1977-1980 arası anti faşist mücadelede katledilenlerin neleri temsil ettiğiyle başladığım bu seride, geçen yazıda faşizm tartışmasını neden bir ciddiyet tartışması olarak gördüğümü anlatmaya çalıştığım bir girizgahla devam ettim. Bu yazıda, faşizm tartışmasının politik mahiyetini ele alarak devam etmek istiyorum.
Geçen yazıda anlatmaya çalıştığım gibi, faşizm tartışmasının esas öneminin, bugün içinden geçtiğimiz dönemin klasik faşizm dönemine ne kadar benzeyip benzemediğini milimetrik bir şekilde ölçmek olduğunu düşünmüyorum. Bu ölçüm işleminin de bir değeri var elbette ve yapanlar önemli şeyler de söylüyor. Fakat benim için tartışmanın önemi burada yatmıyor.
Çünkü, özellikle 2008 krizinin bir sonucu olarak güçlenmiş[1] ve şu an küresel düzeyde palazlanmış mevcut hareketlere ister aşırı sağ, ister yeni sağ, ister neofaşist, postfaşist veya dümdüz faşist diyelim, bu hareketler Türkiye’de ve dünya çapında, benzer kimi niteliklerle dolaşıyor, birbiriyle bağlar kuruyor ve güçleniyor. Bence faşizm tartışmasının öneminin bir bölümü, bu hareketlere ve bu hareketlerin hem kendilerinin kullandıkları hem de faşizmin ana akımlaşması/ana akımın faşistleşmesi süreçlerinin bir sonucu olarak, farklı merkez hareketlere de sirayet eden politik retoriklerinin işaret ettiği yerlere dikkatle bakmamızı sağlamaktan geliyor.
Dolayısıyla, benim için bu tartışmanın en önemli kısmı, faşizm tartışmasından çıkan ve bizi üzerine kolektif olarak, ciddiyetle ve derinlemesine düşünmeye çağırdığı kimi kavramlar. Jasper Barnes, Alberto Toscano’nun “Late Fascism” kitabı üzerine yazdığı “Fascism Late, Early; Fascists Now, Then” başlıklı yazıda bu noktanın altını çiziyor.[2] Önce Toscano’nun kitabının faşizm tartışmasını nereye yerleştirerek yaptığını ele alıyor.
Bernes’e göre Toscano geç faşizm’i esasen, Amerika kıtalarında ve Afrika’daki sömürgeci yerleşimlerde ve plantasyonlarda boy veren ve aslında Avrupalı faşistlere epey ilham veren erken faşizm’e benzeterek konumlandırıyor. Zira, Nürnberg yasalarının Jim Crow yasaları model alınarak hazırlandığını, Nazilerin yöntemlerinin de kısmen, Herero ve Nama halklarından on binlerin öldürüldüğü ölüm kamplarından, yani güney batı Afrika’daki Alman sömürgeciliğinin soykırımcı politikalarından ilham aldığını unutmamak gerek.
Yine Bernes’e göre, bu perspektifi kavramak için bakışımızı, sadece 1917-23 arasından ve Almanya’da proto faşist freikorps’ların ve İtalya’da squadristi’lerin oluşturulmasından başka yerlere çevirmemiz gerekir. Daha doğrusu, Almanya ve İtalya’da olan ile Alman ve İtalyan sömürgeciliğinin Afrika’daki uygulamalarını birlikte düşünmemiz gerekir. Bunu yapmak için de, yani Alman faşizmini sürekli üstü örtülen Alman sömürgeciliğiyle birlikte ve iç içe geçmiş olarak düşünebilmek için de, siyah radikal düşüncesine ihtiyacımız vardır. Böylece faşizmi, Toscano’nun çok sık altını çizdiği gibi, bir sonuç olarak değil, bir süreç olarak kavrayabiliriz. Bazen güçlenen bazen zayıflayan ve muhakkak ki başka sömürü ve tahakküm yapılarıyla iç içe geçen bir süreç olarak.
Bu nedenle, diyor Jasper Bernes, Toscano’dan yola çıkarak, faşizmi bazen açıp bazen kapatacağınız bir elektrik düğmesi gibi değil de, kapitalist formasyona mündemiç ve örtük bir ihtimal olarak kavramalıyız. Bu kavrayış, yani örtük bir ihtimal ve bir süreç olarak kapitalizme içkin faşizm kavrayışı, bizi bugün olup biteni hangi kavramla açıklayacağımızdan çok kullandığımız kavramın bizi neleri görmeye sevk ettiğiyle ilgilenir. Bernes, kitaba yaptığı kimi eleştirilere rağmen Toscano’nun çalışmasını, apartheid, yerleşimci sömürgecilik, beyaz milliyetçilik gibi kavramları faşizmle birlikte ve süreç olarak faşizmin içinde düşünmeye çağırdığı için, bizi bunları görmeye sevk ettiği için çok önemli buluyor.
Bence faşizm tartışmasını Türkiye için yapmak esasen bu nedenle önemli. Mesele Türkiye’de Milliyetçi Hareket Partisi, Zafer Partisi ya da Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi gibi siyasi partilerin ne kadar faşist olup olmadığının ya da rejimin ne kadar faşist olup olmadığının, kimi kavramsal hassasiyetlerle, milimi milimine ölçerek belirlenmesi değil.
Mesele tüm bu siyasi partilerin ve başka politik hareketlerin, bugünün neofaşist hareketlerinin retoriklerini nasıl ödünç aldıkları ve bu neofaşist retoriklerin Türkiye’de hem devlet katında hem de geniş toplumsal kesimler katında çalışan mevcut faşistleşme süreçleriyle ilişkisini görebilmek. Ve bu faşistleşme süreçlerinin Türkiye’de politik olarak, hangi meseleler etrafında, hangi meseleleri gündem ederek tezahür ettiğini açığa çıkarmak. Bana kalırsa bu tartışmanın politik önemi burada, Bernes’in söylediği gibi, bu tartışmayı yapmanın bizi neyi görmeye sevk ettiğinde yatıyor.
Neofaşist hareketlerin retorikleri ve bu hareketlerin Türkiye’de farklı siyasi partiler tarafından, farklı biçimlerde kullanılan siyasi önerileri, bizi Türkiye bağlamında neleri görmeye sevkediyor? Şebnem Oğuz, Türkiye’de AKP’li yılları anlamak için “çelişkili bir süreç olarak yeni faşizm” kavramını kullanmayı önerdiği çok önemli makalesinde, yeni faşizmleri klasik faşizmden ayıran unsurları sayarken altı unsurdan bahsediyor[3] ve altıncı unsur olarak şunu belirtiyor: Yeni faşizmde klasik faşizmden farklı olarak düşmanı yok eden fiziksel şiddet yerine ya da fiziksel şiddetten daha fazla diyelim, düşmanı etkisizleştiren yıldırıcı ve sembolik şiddet öne çıkar.
Buna bağlı olarak da klasik faşizme özgü olan kitlesel seferberlik sokakta değil daha çok söylemsel düzeyde üretilir. Oğuz’un “düşmanı yok etme yerine yıldırma” olarak tanımladığı bu politik seferberlik vurgusunun önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye özelinde bu politik seferberliğin hangi meseleler etrafında yapıldığını düşünmek, faşizm tartışmasının bizi Türkiye’ye ilişkin olarak neleri görmeye sevk ettiği konusunda aydınlatabilir.
Türkiye’de faşist retorikler ve bu retoriklerle karmaşık bir biçimde ilişkili maddi faşistleşme süreçleri bence 4 temel başlık etrafında şekilleniyor. Bunlardan birincisi, daha soyut bir çerçevede ifade edersek, sömürgecilik ve ırkçılık temelli retorikle yayılan neofaşist politik eksendir. Daha somut ifade ettiğimizde ise, özellikle de Kürt ve Kürdistan meselesi temelli yayılan sömürgeci, Türk üstünlükçü, özcü ve kültüralist bir bakışla ırksallaştırılmış hiyerarşiler inşa eden, ırkçı ve sömürgeci politik retoriklerin yaygınlaşmasıdır. Burada, göçmen karşıtı, sığınmacı karşıtı ve özellikle de Suriyeli ve Afgan karşıtı retorikler, pek çok siyasi partinin temsilcilerinin dilinde zaman zaman dolaşsa da, esas olarak AKP ve MHP bloğunun temsilcilerinden çok CHP ve Zafer Partisi temsilcileri eliyle yaygınlaşır.
Bu durum, Türkiye’de AKP ve MHP bloğunun göçmen karşıtı politikalar izlemediği veya göçmen karşıtı ırkçılıktan sorumlu olmadığı anlamına gelmez elbette. Türkiye’de göçmenlere yönelik deport etme politikalarından göçmenlerin emek sömürüsüne, Geri Gönderme Merkezleri’nin politikalarından pogromlara ve gündelik ırkçılık biçimlerine yapısal ırkçılık işlemektedir. Üstelik, geniş toplumsal kesimler nezdinde göçmenlerin insanlık dışına atılması (dehumanization) hem soy faşist fikirlerin yayılmasını sağlıyor hem de ürettiği güçlü toplumsal faşistleşme dinamiği nedeniyle diğer eksenlerin radikalleşmesine hizmet ediyor.
Ancak Türkiye kapitalizminin, başta ucuz işgücü olmak üzere farklı ihtiyaçları nedeniyle ve din kardeşliği ideolojik çerçevesi kullanımıyla kısmen de olsa göçmen karşıtlığının neofaşist bir biçimde dolaşımının mızrak ucu AKP (ve kısmen de MHP) bloğu olmadı. Mevcut göçmen düşmanlığına ve göçmenlere yönelik ırkçı ve onları insanlık kategorisinin bir parçası olarak görmeyen siyasi argümanların yaygın dolaşımına rağmen, iktidar bloğu bu retoriği seçici bir biçimde kullanmaya ve kendini bu retoriğin esas öznesi olarak konumlandırmamaya önem verdi.
Dolayısıyla, hem 2015 sonrası Kürt savaşının gürültülü bir biçimde yeniden başlamasının hem AKP’nin MHP ile olan ittifakını Kürt özgürlük hareketinin ve olası bir müzakere sürecinin karşısında yeni bir Türklük ittifakı olarak kurgulamasının hem de Kürt özgürlük hareketine uygulanan yoğun siyasal şiddetin bir gereği olarak, Kürt düşmanlığı, özellikle de Kürt özgürlük hareketi etrafında siyaseten mobilize olan “politik Kürt” ve Kürt hareketi sempatizanları/üyeleri düşmanlığı, bugün Türkiye neofaşist politik retoriğinin en temel aksını oluşturur. 2015’ten beri, sadece Türkiye’de değil Suriye ve Irak’ta da değişen dozlarda yürütülen savaşın ve yayılmacılığın, askeri, siyasi ve iktisadi düzeyde yarattığı nesnel zemin bu aksın çeşitlenmesinin, güçlenmesinin temelidir.
Bu aks, AKP ve MHP bloğu tarafından yayılmasına karşın birbirinden farklı biçimlerde, farklı zamanlarda ve değişen ölçülerde olmak kaydıyla, Zafer Partisi, Yeniden Refah Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi gibi siyasal partilerce ve pek çok farklı politik grupça da paylaşılır. Hüda-Par’ın yeniden restorasyonunu da, Hüda-Par ve iktidar bloğu arasındaki zaman zaman çelişkiler de içeren karmaşık ilişkinin bütününe rağmen, esasen Kürt özgürlük hareketi etrafındaki kitlesel mobilizasyonu ve “politik Kürtleri/politik olarak Kürt hareketi yanlılarını” hedef alan neofaşist dalganın bir parçası olarak görmek mümkündür.
Türkiye’de neofaşist retoriklerin palazlandığı ikinci alanı aileci politikalar ve anti-gender olarak tarif edebileceğimiz eksende görüyoruz. Bu eksen, kadınların aile dışında anılmasına yönelik topyekûn bir saldırıyı, nafakadan mağdur olan erkekler gibi grupların işaret ettiği saldırgan erkeklik biçimlerini, kadınların maruz kaldıkları ve mücadele ettikleri erkek şiddetini farklı nedenlerle hak ettikleri yönündeki argümanları kapsar. Gücünü de farklı türden aileci politikalardan, kadınların aile dışındaki varoluşlarını tanımayan bir kurumsal mimarinin ürettiği farklı mizojin uygulamalardan, özellikle kürtaj karşıtlığı olmak üzere kadın bedenini hedef alan resmi politikalardan alır.
Ancak bu eksen sadece bununla sınırlı kalmaz. Henüz çok geniş bir kitlesellikte olmasa da bir süredir düzenlenen “büyük aile mitingleri”nde hedef alınan herkes, en başta da LGBTİ+lar, LGBTİ+ örgütler ve özellikle de translar bu saldırının birinci dereceden hedefidir. Devletine sadık ve ucuz işgücünü üretecek olan aile biriminin çizdiği alanın dışındaki her davranış, ilişki, varoluş ve beden, bu eksenin neofaşist retoriğinin hedefindedir.
Bu aksın, politik Kürt düşmanlığından daha az rağbet gördüğünü düşünenler olabilir fakat bana kalırsa bu yanıltıcı bir düşünce. Aileci ve anti-gender temelli paradigma da en az Kürt hareketi düşmanlığı kadar yerli ve millidir, faşist enternasyonalin küresel düzeydeki bileşenlerinden çok fazla politik retorik ihraç etmesi onun bu topraklarda güçlenmediği anlamına gelmez.
Sömürgecilik ve ırkçılık aksı bir yanda, ailecilik ve anti-gender aksı diğer yanda, neofaşist hareketlerin küresel düzeyde yarattığı ahlaki panik ikliminin argümanlarını ödünç alır ancak bu argümanları yerel ölçekte ve yerel dinamiklere uygun bir biçimde yeniden yorumlar. Türkiye’de dolaşımda olan neofaşist politik argümanlar küresel ahlaki panik argümanlarını yerel bağlama uyarlama konusunda oldukça başarılılar bana kalırsa. Çok yaygın bir kitle mobilizasyonu yaratmamış olmaları, yarattıkları politik etkiyi küçümsememize yol açmamalı.
Neofaşist retoriklerin güçlü bir biçimde dolaşımda olduğu üçüncü aks, geçmiş meselesidir. Adorno’nun söylediği şekliyle söylersek “geçmişin işlenme biçimleri”[4] burada esaslı bir yer teşkil eder. Burada dar anlamıyla hafıza tartışmasını kastetmediğimin altını özellikle çizmek istiyorum, geçmiş ve geçmişin nasıl yorumlanacağı meselesi çok daha geniş bir biçimde düşünülmelidir. Dünyada farklı sömürgecilik apolojileri, ırkçılık ve Avrupa merkezcilik övgüsü, insan hakları/temel haklar çerçevesine saldırılar, şoven ve milliyetçi tarih yazımlarının güçlendirilmesi, devlet şiddetinin onaylanması ve saldırgan bir biçimde yüceltilmesi gibi eksenler Türkiye’de de çalışıyor.
Türkiye özelinde Ermeni Soykırımı’nın sadece inkârını değil aynı zamanda saldırgan biçimde yeniden tekrar edebilecek bir soykırım retoriğinin dolaşımını, İttihatçı figürlerin yüceltilmesini, Kemalizmin son derece şematik bir bakışla ve eleştirellikten arındırılarak yeniden sunumunu bu çerçevede ele alabiliriz. Tıpkı “Siyah Hayatları Değerlidir” hareketine saldıran beyaz üstünlükçü ve ırkçı politik hareketlerin “Bütün Hayatlar Değerlidir” demesi gibi[5] “Türk olmaktan utanmıyorum” çıkışları, fail/saldırgan ve şiddete hedef olan/direnen arasındaki yer değiştirmeler, tarihe özeleştirel tüm farklı yaklaşımların hedef alınarak milli tarih anlatısıyla şoven bütünleşme yine bu çerçevede değerlendirilebilir. 12 Eylül darbesi sonrası, 70’lerin faşist saldırı ve anti faşist mücadelesini bir “kardeş kavgası” olarak gören bakışın bugün yeni bir rönesansla, güçlü bir biçimde yeniden dolaşıma sokulmasını da bu sürecin bir parçası olarak görebiliriz.[6]
Dördüncü eksenin başlığını kabaca düşmanın/düşmanların inşa edilmesi süreçleri olarak tanımlayabiliriz. Bu eksende neofaşizm kendi sınıfsal karakterini gizlemekle kalmaz, aynı zamanda pek çok alandaki politik tercihini, kendisini ebedi mağdur konumuna çekerek veya “ifade özgürlüğü” mücadelesi verdiğini ileri sürerek veya yapılan anti faşist eylemlilikleri yıkıcı/kökü dışarıda/terörist eylemler olarak çerçeveleyerek ifade eder.
Türkiye’de bunu işten çıkarılan işçiler işverenin evinin önüne gittiğinde canhıraş bir şekilde bunun kabul edilemez bir eylem olduğunu anlatan neofaşist figürlerin argümanlarında görürüz. Her tür hak mücadelesine “terör odaklarına dayanan” ya da “yabancı güçlerden destek alan” gayrimeşru hareketler olarak saldıran iktidar bloku açıklamalarında görürüz. Politik olarak meşru ve gayrimeşru olanın sınırları bu eksende tartışma konusu edilir.
Türkiye’de dolaşımda olan neofaşist politik argümanların, Kürt özgürlük hareketinin, feminist hareketin, LGBTİ+ mücadelesinin ve farklı türden sınıf ve emek hareketlerinin güçlendiği ya da yeni mücadele biçimlerinin dolaşıma girdiği bir politik momente cevap olarak, onlara bir saldırı olarak dolaşımda oldukları aşikâr. Bana göre, bu dört ekseni açığa çıkarmak çok önemli. Bu dört ekseni birlikte düşününce, Türkiye’deki işçi sınıfı politikasının bir yerde, Kürt hareketinin mücadelesinin ve feminist/LGBTİ+ hareketlerin politik mobilizasyonunun başka bir yerde ilerlediği iddiası inandırıcılığını kaybeder. Anti faşist bir ittifakın bu durumda, bu dört eksene birlikte ve aynı anda, eksenlerde dile gelen meselelerin birbiriyle ilişkisi üzerine konuşarak ve buna karşı somut politika üreterek oluşturulması gerekir.
Bu da bana göre, en başta, Türkiye’de sınıf mücadelelerini Kürt savaşından, aileci politikalardan ve anti gender çizgiden, münezzeh bir biçimde tartışmamayı gerektirir. Türkiye’de sömürgecilik ve Kürt meselesi eksenindeki savaş sadece bir sömürgeci şiddet meselesi olmadığı gibi Türkiye’nin sermaye birikimi rejimi de bu savaşla sıkı sıkıya ilişkili bir biçimde oluşur. Tıpkı kadınlar ve LGBTİ+lar üzerinde aileci politikaların faşistleşme süreçlerinin kurucu unsuru olması gibi. Dolayısıyla bir yerde “sınıf politikaları” bambaşka bir yerde de “kimlik politikaları” ayrımı böyle bir perspektiften anlamsızlaşır.
Türkiye’nin ırksallaştırılmış kapitalist rejiminin mevcut neoliberal işleyişi ancak, her anlamda iç içe geçmiş tüm bu meselelerin birbiriyle ilişkili olarak ele alınmasıyla anlaşılır hale gelecektir. Bana göre bugün faşizm tartışmasını Türkiye’de yapmanın en önemli politik anlamı budur. Bunu söylemek Türkiye’deki neofaşist hareketlerin politik gücüne, faşistleşme süreçlerinin sınıfsal karakterine ya da sömürgecilik ile sermaye birikimi rejiminin sıkı ilişkisine dair temel soruların yanıtlarını içermiyor elbette. Bu yazıda ancak faşizm tartışmasının politik niteliğine dair önemli başlıkları ortaya koymaya çalıştım. Kalan başlıklara diğer yazılarda devam etmek kaydıyla diyelim.
KAYNAKÇA
[1] Prabhat Patnaik, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının ortadan kaldırılması, büyük sermayeye muazzam vergi indirimleri, çokuluslu tedarik zincirleri lehine yerel üretimin kurban edilmesi ve değerinin çok altında yapılan kamu sektörü özelleştirmeleri ile kristalize olan neoliberal rejimin 2008 krizi kapsamında, krize çözüm imkanının, küresel olarak entegre olmuş büyük sermaye ile yerel neofaşist güçler arasında olası bir ittifak olarak ortaya çıktığını belirtir. Patnaik burada yerel faşist hareketlerin güçsüzlüğünün önemli bir nedenini, klasik dönemdeki faşist hareketlerin aksine, kitlesel işsizliğe çözüm önerisi geliştirememesi olarak görür. Prabhat Patnaik, Why Neoliberalism Needs Neofascists, Boston Review, 19 Temmuz 2021, https://www.bostonreview.net/articles/why-neoliberalism-needs-neofascists/
[2] Jasper Bernes, Fascism Late, Early; Fascists Now, Then, The Brooklyn Rail, Eylül 2024, https://brooklynrail.org/2024/09/field-notes/fascism-late-early-fascists-now-then/
[3] Şebnem Oğuz, klasik faşizmi yeni faşizmden ayıran diğer beş unsuru şöyle sayar: Birincisi, içinde bulunduğumuz dönemin savaşları klasik faşizm döneminden farklı olarak devletler arası karşılıklı çatışmalara değil, devletlerin devlet-dışı çok sayıda aktörle (paralı askerler, vekil gruplar, mafya, paramiliter güçler gibi) iş birliği içinde sınırsız ve yönsüzleştirilmiş şiddete başvurdukları yeni bir dünya savaşına denk düşer. İkincisi, klasik faşizm ancak iktidar olduktan ve bağımsız işçi örgütlerini bütünüyle ezdikten sonra işçi sınıfının geniş kitlelerini kendi yanına çekebilmiştir. Yeni faşizm ise iktidara gelmeden önce de işçi sınıfına ulaşabilmektedir. Üçüncüsü, bununla bağlantılı olarak, klasik faşizmde amaç güçlü işçi sınıfı hareketlerini bastırmak iken yeni faşizm devletin zor aygıtlarıyla işçi sınıfı hareketlerinin güçlenmesini baştan önlemeyi amaçlar. Dördüncüsü, klasik faşizm, korporatist düzenlemelerle işçi sınıfının bir kısmına maddi faydalar sağlarken yeni faşizm bunu yapamayacağı için tümüyle güvenliğin ve istikrarın sağlanması gibi ideolojik motiflere dayanır. Beşincisi, klasik faşizm güçlü bir komünizm tehdidi karşısında işçi sınıfının devrimci örgütlerine karşı savaş benzeri bir şiddeti harekete geçirebilmek için liberal devlet formunu ve seçimleri feshederek kurumsallaşmıştır. Yeni faşizm ise komünizm tehdidinin olmadığı koşullarda şekillendiği için seçimlerin askıya alınmasına gerek duymaz. Aksine, parlamenter sahnenin devam etmesi sağ popülist liderlerin güç toplamak ve kendilerini yeniden üretmek için ihtiyaç duydukları iç düşmanı bir muhatap olarak canlı tutar. Şebnem Oğuz, AKP’li Yıllarda Siyasal Rejimin Dönüşümü: Çelişkili Bir Süreç Olarak Yeni Faşizm, Toplum ve Hekim, Mart-Nisan 2023, 38 (2): 106 –125.
[4] Theodor W. Adorno, Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri ve Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?, çev. Şeyda Öztürk, Tarhan Onur, Metis Yayınları, 2020.
[5] 2013 yılında, Amerika Birleşik Devletleri’nde “Siyah Hayatları Değerlidir/Black Lives Matter” hareketi çıktığı zaman hareketin ana sloganına karşılık olarak “Bütün Hayatlar Değerlidir/All Lives Matter” sloganını ortaya atan beyaz üstünlükçüler, “siyah hayatları değerlidir” sözünün ayrımcı ve dışlayıcı olduğunu ileri sürüyordu. Hareket ise aksine, bu sloganın eşitlikçi ve kapsayıcı olduğunu çünkü slogan aracılığıyla öncelikle Siyah Amerikalıların maruz kaldıkları yapısal ve sistematik sömürü, tahakküm ve eşitsizliklerin altını çizdiklerini ifade etti. Bu slogan aracılığıyla, sistematik biçimde değersizleştirilen ve katledilebilir hale getirilen siyah hayatlar için bu şiddetli eşitsizliğin sona erdirilmesi talebi, gerçekten tüm hayatların değerli olduğu bir politik tahayyüle çağırdığı için, kapsayıcı ve eşitlikçidir. Bkz. Luvell Anderson, “Epistemic injustice and the philosophy of race” Kidd, I.J., Medina, J. ve Pohlhaus G. (der.) The Routledge handbook of epistemic injustice içinde, Routledge, 2017, 221-237.
[6] 1970’li yılların anti-faşist mücadelesinin “kandırılmış” ama “idealist” sağcı gençlerin de solcu gençlerin de aynı “karanlık odakların” kurbanı sayıldığı bir anlatı içine yerleştirilmesi ile MHP’nin ana akımlaştırılması arasındaki ilişkiyi, Türkiye’deki anti-faşist eksenin gerilemesinin kimi güzergahlarını Foti Benlisoy’la birlikte tartışmaya çalışmıştık: Özgür Sevgi Göral, Foti Benlisoy, Bozkurt ve faşizmin sıradanlaşması, Artı Gerçek, 8 Temmuz 2024.