MERTCAN TİTİZ – Fiko ile Anadolu topraklarının her bir köşesinde karşılaşabilirsiniz. Malatya’da Kamber olarak çıkar karşınıza, Dersim’de Bavo Bertal. Eğer Ege’nin kıyılarında bir yerde çıkarsa karşınıza bilin ki Fiko’dur. Ve sevilesidir.
MERTCAN TİTİZ
Birini anlatmak, eğer O hayattaysa ve hala dili dönüyor, kalemi çiziktiriyor ise inanın ki aramızdan ayrılanı anlatmaktan bir hayli güç oluyor. Kaldı ki başına oturduğum yazıda bir yazarın son çıkan romanındaki mistik esintiyi yahut bir bestecinin son albümünde muazzam yedirilmiş doğu-batı sentezini anlatmak gibi bir niyetim de yok. Hani onu anlatmak için ağzından çıkmış olan bir kelimeyi biraz daha çeşitleyip yazmaya kalktığımda “Hadi oradan be, ben öyle bir şey söylemedim ki” diye hayıflanacak düşüncesi nasıl da yazının önüne set çekiyor anlatamam. Ama bir yandan da içimde onu az biraz tanımış olmanın getirdiği rahatlıkla diyorum ki, Fiko bu, yapar mı hiç öyle şey?
‘Fikret. Evet. Fiko derler. Bekarım, olsun!’
Memleketine geldiğim ilk gün tanıştım kendisiyle. “Bu yaz misafirler siz misiniz?” diye sordu. “Evet ağabey” dedim. “Hoşgeldiniz” dedi ve kalktı gitti. İlginçti, başka hiçbir şey sormadan gitti. O esnada kimdi, neyin nesiydi diye biraz kafa yorsam da çok üstünde durmadım. Sormadım da kimseye. Sanırım bir gün sonra tekrar yan yana düştük Fiko ile. Selam verirken hep gülümsüyor olması dikkatimi çekti bu sefer. Ve cümlelerini bu kadar kesik kelimelerle kuran bu insan hakkında bir şeyler öğrenmeye katiyen kararlıydım. İnsan böyle birine soru sorarken, acaba soracağım herhangi bir şey onu incitir mi diye ciddi bir tedirginlik yaşıyor. Bu yüzden birbiriyle temas kurmaya çalışan her Anadolu insanı gibi iş-güç, köy-memleket, çoluk-çocuktan başladık sohbete. Ve böyle böyle açılmaya başladı merakına düştüğüm insanın hayat pencereleri.
“Adım Fikret. Fiko derler tabii. Ama bir Fikret benim buralarda” dedi. “Fiko yok mu yani başka Fikret” dedim. “Yok” dedi. “Peki” dedim, “sen yok diyorsan…” Tane tane anlatmaya başladı.
-Babam öldü. Annemle yaşıyorum. Buralıyım. Belediyeden emekliyim. Bekarım, olsun!
Bu cümleden sonra artık sorma ihtiyacı duydum. “Fiko” dedim “buralarda bu yaşa kadar evlenmeyen pek yoktur. Ne oldu, neden hiç evlenmedin?” “Olmadı” dedi. “Ne olmadı?” dedim… Sustu bir süre. O anda düştü aklımın tahmin kıvrımlarına birkaç ihtimal.
“O yaşımda yaktı bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldın dediler.” (Neşet Ertaş)
“Kaçıramadım” dedi. İşte asıl hikaye buradan sonra dökülecek gibi gelmeye başladı. Daha insan ne sorabilir ki? Bekledik ki anlatsın diye. Anlatmadı. Sanırım bir anda hiç tanımadığı birilerine oturup bu kadar çok şey anlatmayı yabancıladı kendince. “Neyse” dedi. “Neyse…” Ve yine gitti.
‘Güzel günler göreceğiz çocuklaaaaarrr…’
Bir sahil kasabasında ne yaparsanız yapın herhangi bir insanla yollarınız günde en az beş defa kesişir. Bizimki de öyle olmaya başladı. Bizim ahir zaman dervişi Fiko’nun ne zaman nereden çıkacağı belli olmaz bir hale gelmeye başladı. Bir gece yarısı, saat 2 sularıydı sanırım. Kıyı kısmında arkamızdan tanıdık bir ezgi hızla yaklaşmaya başladı. Bir ezgi neden bu kadar hızlı yaklaşır ki diye düşünürken yanımızdan bisikletin üzerinde bağıra çağıra şarkı söyleyerek Fiko geçti. Dilindeki şarkı ise nasıl tanıdık, nasıl bizden…
“Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz”
Etrafına hiç bakmadan, kendini dilindeki şarkıya bırakmış bir şekilde geçip gitti yanımızdan. Bir an kendi kendime “Buyur buradan yak, nasıl bir insan bu arkadaş?” diye söylensem de Fiko’nun sesi çoktan uzaklaşmış hatta duyulmaz olmuştu. Gece gece insanın umudunu perçinleyen böyle bir şarkının kulağıma çalınmış olması da bu zor günlerde içimde başka bir umut kapısı daha açmadı değil tabii. Bununla birlikte Fiko ile sohbetimizin yönünde de bir politikleşme gerçekleşti. Merakım o yöne doğru kaydı. Acaba bu aklın arşa yükselişinde ’80 darbesinin de bir etkisi var mı diye sorular oluşmaya başladı kafamda. Yoksa bir insan neden gecenin o saatinde bisikletin üstünde Nazım’ın o meşhur dizelerini sayıklar ki. Ve yine bir denk gelişimizde o merak dolu soruyu sordum kendisine.
-Fiko ‘80de durumun nasıldı?
-En uzun koşuysa elbet Türkiye’de devrim, onun en güzel yüz metresini biz koştuk. Evet. 1980’de, diye cevap verdi.
O an anladım. Fiko’nun halet-i perişanında bu türlü meselelerin pek bir tesirinin olmadığını. Yaşadığı kasabada o zamanlar sosyalistlerin etkin olması elbette onda da bir etki bırakmış. Ancak hepsi bu kadar.
Fiko ile Anadolu topraklarının her bir köşesinde karşılaşabilirsiniz. Malatya’da Kamber olarak çıkar karşınıza, Dersim’de Bavo Bertal. Eğer Ege’nin kıyılarında bir yerde çıkarsa karşınıza bilin ki Fiko’dur. Ve sevilesidir. Muhtemelen yine şöyle başlar muhabbete:
“ Fikret. Evet, Fiko derler. Bekarım, olsun. Babam öldü, annemle yaşıyorum. Buralıyım, belediyeden emekliyim…”
Ve bir ara kollarına bakıp gülümseyerek şöyle devam eder:
“Kollarım hassastır benim. Ben hayatımda hiç kimseyi dövmedim ki, hep dayak yedim. Kaldıramadım kimseye elimi…”