var oluş değil mi? Hele ki, insanlığın zihninin, yeteneğinin ve gücünün sınırlarını zorlayarak özgürlük alanını büyüten devrimciler?
HALİT ELÇİ
Bu kitapta anlatılan Zeynep ile Sadık’ın hikayesi, gerçekte 1970’lerin, 80’lerin, 90’ların fırtınalarından, yaralar bereler alsa da, zor günler geçirse de, insanlığın özgür geleceğine umudu sarsılmadan, başı dimdik çıkan bir devrimciler kuşağının hikayesidir.
Zeynep ile Sadık’ın yolları, milyonların hakları için, gelecekleri için harekete geçtiği, devrimin ve aynı zamanda karşı-devrimin mayalandığı, yaşamın ve ölümün hesaplaşmaya giriştiği 70’lerin tozu dumanı içinde kesişti.
Gücünü ve haklılığını emekçilerin ve ezilenlerin dipten gelen büyük dalgasından alan devrimci gençler, ellerini uzatsalar alacaklarmış gibi hissettikleri sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, eşitlikçi ve özgür bir dünyanın umuduyla sarılmıştı mücadeleye. Bir yandan sivil faşist ve resmi güçlerle en sert biçimlerde kapışırken, diğer yandan en sıcak, naif ve insani ilişkileri yaşıyorlardı kendi içlerinde. İşçi sınıfına, emekçi ve ezilen halka ve ötesinde insanlığa karşı duyulan sevgi, inanç ve devrimci iyimserlikti bunun zeminini oluşturan…
Her olanak paylaşılırdı, hesap kitap yapılmazdı. Çalışanlar paralarını ve sigaralarını öğrencilerle paylaşır, öğrenciler de üç kuruş harçlıklarını devrimci faaliyet için harcardı. Yarı aç, yarı tok gece afiş asıp, duvarları yazılarla donatırlar, gündüz de türlü devrimci çalışma içinde yer alırlardı. Özel yaşam yok denecek kadar azdı. Büyük ideallerine uygun kocaman yürekleri vardı. O günlerin militanlarından, sonrasında savrulup giden, kavganın uzağına düşenlerin bile, onlarca yıl sonra, yaşamlarının sadece birkaç yılını oluşturan o dönemi içleri titreyerek, sevgi ve özlemle hatırlamaları boşuna değildir… Devrim ve özgürlük günleridir o günler…
Sosyalist hareketin görece “genç”liğinden de kaynaklanan kimi teorik ve pratik hatalar, 12 Eylül faşizmiyle birlikte kitlelerin geri çekilişi, açık devlet terörü, sayıları artık hızla azalan devrimcileri yeraltına çekilmeye zorladı. Milyonların hareketinin geniş meşruiyetinden ve desteğinden beslenemeden, sadece cılız halk ilişkilerine ve esas olarak insanlığın özgür geleceğine olan inancına, sınıf bilincine ve devrimci iyimserliğine dayanarak o ağır, o kapkaranlık günlerde mücadelesini sürdürdü bir avuç insan. İşte Zeynep ve Sadık, o “zor günler”in devrimcileridir.
Bir gün Parti “yurtdışına gideceksiniz” dedi, gittiler. Gittikleri yer, emperyalistler ve siyonistlerin büyük acılar yaşattığı, yurdundan sürgün edilen ama boyun eğmeyen Filistin halkının yanıydı. Kamplarında kaldılar; ekmeklerini, acılarını, şarkılarını ve silahlarını paylaştılar.
Gün geldi, Amerika’nın koltukladığı İsrail, dünyadaki en modern tankları, topları, uçakları, onbinlerce ton bombasıyla Filistin halkının ve onları konuk eden Lübnan halkının üzerine saldırdığında, “Biz kendi ülkemizde mücadele ederiz, burada ölmek doğru değil,” bahanesine sığınmadan, gözlerini kırpmadan, diğer yoldaşlarıyla birlikte Filistin halkının yanında savaşa girdiler. Enternasyonalist bilincin tam da gereğinin yerine getirileceği zamandı.
Lübnan’ı işgal eden İsrail’e karşı Sayda çevresinde Filistinli kardeşleriyle birlikte savaştılar. Gün geldi, siyonist işgalcilere esir düştüler. Ağır işkenceler gördüler, hapishanelere, esir kamplarına atıldılar; hep direndiler. Zeynep ve Sadık, işgalci askerlerin elindeyken bile sımsıkı birbirlerine sarıldılar. Ayrı yerlere gönderildiklerinde de her türlü yöntemi kullanarak birbirlerine haber ve hatta hediyeler ulaştırmanın yollarını buldular. Esirlik hayatı bile onları birbirinden koparamadı.
1982 Lübnan Savaşı, bu savaşa katılan pek çok Türkiyeli sosyalist tarafından anlatıldı. Ama İsrail hapishane ve kamplarındaki yaşam, resmin eksik yanını oluşturuyordu. İşte bu kitap tam da bu noktayı aydınlatıyor. Özellikle İsrail’in Lübnan topraklarında kurduğu, çadırlardan oluşan “Ansar” Esir Kampında yaşananların anlatıldığı bölümlerle tarihe not düşülüyor.
İsrail’in başlangıçta Arap halkının iradesini yok etmek için planladığı bu Kampın, Filistinli ve Lübnanlı devrimciler tarafından muazzam bir direnişle, büyük bedeller ödenerek, ama adım adım nasıl “özgürleştirildiği” anlatılıyor. Bu mücadelenin içinde, Sadık’la birlikte Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimciler de vardır: Hem de, kendi “Dayanışma Komitesi” ve “Dayanışmanın Sesi” adlı yayınlarıyla… Dayanışmanın Sesi’nin nüshaları, bugün yazarın elinde ve kitabın sayfalarındadır. Bu belgelerin bugüne ulaşmasının inanılmaz öyküsünü kitapta okuyabilirsiniz.
Ve sonunda esirlik sona erer. Savaş sonrasındaki esir değiş-tokuşuyla Zeynep ile Sadık da Cezayir’e salıverilir. Onlar Türkiye’ye dönmek isterler ama Parti bir müddet yurtdışında kalmalarını önerir Sadık ve Zeynep’e. Yolları önce Fransa ve sonra da Hollanda’ya düşer. Hollanda’da kısa bir mülteci devrimcilik yaşamı ve ardından Türkiye’ye dönüş.… Türkiye’de aranmaktadırlar. Hem de artık kucaklarında bir bebekleri vardır. Benzer durumdaki pek çoklarının aksine, Avrupa’nın görece rahat yaşam koşullarını gözlerini kırpmadan tepip, yeraltı mücadelesine katılmak üzere ülkeye dönerler.
12 Eylül faşizminin karanlığı dağılmaktadır. İşçiler, kamu emekçileri, öğrenciler sokaklara çıkarak haklarını fiili mücadeleyle kazanmaktadır. Kürt halkı ise çok daha sert bir direnişle kendi varlığını ve haklarını savunmak zorunda kalmaktadır. Serhıldan’ların, yani milyonların ayaklanmasının ucu görünmüştür. Bir yandan kitlelerin zorlamasıyla fiili demokratikleşme yaşanırken, diğer yandan devletin sosyalistler üzerindeki baskı ve şiddeti sürmektedir. Zeynep ve Sadık böyle bir Türkiye’ye dönmüştür.
Kitle hareketleri ile bağları güçlendirme, propaganda ve örgütü sağlamlaştırma yönündeki faaliyetlerini sürdürürler. Ama yakalanırlar. Ardından ağır, dayanılması güç işkenceler, ve mahpusluk…
Tahliyenin ardından artık açık alanda siyaset günleri başlar. Bu kez, büyük bedeller ödeyen, dağlarda, şehirlerde katledilen ama milyonlarla ayağa kalkan Kürt halkıyla dayanışma görevi başa düşer. Sadık “ser seran, ser çavan” diyerek Halkın Demokrasi Partisi’nde faaliyete başlar. Ankara İl Yönetiminde görev alır.
MGK kararlarıyla yüzlerce insanın faili meçhul cinayetlere kurban gittiği, gazete muhabirlerinin ve dağıtımcı çocukların sokak ortasında öldürüldüğü, gazete binalarının havaya uçurulduğu, yasal parti binalarının ikide bir basıldığı günlerdir. Sadık da bu sırada HADEP’teki faaliyeti nedeniyle bir kez daha hapse atılır ve çıkar.
Şimdi de, gençlik hayallerini gerçekleştirmek için yürüyüşlerine devam ediyorlar; sevdicekleri, kızları Evin’le birlikte…
Her ne kadar bu kitap son derece yalın bir dille yazılmışsa da, yazarın başlıca kaygısı “gerçekleri olduğu gibi verebilmek” ise de; anlatılanlar öylesine çarpıyor, öylesine insanın ruhuna dokunuyor ki sadece bir “gerçek yaşam öyküsü” değil, bir roman tadı da bırakıyor zihinde. Zeynep ile Sadık’ın yaşamlarının kimi düğüm noktaları, anlatımın bütün sadeliğine rağmen, belki tam da bu nedenle, bir hayli sarsıcı ve “inanılması güç” geliyor okuyana.
Ama insanın kendisi de “inanılması güç” bir var oluş değil mi? Hele ki, insanlığın zihninin, yeteneğinin ve gücünün sınırlarını zorlayarak özgürlük alanını büyüten devrimciler?
Filistin’de İki Resim – Özgürlüğüm Esirliğim ve Aşkım
Yaşar Küpeli
Nitelik Kitap, Ankara, 2015