Kadir Akın Siyaset Gazetesi’nin 31. sayısı için gündeme ilişkin bir yazı yazdı: Faşizme karşı Demokrasi Cephesi
KADİR AKIN
Türkiye, hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, var olan yetersiz “demokrasisinin” neredeyse yok edilip parlamenter sistemin devre dışı bırakıldığı bir sürecin içine girdi ve orada hızla yol alıyor. Parlamenter rejimi ortadan kaldırıp, anayasasızlaştırma hamlesiyle başkanlık rejimi altında açık bir diktatörlüğe geçişe neredeyse bir erken seçim ya da bir referandum kadar mesafe kaldı! Basın özgürlüğünü casusluğa ve teröre destek vermeye, halkın adaletsizliğe ve eşitsizliğe karşı koyuşunu kamu güvenliğinin yıkılmasına indirgeyen bir zihniyet bütün uygulamalara sirayet etmiş durumda. Ve şimdi artık suçlananlara yönelik gerçekleşen suikastlar ve saldırılar da meşru görülme noktasına kadar geldi.
Erdoğan, Kürt hareketini ezme, toplumun hak arayan bütün kesimlerini sindirme ve totaliter bir rejim oluşturma doğrultusunda emin adımlarla ilerliyor. Milletvekili dokunulmazlığının Anayasa’nın ilgili maddesinin askıya alınması yoluyla kaldırılması, 7 Haziran Seçimleri sonrasında başlatılan Saray darbesinin ve faşizmin inşası yürüyüşünde kritik ve önemli bir adımı oluşturuyor. Esas olarak HDP milletvekillerini susturmayı, hapse atmayı ve Meclis dışına itmeyi hedefleyen bu operasyon, başta Kürt halkı olmak üzere HDP’de kendisini ifade eden tüm gerçek muhalefet dinamiklerinin, işçi ve emekçilerin, kadınların, Alevilerin, gençlerin, doğa ve yaşam savunucularının, tüm ezilen kesimlerin sesinin boğulmasını, halkın iradesinin kırılmasını amaçlıyor.
“Tek Şeflik” dönemine giriş
Mevcut Anayasa, hukukun temel ilkeleri, demokratik teamüller ayaklar altına alınarak gerçekleştirilen bu “sivil darbe”, siyasi iktidarın tümüyle bir kişinin, “Şef’in elinde toplandığı bir “milli başkanlık” sisteminin kapısını sonuna kadar açtı. Nitekim dokunulmazlıkların kaldırılmasının hemen ardından Reis Erdoğan, memuru Ahmet Davutoğlu’nun üslup farkına bile tahammülü olmadığını, kendisine sorgusuz itaat ve uyum istediğini göstererek kendi partisine de bir operasyon yaptı. Önce “düşük profil” lafı ortaya düştü ve arkasından herkesin beklediği gibi, Binali Yıldırım Kabine’ye “mutemet” olarak atandı. Ve bir kez daha Erdoğan “Mutlak Şefliğini” AKP’ye en güçlü biçimde onaylatmış oldu. Artık o hem devletin, hem AKP’nin, hem Kabine’nin reisi, führeridir. Artık bir Başbakan, bir Hükümet yok, siyasi iktidarı tekeline alan Reis’inin talimatlarını uygulayan bir teknisyenler topluluğu var.
Dokunulmazlıkların kaldırılması, adil bir barış, siyasi çözüm temelinde birlikte yaşamak için elini uzatan Kürt Halkının iradesinin yok sayılması ve ezilmek istenmesidir. Bu, AKP’nin klasik devlet politikasını ve en gerici devlet geleneğini üstlendiğinin, yeni bir düzeyde “inkar ve imha” siyasetini en acımasızca uygulamakta kararlı olduğunun kanıtıdır. Kürt Halkı, Fırat’ın batısındaki emekçiler ve ezilenlerle buluşarak HDP’nin “Yeni Yaşam” çağrısı çerçevesinde demokratik bir Türkiye’de “birlikte yaşama” iradesini ortaya koymuş, bu anlayışa Türkiye halkları da kucak açmıştı. 7 Haziran Genel Seçimlerinin sonuçları toplumda bir demokratikleşme ve özgürleşme umudu yaratmıştı. Ancak 7 Haziran’ın hemen arkasından, seçim sonuçlarını yok sayan Erdoğan -aslında 2014 Aralık’ında MGK’da kararlaştırılan- Kürtlere ve tüm muhaliflere karşı savaş konseptini uygulamaya koydu ve Türkiye’yi adım adım bir karanlığa doğru sürükledi. “Özyönetim” gibi meşru bir talebi dile getiren Kürtlerin şehirleri yerle bir edildi; barış istemek ihanetle bir tutuldu; HDP yönetici ve üyeleri, gazeteciler, akademisyenler tutuklandı; demokratik muhalefet zeminleri daraltıldı… Dokunulmazlıkların kaldırılması operasyonu, bu savaş konseptinin ve “Tek Şef”in komutasında faşizme doğru kaz adımlarıyla yürüyüşün yeni bir etabını oluşturdu.
“Majestelerinin muhalefeti”
CHP’ye ise bu operasyonun suç ortaklığı rolü düştü. Olası bir referandumda HDP’yle yan yana görünmeme, ama daha derinlerde devlet siyasetine uyum sağlama kaygısıyla CHP yönetimi, başta Kemal Kılıçdaroğlu elbette, “evet” oyu vererek sermayenin yeni “faşist” rejiminde “majestelerinin muhalefeti” olmaya da “evet” dedi. “Erdoğan ve medyası hakkımızda ne der?” korkusu ve devletçi refleksleri CHP yöneticilerini, gönüllü olarak boyunlarını Reis’in bıçağına uzatmak gibi bir tuzağa düşürdü. Ama “evet” oyu vermeleri bile onları Erdoğan’ın “ihanet ediyorlar, teröre destek veriyorlar” suçlamalarından kurtaramadı. Hem “Bu değişiklik Anayasa’ya aykırı” demek, hem yine de “evet” oyu vermek, hem de bunun arkasından itiraz için Anayasa Mahkemesi’ne koşmak hangi politikayla, hangi akılla açıklanabilir? CHP Genel Merkezi’nin bu izan yoksunu tutumunu değiştiremese de, yüz civarındaki CHP milletvekilinin “hayır” oyu vermesi, bu partinin tabanındaki demokrat ve vicdanlı kesimlerin varlığının ve tepkisinin bir yansıması olarak kabul edilmeli, yüzbinlerce olan bu insanların CHP yönetimine tepkisi de iyi değerlendirilmelidir.
Erdoğan hedeflediği noktaya yürürken, Kürt fobisini kaşıyarak ve paralel operasyonları yaparak uzlaştığı ordu ile emek düşmanı uygulamaları ve sunduğu sınırsız devlet desteğiyle kasalarını okşadığı sermaye sınıfı dâhil geleneksel iktidar blokunun rızasını ise şimdilik almış görünüyor. Bütün gelişmiş ülkelerde başkanlık sistemi olduğunu vurgulayan ve bunun propagandasını yapan Erdoğan, dünyada uygulamada olan 25 başkanlık sisteminden 20’ sinin geri bıraktırılmış, totaliter ülkeler olduğu gerçeğini de ustaca gözlerden kaçırıyor.
Dolayısıyla, dokunulmazlıkların kaldırılması, inşa edilmekte olan şeflik sistemine ve faşizme karşı işçi ve emekçilerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, laikliği savunanların, LGBTİ bireylerin , kent ve doğa hakkını savunanların ve tüm özgürlük ve demokrasi güçlerinin bir Demokrasi Cephesi içinde birleşmesini acil ve yaşamsal bir görev haline getiriyor. Burada gösterilen her türlü ikircim, her türlü ayak sürüme, gözlerimizi asıl düşmandan başka yöne çevirme girişimi faşizme giden yola yeni taşlar döşemek anlamına gelecek ve bunu yapanları tarih önünde suçlu düşürecektir.
Demokrasi güçleri neden sahne alamıyor?
Sosyalist soldan, demokratlara, solculara ve liberallere kadar hemen herkes bir siyasi gericilik tehlikesinden söz ediyor. Kimisi despotik bir liderlikten, kimisi İslamcı-Türkçü bir diktatörlükten, kimisi de faşizmden bahsediyor. Toplumsal muhalefetin her öbeği bu gidişten rahatsızlık duyuyor, arayış içinde. Ne var ki, adı ne olursa olsun, nasıl tanımlanırsa tanımlansın bu tehlikeye karşı ciddi bir karşı çıkış, bir araya gelme ve siyasi demokrasi talebi üzerinden meşru direniş hattının yaratılması mümkün olamıyor. Çünkü ortaklaşabilecek politik öznelerin gündemlerindeki öncelikler ve sivrilttikleri aktüalite farklılık arz ediyor. Bu farklı olma hali birbirini kesiyor ve etkisizleştiriyor. Hedef daraltılıp o hedefe yöneltilecek güçler biriktirilemiyor. Geleceğe dair duyulan endişe öne çıkarken buna bağlı bir iradenin ortaya çıkması ve ön alması ise gecikmelere uğruyor.
Sosyalist sol için yıllardır faşizmin temsilcisi olarak görülen MHP’ye nal toplatacak düzeyde faşistleşen ve hedefine doğru adım adım ilerleyen Reis’in izlediği taktikler toplumsal muhalefeti uzun süredir bir aymazlık içine itiyor. Soy faşist MHP’nin verili durumu yanıltıcı bir etki yaratıyor ve faşizmin klasik doktriner halinin AKP’de tezahür ettiği görülemiyor. Bu durum, çok şiddetli bir deprem bekleyen İstanbulluların deprem karşısındaki halini anımsatmaktadır. İstanbulluların çoğu, ya binalarının depremden etkilenmeyecek kayalık bir bölge üzerinde olduğunu düşünmektedir ya da müteahhidin çok sağlam bir bina inşa ettiğine inanmaktadır! Açıkçası bu tutumun bir nedeni de çaresizliktir. Ayrıca AKP ve Tayyip Erdoğan’ın yüz yüze olduğu sorunları alt alta sıralayarak aslında siyasi ömrünün çok da uzun olmadığına ilişkin analizler gerçeğin bir yanına işaret etmekle birlikte, kimi zaman da mezarlıktan geçerken ıslık çalmak anlamına gelebilmektedir. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın kendi konumuna yasal bir kılıf olarak tasarladığı ve “Yeni bir Anayasa yapıyoruz” söylemiyle gizlediği tek kişilik bir diktatörlük rejimine doğru hızla yol alınması da gerçeğin diğer yanını oluşturmaktadır.
Dolayısıyla hedefi önemli ölçüde daraltarak ama hitap alanını ise olabildiğince geniş tutarak siyasal demokrasi talebiyle oluşturulacak bir insiyatif, Tayyip Erdoğan’ın bu yükselişine dur diyebilecek, demokrasi güçlerinin siyaset sahnesinde rol almasının önünü açabilecektir. Bu konudaki ikirciklenme, bizi bekleyen bu acil görev karşısında savsaklanma, toplumsal muhalefet güçleri için ölümcül sonuçlar yaratabilir.
Siyasal gericiliğe karşı önce demokrasi!
Şimdi 12 Eylül anayasasının bile arkasına düşen bir siyasi gericilik dalgasıyla yüz yüzeyiz. Demokratik bir ortam sağlanmadan, ifade ve basın özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmadan, çatışmasızlık koşulları yaratılmadan, bu baskıcı ortamda yeni bir anayasa yapılamayacağı ortada değil midir? Bırakalım yeni anayasa yapmayı bu konuda konuşulamayacağı bile belli olmuştur. “Yeni ve katılımcı bir anayasa yapıyoruz” demagojisinin ve bu konuda yaratılan bilgi kirliliğinin sonuçlarını yaygın medyada hemen her gün görmekteyiz. Dolayısıyla artık sınırlandırılmış ve her geçen gün etkisiz kılınmaya devam eden medya vasıtasıyla bu tartışmaya katılmak, oyunun parçası haline de gelmektir.
Bugün yapılması gereken, Tayyip Erdoğan’ın “Yeni Anayasa” söylemiyle gerçekleştirmek istediği başkanlık sistemi denilen açık diktatörlük girişimlerine karşı en geniş kesimlerin vakit geçirmeden birleşmesi, bir direniş hattı oluşturması, demokrasi talebini, diktatörlüğe karşı siyasal demokrasinin savunulması çerçevesinde dillendirmesi ve sağlam bir yan yana gelişi örmesidir. Faşizmin yükselişini durduracak tek güç, halkın birleşik, örgütlü iradesidir.
(Bu yazı Siyaset Gazetesi’nin 31. sayısında yayınlanmıştır)