MHP ve yakını siyasi yapıların, diğer adıyla Türkiyeli faşistlerin siyasal sembolü olan bozkurt işaretini bir futbolcu EURO 2024 maçında attığı gol sonrası yapınca iç ve dış kamuoyunda konu yüksek tonda tartışılır oldu. UEFA’nın hakkında soruşturma başlatması ile futbolcu ufaktan kıvırmaya başladı. Karısı “Kocam ırkçı değil” deyiverdi. Ve buna inanmamızı beklediler. Gerçi neden beklemesinler ki, kendilerini demokrat diye adlandıran kimi gazeteciler, yorumcular bile işaretin Türklerin işareti olduğuna inandırmaya çalışmadı mı? Üstelik o sırada gerçekten demokrat, muhalif, devrimci, sosyalist, feminist, Alevi, Sünni, laik, çoğulcu ve barışçı birçok Türk işaretin Türkiye’deki faşizmin, ırkçılığın sembolü olduğu için kendilerini asla temsil etmediğini ısrarla söylüyorken. Düştükleri durum içler acısıydı ama rezil olunmuyordu bu ülkede. Utanmak fıtratlarında yoktu.
Hep aynı yerde tıkanmak, aynı sınavda kalmak
Toplumda aydın, demokrat, düşünür, siyasetçi, gazeteci diye bilinen kişiler prangalarından kurtulamamışsa fikri ve iradi olarak özgürleşememiştir. Türk aydınlarının önemli kısmı maalesef böyle. Onlara çizilmiş çizgilerin dışına çıkamıyorlar. Demokratlıklarının, muhalif olmalarının sınırı var. Devletin ve resmi ideolojinin çizdiği sınırlar bunlar. Ve ne zaman zurna zırt dese bu kişiler hemen hizalanıveriyor zurnacının işaret ettiği yerde. Her ne kadar vatan- millet-sakarya-bayrak savunuluyor gibi görünse de aynı ipte boncuk gibi dizilmelerinin nedeni korku. Çok iyi biliyorlar ki o ipte dizilmeseler, çizginin dışına çıksalar başlarına dert alacaklar.
Suya sabuna dokunmayan “muhalif, eleştirel, demokrat” çizgilerinin yanı sıra esas olarak “çoğunluğa” ait olmanın ve güçlü tarafta bulunmanın sağladığı ayrıcalıklar, fırsatlar ve konfor da unutulmamalı.
Sadece bunlar mı nazlı ve narin Türk “aydınının, siyasetçisinin, gazetecisinin, tarihçisinin” evrensel insan hakları ve demokratik değerlerden kaçıp faşizmin arkasına dizilmesini sağlayan nedenler? Toplumsal kodları böyle. İster kabul etsinler ister etmesinler üstünlük ve eziklik duyguları arasında gidip gelen sarkaç gibiler. Bir yandan “Bir Türk dünyaya bedel” sözünün sarhoşu olmuşlar, öte yandan Türk’ün dünyadaki halini görebilecek kadar ayıklar. Dünya ile imtihanlarında sürekli çekilen sıfır onları kendilerini üstün gördüklerine karşı biledikçe biliyor. Kendileri dışındaki herkesi aşağı görme, onlara istediğini yapma hakkı verdiğine inandırıyor.
Son birkaç gündür ülkede yaşadıklarımız gerçeklikten kopuk gelmiyor mu sizlere de? Ülkede 17 milyon aile destek almadan yaşayamıyor, destek almadan yaşayabileni de aç acına yaşıyor. Ülkenin gelirlerinin yüzde 40’na sahip olan yüzde 10’luk ballı kesim bu birkaç günde kârına ne kadar kâr daha kattı dersiniz, aç olan kesim faşist simge ile heyecanlanıp coşarken? Kabına sığmazken? Peki faşist işareti yaparak aklınca cihana korku salan aç kesim bu birkaç günde ne kadar daha yoksullaştı?
Yoksulluktan, işsizlikten, açlıktan inim inim inleyen bunca insan maç izlemek için meydanlara atılan sandalyelere coşkuyla yerleşirken neden istisnasız her gün zam ve vergi nedeni ile yerli ve milli Türk İslamcı iktidar tarafından soyulmasına karşı gıkını çıkaramıyor? Cevap basit: Korkuyor.
Dünyaya “meydan okuyan Türk” ekmeğinin elinden alınmasına karşı mitinge katılmaya, sendikal hakkını kullanmaya, üretimden gelen gücünü göstermeye korkuyor.
Zulmü biliyor, zalimliği de. O korku nedeniyledir ki kimi zaman muktedirin sözcüsü oluveriyor, kimi zaman pısırık muhalefete dönüşüyor. İçi titreyerek mırın kırın muhalefeti yapıyor çünkü açık açık konuşsa başına gelebilecekleri biliyor. Olabilecekleri kendisinden uzak tutmak için ne istense koşarak yapıyor.
Sinan Ateş davasının görüldüğü günlerde kaç Türk “demokratımız, aydınımız, entelektüelimiz” bu siyasi sembolü yüksek sesle eleştirebilir? Kalbinde kendinden olana ilişkin duyduğu korku yerleşikken onu reddedebilir? Gerçekten demokrat olmanın, adalet istemenin, insanlığın kazanımlarını içselleştirerek savunabilmenin bedeli olduğunu gayet iyi biliyorlar. Hoş, tam da bu zamanlardan geçmiyor muyuz? Korku ile yönetilen, korkuyu aşacak çaba içinde değilse korku ile yaşar. Korku kontrol mekanizması olur. Niye demokrasinin kırıntısı, adaletin şuncacığı gelmiyor buraya? Korku içselleştirilmiş. Emek örgütlerinden, sendikalara, odalara, siyasi partilere dek hepsinin ayar çekilerek yönetilmeleri bundan. Gerçekten itiraz edebileni, muhalefet edebileni bir avuç insan. Ve ödemedikleri bedel kalmadı gibi. Diğerleri ya normalleşiveriyor, ya aslının taklidi oluveriyor. Ama son noktada hepsi aynı yerde, aynı ipte oynuyor.
Kendisini başkası ile eşitleyebilmek
Toplumu kalabalıklara dönüştürmenin yolu örgütlü olmalarını engellemektir. Kalabalıkları yönetmek kolaydır çünkü. Kalabalıkları en iyi yönetme yollarından biri onları bir hayale ikna edip onu arzuya dönüştürmek ve sonra öyle olduklarına inandırmaktır. Yani “sen bir tanesin, en büyük sensin” illüzyonuyla sarmalamaktır.
Sınırdışı operasyonlarından, spor müsabakalarına dek hangi iktidar gelirse gelsin Türkler üzerinden millilik ambalajıyla bu yöntem kullanılır. Yazık ki her defasında tutar. İktidarlar ve onların borazanı, yandaşı olan medya bunu körükledikçe körükler.
Yüz yıllık cumhuriyet tarihinin en iyi bildiği kitle yönetme aracı olan üstünlük diktesi maalesef faşizmin katığı olmaya devam ediyor. Demokrasiyi, özgürlükçülüğü, kendilerini başkaları ile eşitlemeyi kabul etmeyen bir toplumsal bünye böyle oluşturulup saldırgan güruha dönüştürülüyor.
Herkes bir yana, Türk bir yana. Türk ne yapsa haklıdır. Herkese istediğini söyleyip, istediği gibi davranabilir. Başkalarını aşağılayıp hakaret edebilir. Bunlar onun hakkıdır. Tanrı Türk’e açık çek yazmıştır. Diğerleri eşsiz Türk’e gözünün üstünde kaşın var dese kırılır. O kadar hassas, öyle de kırılgandır. Canı nazlıdır, hemen incinir.
Faşist sembollerin normalleştirilmeye çalışılması
Bozkurt işareti üzerinden yürütülen tartışmalar ve aynı yerde toplanma faşizmin normalleştirilmeye çalışılmasına hizmet etti. Faşizm tabana böyle yayılıyor. Tabana yayıldıkça, kalabalıklar tarafından içselleştirildikçe sıradanlaşıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın grup toplantısında yaptığı “normalleşme” tarifi de tam buydu zaten. Irkçılığı kim daha güzel paketleyip savunur, kim daha normalleştirir yarışının bedelini ise herkes öder.
Ana muhalefetinden gazetecilerine, medyasına, iktidarına dek bir yanda Avrupa ile ırkçılık yarışına giren, sen daha ırkçısın diyerek kendisini Avrupa’dan daha az ırkçı olmakla aklamaya çalışanların taban bulmuş hali Hollanda-Türkiye maçı öncesi Berlin sokaklarında görüldü. Erkeklerden oluşan bir grup, Berlin sokaklarında slogan atıyor “Ülkemizde mülteci istemiyoruz” diye. Zamandan ve mekandan, akıldan, idrakten kopmuşlar. Bu ve benzerleri aynı zamanda Almanya’da ırkçılar yükselişte diye muhalefet ederler! Peki sen nesin diyen yok nasılsa.
Yukarıda söylediğim gibi ırkçılar her şeyi kendilerine hak görüyorlar ve bir illüzyon içindeler. Ya herkesle eşitlenip üstünlük illüzyonundan kurtulacaklar ki bu herkes için en iyisi ya da daha geniş kesimlerce nefret nesnesine dönüşecekler. Bu haliyle ne burada ne de dışarıda Türk halkına faydaları yok. Özellikle göçmen Türkler için adeta tehlikeler.
Yerli ve milli iktidarın ekonomik ve siyasi zulmünden kurtulmak için yurt dışına kaçmaya çalışan, vize alabilmek için Avrupa kapılarına dayanan Türklerin sayısı her geçen gün artarken bunların yaşanması ayrıca ironik. Günlerdir “eleştirilen” Almanya’ya sığınanlar arasında ilk üçte Türklerin yer aldığı biliniyorken faşist sembolleri güzellemek çelişkisi kimseyi rahatsız etmiyor sanki. Herkes biliyor ki Avrupa’yı eleştiren bu kalabalık ilk fırsatta ülkesinden kaçıp Avrupa’ya gitme hayali ile yatıp kalkıyor.
“Avrupa oralarda yükselen ırkçılığa baksın” gibi absürt ve buradaki ırkçılığı yumuşatmaya çalışan savunmalar yapmak yerine “Avrupa’da ırkçılığın yükselmesine rağmen Türkler neden yerli ve milli iktidarları sırasında ülkelerini terk edip ırkçılığın yükseldiği Avrupa’ya sığınıyor” diye sorgulamak çok mu zor?
08.07.2024