Meriç GÖK yazdı: “Tarihte ne zaman ırkçılık ortaya atılmışsa orada yabancı milletlerin tahakküm altına alınmak istendiği, ezildiği ve soyulduğunu görürüz. Yüksek ve aşağı ırklar meselesi esaret devrinde esirleri çalıştırabilmek, Orta çağda kilise ve derebeylik hakimiyetini devam ettirebilmek için, Yeni dünyanın keşfiyle geniş ölçüde milletlerarası ticaretin başladığı zaman yabancı milletlerin elindeki serveti talan edebilmek ve istilacılık devrinde de müstemleke ve yarı müstemleke halklarının tazyik ve istismarını mazur göstermek için ortaya atılmıştır.
Daha önce birkaç kitabı bizde de yayınlanan (Çalışarak Yaşamak Ya Da Savaşarak ÖlmekKapitalizm SonrasıApaydınlık Gelecek) İngiliz gazeteci Paul Mason’ın geçtiğimiz yıl İngiltere’de bu kez “Faşizm Nasıl Durdurulur: Tarih, İdeoloji, Direniş” adlı bir kitabı daha yayınlandı. Mason biraz da bu günlerde Almanca baskısı yapılacağı için bu kitabına dayanarak Frankfurter Rundschau gazetesi için bir makale kaleme alır. Mason kitabında olduğu gibi bu makalesinde de Nasyonal Sosyalizmin Avusturya’da yayılması karşısında, 1935’te bu yeni fenomenin temeline inmek için sahte bir kimlikle bir araştırma gezisine çıkan Viyanalı Yahudi tarihçi Lucie Varga’nın yaptığı araştırmaya ithafta bulunur. Ünlü Annales Okulu’nun çıkardığı tarih dergisine de yazılar yazan Varga faşizmle ilgili yaptığı bu araştırması için, etnografların yabancı kültürleri incelerken kullandıkları teknikleri uygular: hiçbir şeyi olduğu gibi görmemek, nüanslara ve telaffuz edilmemiş anlamlara dikkat etmek, karşılaştığı dil, davranış ve görüntülerin şifresini çözmek ve önyargılarından kurtulmak. Bu çalışması sırasında Avusturya’da Alp vadilerindeki köylerde Nasyonal Sosyalizmi benimseyenlerle görüşmeler yapar.
Bir Avusturya köyünün Nasyonal Sosyalizme geçen ilk sakiniyle de görüşür. Gerçek adını vermek istemediği için Varga ona Hans diyor. Bir yetim olan Hans, dağlık Vorarlberg’de bir köyde büyümüştür. Bu köydeki insanlar dindar Katoliklerdir. Yirmili yaşlarının ortalarında bir ergen olan Hans, toplumsal bakımdan alt tabakadan geldiği için köyde dışlanmış biridir. Kilise cemaatinde önemsiz işler yaparak yaşama tutunmaya çalışır ve sürekli alay konusu oluyor. “Hırpalanıyordu: çok iş ve azıcık neşe, sürekli bir yük olma hissi.” Hans’ın geleceği yok, durumu umutsuzdur.
1929’da dağ yürüyüşleri ve Nasyonal Sosyalizm konusunda aynı derecede hevesli olan bir Alman turistle tanışır. Hans daha sonra, “Birdenbire gözüm açıldı,” diye açıklıyor. “Nasıl aldatıldığımı, bana aşılanan ahlakın bana neye hizmet ettiğini anladım… Bulunduğum yerin neresi olduğunu da gördüm…”
Hans hemen Nasyonal Sosyalizme geçer. Birkaç arkadaşıyla gizli toplantılara katılır ve kısa süre sonra da daha büyük halka açık toplantılara katılır. Bunun üzerine rahip onu cemaatten kovar, ancak köy halkı şimdi söylediklerini beğendikleri için ona borç para vermeye hazırdır. Araştırmacı, “nefret onu harekete geçirdiğinde iyi bir konuşmacı” olduğunu belirtiyor.
Kara Cuma Wall Street’e gelir; ekonomi çöker; Nasyonal Sosyalist ideoloji giderek daha popüler hale gelir. Köydeki 38 aileden sadece üçünün dindar Katolik olması uzun sürmez – geri kalanlar inançlarını Nasyonal Sosyalist din ile değiştirirler. Hans için dünya, faşist olmasıyla birlikte yeni bir anlam kazanıyor: “Artık dışlanmış değildi, sosyal bir toplulukta yerini yeniden bulmuştu. […] Bu yeni-dönen/inanan artık Alman halkına aitti. Tek başına bu bağlılık onu bir bey yaptı. O, artık köylülerin çoğundan üstündü, seçilmiş kişiydi, sırdaştı. Onun politik çalışması sayesinde dünyanın çehresi değişecekti.”
Varga, Alp vadilerinin insanları için esasen iki tür zaman olduğunu belirtiyordu: “önce” ve “şimdi”. Büyük Buhran’dan önce hayat güzeldi. Şimdi dayanılmazdı. Ondan önce insanlar Katolikliğe inanıyorlardı, rahip tarlaları hasat zamanı kutsamaktaydı ve sonsuz bir düzen vardı. Artık kıtlık ve düzensizlik vardı ve insanlar Kiliseye düşmanca bakıyorlardı. Hayatlarının ideolojik çerçevesi çökmüştü. Hans gibi insanlar için Nasyonal Sosyalizm boşluğu doldurmuştu.
Gerçek adı Rosa Stern olan Lucie Varga, 1934-39 yılları arasında Annales dergisine yazdığı makalelerle bilhassa 1937 yılında yazdığı faşizmin arka planını ele aldığı denemesiyle o dönemde tanınan bir yazardır. Ancak Avusturya Alplerinde yaptığı bu araştırmasının sonuçlarının tamamını görecek kadar yaşamadı. 1941’de Fransa’’da Gestapo’dan kaçarken parasız ve sahte bir kimlikle diyabetini tedavi etmek için insülin alamadığı için öldü. Ona barınak sağlayan aile ise Auschwitz’e sürüldü.
Tekrar Paul Mason’a dönelim: “1970’lerde” diyor Mason, “benim kuşağım dazlaklara ‘Bir daha asla’ diye bağırdığında, bu sloganı bir hedef olarak değil, bir gerçek olarak kabul ediyorduk. Faşizm tarihti: sonsuza dek ortadan kaldırılan toplumsal hiyerarşilerin bir ürünü, asla tekrarlanmayacak bir tür ekonomik krizin kışkırttığı bir fenomen. Bu kanı için iyi nedenlerimiz vardı. 1963’te ilk karşılaştırmalı uluslararası faşizm araştırmasını sunan tarihçi Ernst Nolte, fenomeni “ölü” ilan etmişti. Faşizmin tüm olası çeşitlerini gördük, diye yazıyordu Nolte: Bu tarihsel olay sona ermişti”.
Ancak bunun ardından ekliyor: “Benim kuşağım yanıldı. Faşizmin köklerinin 1930’larda Avrupa’nın özgül sınıf dinamiklerinde yatmadığı ortaya çıktı. Onun oluşması için kitlesel işsizliğe gerek yok. O, savaştaki bir yenilgiye veya devlet radyo istasyonlarının varlığına bağlı değildir. Kapitalizmdeki sistemsel arızanın periyodik bir belirtisidir.
Ve faşizmin istismar ettiği belirleyici arızanın doğası ekonomik değil, ideolojiktir. Normal zamanlarda, kapitalizm aynı şekilde pasif ve her yerde bulunan bir kanaatler sistemine dayanır. Sadece yaşayabilmek için, piyasaların doğal olarak işlediğine, hükümetin dürüst ve adil olduğuna, zor çalışmanın ödüllendirileceğine, teknolojik ilerlemelerin hayatımızı ve çocuklarımızın hayatlarını daha iyi hale getireceğine inanmak zorundayız. Kolektif olarak bu inançlar bir ideoloji oluşturur. İşyerinde, evde ve bunların arasındaki her alanda günlük deneyimlerimizle onları yeniden üretir ve pekiştiririz.”
Günümüzün faşist inanç sisteminin özünde yatan şey açıktır: etnik bakımdan çoğunluk grupları, göçün ve çok kültürlülüğün “kurbanlarıdır”; feminizmin kazanımları geri alınmalıdır; demokrasi vazgeçilebilir; bilim, üniversiteler ve medya güvenilir değildir; milletler yönlerini kaybettiler ve eski “büyüklüklerini” geri kazanmaları gerekiyor; anlaşılmaz bir felaket olayı, işleri tekrar yoluna koyacaktır
Mason, bu ilginç makalesinde ayrıca yeni bir faşizm teorisine ihtiyaç olduğunu ve biliminsanlarının çalışmasına dayanması gereken bu teorinin öncelikle aktivistler tarafından biçimlendirilip uygulanması gerektiğini vurguluyor. Faşist olmayan kişilerin, partilerin ve hareketlerin faşizmi benimseme sürecini salt bir tanımla izah etmenin güçlüğüne işaret eden Mason bu konuda kesin açıklamalara duyulan ihtiyacın çok belirgin olması karşısında sonunda kişisel bir tanım yapar: “faşizm bir özgürlük duygusunun uyandırdığı özgürlük korkusudur.”
Makalesini faşizmin durdurulması sorununu ele alarak bitirir: “Faşizmi durdurmanın en kolay yolu, faşistler ile hedefleri arasına internet avatarını değil, kendi vücudunuzu koymaktır. […] Fakat 1920’lerden beri anti-faşistlerin en önemli silahı olan fiziksel direniş, ancak geniş siyasal bir stratejinin parçasıysa işlevsel olur. Faşistler silahlandığında, şefleri tarafından kışkırtıldığında ve ülkenin en büyük haber ağı (sosyal-medya) tarafından desteklendiğinde, kişisel cesaretten daha güçlü bir şeye ihtiyacımız olacak: bir teoriye, bir stratejiye ve aynı düşüncede birçok insana.”
***
1930’larda Hitler faşizminin yükselişiyle başlayarak, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Türkiye’de de ırkçı-Turancı ‘Kızıl Elma’ motifleriyle antikomünist, anti-Sovyet faşist ideolojiyi yaymak için Nihal Atsız, (Atsız, saçlarını bile Hitler gibi tıraş ettirecek kadar Hitler hayranıydı.) Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Orhan Şaik Gökyay gibi faşist yazarlar tarafından Kopuz, Bozkurt, Hamle, Çınar, Orhun, Gökbörü gibi çok sayıda ırkçı-Turancı dergi yayınlanmıştır. Hitler’in iktidara gelmesinden sonra Almanya’nın Türkiye’yi de yanına çekme çabalarına Türk faşistleri de büyük bir coşkuyla ve canı gönülden destek vermişlerdir. Cumhuriyet gazetesinin başyazarı ve birçok yazarı da Yahudi düşmanlığı ve ari ırk savunuculuğu yaparak Hitler hayranı olan bu gruba katılmıştır. Dönemin siyasal ve toplumsal havasını Zekeriya Sertel Hatırladıklarım’ adlı anı kitabında anlatıyor:
“ Dış bakımdan da yepyeni bir durum vardı. Almanya’da Hitler iktidara geldikten sonra memlekette Nazizm ve faşizm propagandası hızlanmış ve kuvvetlenmişti. Alman Büyükelçiliği gazetelere her gün çeşitli bültenler gönderiyordu. Almanya’da Nazizmin iktidara gelmesi bizdeki faşist gençleri de harekete getirmişti. Bunlar çeşitli yollarla yurtta ve özellikle gençler arasında, faşizm propagandası yapıyordu. Her önlerine gelen ilericiye komünist diye hücum ediyor, bunları halkın gözünden düşürmeye çalışıyor ve hükümete jurnal ediyorlardı.” (s.198.)
R. Davos imzasıyla 1938 yılında “Komünist Enternasyonal” dergisinde yayınlanan “Faşist Almanya’nın Türkiye’ye Yayılışı” başlıklı yazısında İsmail Bilen’in “Bugün Türkiye’de açık, legal bir faşist örgüt yoktur. Ama üstü örtülü biçimlerde faşist akımlar vardır” dediği akımların 40’lı yıllarda artık üstü bir hayli açıktır. (Bilen’in Türk medyasının anılan dönemdeki durumuna da ışık tutan bu yazısına Tüstav arşivinden erişilebilir.) Ayrıca Bilen’in bu yazısında Komünist Enternasyonal’in 1935 yılında yapılan VII. Kongresinde Georgi Dimitrov tarafından kongreye sunulan ve kabul edilen faşizm raporunun ‒ faşizmin tanımı, birleşik cephe vb. konularda ‒ izleri de çok belirgindir. Bilen’in bu yazısının yayınlandığı derginin gazete bayilerinde satılan bir dergi olmayıp sadece yurt dışında yayınlanabilen bir dergi olduğunu hatırlatalım. Örneğin aynı dönemde Türkiye’de yayınlanan ilerici-demokrat bir dergi olan Yurt ve Dünya dergisinde faşizm konusunda Eylül 1943 tarihli 33. sayısında Niyazi Berkes’in “Modern Ekonominin Tezatlarından Faşizm” başlıklı ürkek yazısı ‒ ürkek, çünkü Berkes yazısının girişinde faşizmden ‘garp memleketlerinin mahsulü bir hadise’ olarak söz ediyor ve bu konuyu ‘seyirci’ sıfatıyla yazdığını vurguluyor ‒ dışında bir yazı olmadığı gibi, ilginçtir, Dünya Savaşı yıllarında bu savaşla ilgili bir yazı dahi yoktur‒ Kırklı yıllarda aydınların çok zor koşullarda bulunduğu anlaşılıyor.
Irkçı-Turancı ideolojinin yukarıda kısaca değinildiği gibi özellikle gazete ve dergiler aracılığıyla yani dönemin deyişiyle “matbuat” sayesinde pompalandığı ve bu çabaların tepede Saraçoğlu tarafından açıkça desteklendiği bir ortamda 1943 yılında TKP yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner’in, ressam Faris Erkman adıyla, En Büyük Tehlike adlı son derece önemli risalesi yayınlanır. Boyutları küçük, fakat içeriğiyle aydınlar ve öğrenci gençlik üzerinde bir hayli etkili olan bu önemli kitapçığında Baraner ırkçı-Turancı faşist ideolojiye dikkat çekiyor ve Türkiye’yi Hitler’in yanında savaşa sokmak isteyen faşistlere karşı halkı uyarıyordu:
“Tarihte ne zaman ırkçılık ortaya atılmışsa orada yabancı milletlerin tahakküm altına alınmak istendiği, ezildiği ve soyulduğunu görürüz. Yüksek ve aşağı ırklar meselesi esaret devrinde esirleri çalıştırabilmek, Orta çağda kilise ve derebeylik hakimiyetini devam ettirebilmek için, Yeni dünyanın keşfiyle geniş ölçüde milletlerarası ticaretin başladığı zaman yabancı milletlerin elindeki serveti talan edebilmek ve istilacılık devrinde de müstemleke ve yarı müstemleke halklarının tazyik ve istismarını mazur göstermek için ortaya atılmıştır. Son zamanlarda Avrupa ve Asya’da bazı memleketlerde yeniden canlanması da muayyen milletlere haksız ve lüzumsuz bir yükseklik izafe ederek diğer zaif ve geri milletleri idareye salâhiyet ve hak iddia etmek suretiyle yeni bir harbin açılması fikriyatını hazırlamak ve nihayet geri milletleri esaret altına almak gayesiyle vukua gelmiştir. Netekim Habeşistan, Çin, Japon ve şimdiki cihan harbi de patladı ve irili ufaklı bir sıra Avrupa milletleri şimdi istilâ ve esaret altında tutulmaktadır.” (s.21)
“Bu cereyanın(ırkçı-Turancı akımın, M.G.) başında bulunanlar, daha doğrusu bu cereyanın memleketimize sokulmasına vasıta ve alet olanlar arasında (…) Tatarlar, Azeriler de vardır. Bu cereyanı asıl körükleyenler de kendi halkları tarafından kovulup yurtlarından atılmış bu adamlardır. Bunlar kendi öz vatanlarından kaçarak buraya gelmiş kimselerdir. Bazıları buraya gelmeden önce uzun seneler Almanya’da bulunmuşlar, buraya geldikten sonra da bu devletle ve Japonya ile sıkı temaslarını devam ettirmektedirler. Birinci Cihan harbinden sonra kendi milletlerinin bugünkü idare ve devlet sistemini kabul etmesiyle menfaatleri haleldar olan bu efendiler sırtlarını, hem bizlere, hem de kendi öz memleketleri halkına tamamiyle yabancı olan devletlere dayayarak kendi şahsî menfaatleri hesabına Türkiye’yi tehlikeli bir oyuna sokmak istiyorlar. Bütün o memleket halklarının da Türk olduğunu, bizimle aynı ırktan bulunduğunu ileri sürerek onları kurtarmanın millî bir vazife olduğunu bize telkin etmek istiyorlar. Kendi halkları eğer bugünkü idarelerinden memnun değilse, istiklâl ve hürriyetleri, iddia edildiği gibi zorla ellerinden alınmışsa, bu efendiler neden doğrudan doğruya kendi milletleriyle bu işi yapmıyorlar?(S.24)
Georgi Dimitrov’un 1935 tarihli yukarıda sözü edilen Komintern raporu ile yine o yıllarda kaleme aldığı bazı yazıları 40 yıllık bir gecikmeyle 1974-76 yıllarında muhtelif yayınevleri tarafından “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” adıyla yayınlanır. Üçüncü Enternasyonale üye partilerin 20’li yılların ikinci yarısından itibaren ve 30’lu yıllarda geliştirilen burjuva demokrasisiyle faşizm arasında bir fark gözetmeyen ‘sosyal-faşizm’ analizleri, Dimitrov’un bu raporuyla terk ediliyor, fakat bunun yerini o ünlü “en”lerin, ‒“ en gerici, en şovenist, en emperyalist…”‒ sıralandığı yine bir hayli tartışmalı bir faşizm tanımı alıyordu. Başka bir deyişle yetmişli yıllar faşizm konusunda kitabıyla, tiyatrosuyla (AST Dimitrov’un Savunma’sını oynuyordu), Dimitrovlu yıllardı.
Maria-A. Macciochchi’nin çevirisi Cemal Süreya tarafından yapılan “Faşizmin Analizi” adlı kitabı 1977 yılında yayınlanır. Bu kitapta yine aynı yazarın Gramsci’nin 1920’li yıllarda İtalya’da faşizme yaklaşımını ve faşist İtalya koşullarını ele alan “Gramsci ve Faşizm Sorunu” başlıklı kıymetli makalesinin yanı sıra ağırlıklı olarak İtalyan faşizminde kadınların durumunu araştıran yazılara yer verilirken çeşitli yönleriyle Hitler faşizmini inceleyen yazılar da bulunmaktadır.
Faşizm üzerine en kapsamlı ilk kitap ise 1980 yılında Birikim Yayınları tarafından yayınlanan Nicos Poulantzas’ın “Faşizm ve Diktatörlük” adlı yapıtıdır. Poulantzas’ın faşizm üzerine geliştirdiği kuramsal çözümlemelerinin yer aldığı bu yapıt, artık alanında bir klasik sayılmaktadır. Komintern’in faşizm analizini de Althusser’in ‘devletin ideolojik aygıtları’ kuramını da eleştirel bir şekilde irdelemektedir Poulantzas bu yapıtında.
Umberto Eco’nun 1997 yılında yayınlanan Beş Ahlak Yazısı kitabında bulunan Ebedi Faşizm başlıklı makalesinin İtalya’da faşizmle ilgili yayınları tetiklediğini belirtiyor Emilio Gentile. Türkiye’de de gerçekten 2000’li yıllardan itibaren ve özellikle geçtiğimiz son on yıl içinde faşizmi çeşitli yönleriyle inceleyen birçok kıymetli yapıtın yayınlandığını görüyoruz. Bunlardan birkaçını analım:
Mark Neocleous’un Faşizm’i ( Çev. Doğan Barış Kılınç, Nota Bene Yayınları, 2014.); Robert O. Paxton’un Faşizmin Anatomisi adlı yapıtı (Çev. Hivren D. Atay ve Hakan Atay, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2014.); Roger Griffin’in Faşizmin Doğası (Çev. Ali Selman, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2014.); Constantin Iordachi’nin derlediği Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları (Çev. İsmail Ilgar, İletişim Yayınları, 1.Baskı 2015.); Emilio Gentile’nin Faşist Kimdir ( Çev. Betül Parlak, İletişim Yayınları1. Baskı.)