MAHİR SAYIN yazdı: “Kendimizin doğrudan kazanma olanağının olmadığı yerde ana meselemiz AKP’ye kaybettirmek ise, onun karşısındaki güçlerin kazanmasıyla bunun mümkün olabileceğini kabul etmemiz ve taktiklerimizi de buna göre ayarlamamız gerekir. Bunun açık ifadesi AKP’nin karşısında olan güçlerin kazanmasına uygun taktiklerle davranmaktır.”
MAHİR SAYIN
Mart’ın sonunda gerçekleşecek olan yerel seçimler faşist iktidar blokunun başarısı ile sonuçlandığı takdirde 2023’e kadar bir daha seçim yok. Her ne kadar iktidar bir koalisyondan oluşuyor olsa da, içi çelişkiler taşısa da bu kadar zaman faşist diktatörlüğü kurumsallaştırmak, tam bir toplumsal hakimiyet kurabilmek için yeterli bir zaman olarak görülüyor. Elbette her zaman beklenmeyen gelişmeler, kelebek etkileri mümkündür. Özellikle de 2008 krizinden bir türlü tam olarak kurtulamayan dünya kapitalizminin 2019’da girmesi beklenen yeni bir kriz dönemi koşullarında neler olabileceğini tam olarak öngörmek mümkün değildir. Buna bir de dördüncü sanayi devriminde öne geçebilmek için emperyalist metropoller arasında sürdürülen ticaret savaşlarının eklenmesiyle sistemin kırılganlığı daha da artmaktadır. Böyle bir durum, sistemin en zayıf bölgelerinin daha büyük sarsıntılara sürüklenmesini de her zamanki gibi zorunlu kılar.
Ancak krizin gelişmesi demek elbette ki, iktidarların kendiliğinden değişmesi anlamına gelmez. Demokratik ülkelerde ciddi bir ekonomik kriz hemen siyasal ifadesini üreterek hükümet değişikliklerine yol açar. Ancak demokrasinin yerini bir otoriter–totaliter rejimin aldığı ve bu rejimi vurup devirebilecek bir muhalefetin ortaya çıkmadığı yerlerde ekonomik kriz siyasal krizle bütünleşerek iktidarın faşist karaktere bürünmesine yol açar. Türkiye bu süreçte ilerlemekte ve tam bir eşikte bulunmaktadır. Dolayısıyla yapacağımız her türlü hesapta temel argümanımız bu gidişatı durdurmak olmalı, durdurabilmek için her şeyi, bizi temel sosyalist değerlerimizden uzaklaştırmayacak her şeyi yapmamızı zorunluluk olarak kabul etmek gerekir. Bu gerçekliği göz önünde bulundurmadan atılacak her adım, faşist diktatörlüğün kurumsallaşmasına bigane kalmak, onun yolunu daha kolaylıkla açmasına dolaylı olarak yardımcı olmak anlamına gelir. 12 Eylül 2010 Anayasa oylamasının bugünkü sonuçlara ulaşmanın ana belirleyicisi olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. O zamanlar mesele bazılarına “iki faşist anayasa arasında tercih yapmak” gibi görünüyordu ama AKP, birincisiyle kuramadığı faşizmi yeni yaptığıyla kurma imkanını elde etti.
“Bu oylamanın Kürdistan meselesiyle bir alakası yoktur dolayısıyla, boykottan başka tercih yapmamız söz konusu değildir!” aldırmazlığına karşı Öcalan’ın daha sonra konu üzerine yaptığı, “Boykot’la AKP’ye kredi açmıştık” açıklamasını da sürecin ve alınan tutumların kavranması açısından hatırlatmakta yarar vardır. Sonuç bir faşist diktatörlüğün yasal yollardan kuruluşuna ilerleme oldu. Demek ki, iki faşist kurum-taraf-parti arasında, politik konjonktür ve siyasal anlam itibariyle fark olabiliyormuş!
Faşist diktatörlük açık diktatörlüktür
Her ne kadar Türkiye’deki rejim tartışmalarında hemen her şey faşizmle demokrasi arasındaki yelpaze içerisinde ele alınıyor olsa da iki devlet biçimi arasında temelde bir farklılık vardır. Bütün devletler bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliği olarak bir diktatörlüğe tekabül ederler. Ancak bu diktatörlük toplumsal uzlaşmanın güçlü olduğu durumlarda örtülü bir biçimde, yani halkın rızasına dayanıyormuş görünümü altında ve şiddet unsurunun uygulanışının meşruiyetinin toplum tarafından benimsendiği koşullarda sürer. Ancak egemen sınıfın eskisi gibi yönetemeyecek duruma geldiği ve yığınların da artık eskisi gibi kendilerine yönetme konusunda onay vermediğinin ifadelerinin ortaya çıktığı koşullarda, yani toplumsal onayın esas olarak ortadan kalktığı, eskisi gibi yönetmeye yetmeyecek ölçüde azaldığı koşullarda, egemen sınıf diktatörlüğün üstündeki örtüyü ortadan kaldırır ve toplumu esas olarak şiddet yoluyla, muhalefetin her türlü varlığına en azından yasal olarak son veren açık bir diktatörlükle sürdürür. Faşizm işte bu kategoriye girer ama “açık diktatörlüğün” kazanabileceği tek biçim de değildir. Askeri diktatörlükler ve kimi durumlarda bonapartizm gibi devlet biçimleri de açık diktatörlük kategorisi altında mütalaa edilebilir. Faşist diktatörlüğün diğer devlet biçimlerinden ve özellikle açık diktatörlükten farkı kimi uzak doğu sporlarında olduğu gibi rakibinin gücünü kendisine karşı kullanma mantığından kaynaklanır. Faşizm ezilenlerin egemen sınıfa karşı gelişen yıkıcı tepkisini onun kendi eylemini ortadan kaldırırken bunu kapitalizmin kendisini yeniden üretmesinin enerji kaynağına dönüştürür. Bu anlamda faşist rejim devletin var olan güçlerinin alt sınıfların tepkilerini bastırmaya yetmediği koşullarda yeniden şekillendirilen devlet erkine ek olarak toplum içinden gelen bir savunma sisteminin harekete geçirilmesidir. Bunun için “faşist hareket” faşist diktatörlüğün kendisini herhangi bir açık diktatörlükten farklı bir biçimde sürdürmesinin temel şartını oluşturur. Faşist hareketin varlığı ve toplumsal yaygınlığı da devletin hegemonya araçlarına ilaveten toplum içi kuşatıcı bir şiddet ve toplumsal onay mekanizmasının da yaratılmış olması anlamına gelir. Böyle bir durum her türlü muhalefetin daha rüşeym halindeyken bastırılması anlamına gelirken, faşizmi sevmek ve bunu deklere etmek de o toplumda var olabilmenin temel şekli haline gelir. Gergerlioğlu hakkındaki iddianamede görüldüğü üzere “faşizmin sizden beklediği şeyleri söylemediğinizden” dolayı da yargılanırsınız. Bu özellikleri taşıyan açık bir diktatörlük olarak bilinen faşizmin örtülü biçimlerinden söz etmek, bu diktatörlük biçimini hafife almak anlamına geleceği gibi, devlet tipi ile devlet biçimini (bütün devletlerin öz itibariyle sınıf diktatörlüğü olduğu gerçeğini) birbirine karıştırmak, dahası demokrasinin sınıfsal özünün de bir diktatörlük olduğunu unutarak onu bir anlamda yüceltme anlamına gelir.
4. Sanayi devriminin gelişimine paralel olarak burjuvazinin gelişen teknolojilerden yararlanarak G. Orwell’in 1984’üne benzer bir dünya kurma imkanlarının gün geçtikçe arttığının örneklerini Facebook’un 70 milyon kişinin bilgilerini seçimlerde kullanılmak üzere özel bir şirkete satması ve bu Büyük Veri’den çıkarak seçmen davranışlarının yönlendirilmesiyle Trump’ın, yine benzer teknikler kullanarak Obama’nın seçim kazanmalarında gördüğümüz ayrı bir devlet biçimi (çoğunlukla gözetleme/denetleme devleti, panoptik devlet diye niteleniyor) başlığı altında irdelemeye büyük zaruret vardır. Önümüzdeki on yıl içerisinde egemen sınıfların bu anlamda devasa adımlar attığına tanık olacağız.
Baş çelişki her şeyin önüne geçer
Mao Çin devrimini anlatırken, gerek komünistlerin katili Çan Kay Şek’le ve gerekse dünyanın en büyük belası olmaya ilerleyen ABD emperyalizmi ile olan ittifaklarını anlatmak için baş çelişki kavramından yararlanır. Kapitalizm çağında temel çelişkiyi oluşturan emekle sermaye arasındaki ilişkidir. Dünyaya yeni şeklini verecek olan bu çelişkinin çözümüdür ve bu çözülmeden de kapitalizmin/emperyalizmin insanlığı yüz yüze bıraktığı sorunların, tehditlerin, zorlukların, felaketlerin ortadan kaldırılabilmesi olanaklı değildir. Ne var ki, bir çok durumda bu çelişkinin doğrudan çözümüne ilerleyebilmek için onun önüne dikilen başka çelişkilerin öncelikle çözülmesi zorunluluk haline gelebilir. Ülkenin sömürgeciler tarafından işgali, ya da açık bir diktatörlüğün kurulmuş olması öncelikle bu tehditlerin ortadan kaldırılmasıyla temel çelişkinin çözümünün olanaklı hale gelebileceği durumlarla dünyanın dört bir yanında yüz yüze gelmekteyiz. Zira böyle bir duruma itiraz edecek, onunla mücadeleye gidecek güçlerin sayısı artmakta ve proletarya da bütün cephelerde birden savaşmak yerine baş tehditle çarpışmayı, savaşın silahla sürdürülen bir siyaset türü olduğunu bilerek, baş düşmana karşı dolaylı ya da dolaysız müttefiklerini hesaba katarak bir mücadele sürdürür. Eğer böyle müttefikler yok ve proletarya da kendi başına baş düşmanı yenebilecek güçlülükte ise o zaman temel ve baş çelişkinin çözümü iç içe girer ve tek bir süreç halinde ilerler.
Mücadele Stratejisi ve stratejik plan
Her mücadelenin ulaşmak istediği bir amaç, bir stratejik hedefi vardır. Böyle bir hedef belirlendikten sonra da bu amaca ulaşmak için stratejik bir plana ve bu planı hayata geçirecek doğru taktiklere ihtiyaç vardır. Kuşkusuz harekete geçmeden önce yapılan her stratejik plan ortaya çıkan değişikliklerle değişikliklere uğratılır. Ama her stratejik planın oluşturulmasının temel çizgileri vardır.
Stratejik plan hazırlanırken, en büyük güçlerle düşmanın en zayıf noktasının çökertilmesi ve açılan gedikten ilerleyerek bütün bir yapının çökertilmesi hesaplanır.
Bunun için:
a-Doğrudan müttefiklerle ilişkiler ortak bir plan çerçevesine- bir cephe ilişkisine kavuşturulur.
b-Dolaylı müttefikler doğru olarak tespit edilir ve onlar bu ittifak ilişkisinin farkında olmasalar da, hatta düşman olarak nitelenebilecek karakterde olsalar da düşmana verecekleri zararın mümkün olduğunca büyük olmasına katkılı olacak taktiklerle davranılır. Hatta eski düşmanlara bile destek sunulabilir. Onlar aradaki düşmanlığı sürdürme hevesinde olsalar bile sosyalist parti bu düşmanlığın hayat bulmasına izin vermeyecek taktikler ortaya koyar. On yıl boyunca komünistleri katleden, Japon işgaline rağmen buna son vermeyen Çan Kay Şek’le Mao ittifakı buna iyi bir örnektir. Üstelik Mao, daha sonra yeniden çatışacak olsalar da Çan Kay Şek’i esaretten kurtarıp müttefik olarak ordularının başına geçirmiştir. İttifak dolaylı olmaktan çıkıp doğrudan hale bile gelmiştir. Mesele dolaylı müttefikimizin ne yaptığı değil, bizim onu nereye koyduğumuz ve ne yapmaya zorladığımızdadır.
Bu konuda Lenin’in Alman emperyalizmiyle olan Brest-Litovsk Barış Anlaşması ve Stalin’in Hitler’le yaptığı Saldırmazlık Paktı gibi tarihin başka cilvelerini zikretmeden geçmek olmaz. Dünya halklarının baş düşmanı ABD’nin Kosova halkının kurtarıcısı rolüne bürünmesini ancak böyle izah edebiliriz. Ya da bugün yine aynı ABD emperyalizminin Rojava halkının yanında durmasını, yok olma tehdidiyle yüz yüze olan bir halkın (o anda olmasa bile) düşmanıyla da ittifaka girebileceğini izah edecek mantık bulmakta zorlanırız ve kimileri gibi Rojava halkını “ABD emperyalizminin kara gücü, işbirlikçisi” olarak damgalamak zorunda kalırız.
c-Tarafsızlaştırılacak güçlerin hesabı dakik olarak yapılır.
d-Düşman mümkün olduğu kadar tecrit edilir, kendi iç çelişkilerinin gelişmesine, müttefikleriyle ilişkilerinin bozulmasına katkılı olacak taktikler kurulur;
Yerel seçimlerde somut tutum
Yerel seçimler doğrudan bir iktidar değişikliği mücadelesi değildir. Hele TC’de yerel yönetimlerin içişleri bakanlığının gözetim ve denetimi altında işlemeleriyle bu bir o kadar daha böyledir. AKP döneminde icat edilip aktüel hale gelen, ekonomik kaynaklarını kesme ve nihayet kayyım atama müessesesiyle birlikte yerel yönetim anlamını iyice yitirmiş bulunmaktadır; Hatta denebilir ki, merkezi iktidarın gerek kaynak kesme ve gerekse kayyım atama pratikleri yüzünden bir yerel yönetimi kazanıp sürdürmek büyük bir belayı satın almak anlamına bile gelebilir. Ne var ki, seçimlerin ortaya koyacağı sonucun, düşmanı demoralize ederken muhalefet güçlerine moral kazandırma özelliği ve faşist saldırının muhalefet güçleri arasındaki ittifak ilişkisinin güçlendirilmesine olan katkısı düşünüldüğünde yerelden merkezi iktidara uzanan bir depremin gerçekleşmesinin de imkanını yaratır. Kürdistan kentlerinde uygulanan kayyım atama müessesesinin İstanbul ve Ankara gibi metropollerde uygulandığı durumda, muhalefetin daha militanlaşması ve ortak davranış geliştirmesinin daha olanaklı olduğu bir durum ortaya çıkabilir.
RTE’nin kayyım atamaya cesaret edemeyeceği durumda da daha önemli bir sonuç ortaya çıkacaktır. O da iktidarın birleşmesini sağlayan rant kaynaklarının azalmasıdır. Kaynaklar azalınca da paylaşım zorlaşacak ve paylaşım kavgaları kaçınılmaz hale gelecektir.
Faşist bloka karşı mücadele stratejisi oluştururken, iki şey bir arada değerlendirilmelidir. Muhalefet güçlerinin ve faşist blokun ilişki ve çelişkileri.
Öncelikle iktidar blokunun birleştirici öğelerini doğru tespit etmek ve bunları kırabilmek için nereye vuruş yapılması gerektiğini doğru tayin etmek gerekir.
a–Beka sorunu:
Kastedilen TC’nin varolup yokolma meselesi olsa da işin esası, AKP’nin, MHP’nin ve Ergenekon’un varolma yokolma sorunudur. Bunu tabanlarına, “Biz gidersek herşeyinizi kaybedeceksiniz!” diye benimsetebilmek için de muhalefetle olan gerginliği tam bir düşmanlık düzeyine getirip, kitlenin paniğe kapılmasına yol açarak emdirmektedirler.
-MHP’nin durumu ise “Bahçeli’nin Bekası” sorununa indirgendiğinden yükselen muhalefetin tasfiyesi ancak AKP eliyle mümkün olabilecekti. Esasında delegelerin çoğunluğunu kazanmış olan Akşener etrafında bir araya gelenler, AKP’nin mahkeme marifetiyle partiden tasfiye edildi ve Bahçeli ve yandaşları esir alındı. Bu esaret altında Bahçeli canına tak demedikçe RTE’ye hayır diyemeyecek bir pranga taşır hale geldi.
-Ergenekoncuların durumu da benzerlik arzetmekteydi. Onlar da hapisten kurtulup eski makamlarını elde etmenin yolunu AKP ile ittifakta buldular. Öylesine darda kalmışlardı ki, bir zamanlar darbe yapmalarının nedeni olan hilafetçilik, siyasal İslam dertleri olmaktan çıktı.
-AKP ve temsil ettiği devlet imkânlarıyla zirveye tırmanan özel sermaye grubu ise iktidarın kaybıyla sadece imkânları değil tüm varlıklarını kaybedeceklerine emindiler. Zira elde ettikleri iktidar da servet de sahtekârlık temelinde yükselmişti. Muhalefetin iktidar olması eşi görülmemiş bir hesap döneminin açılmasına yol olabilirdi.
Dolayısıyla bugünkü faşist blokun kurumsallaştırmaya çalıştığı faşizm özünde bir rejim krizinin, kapitalizmi ortadan kaldırmaya yönelen bir toplumsal isyanın durdurulması ihtiyacının değil, sermayenin bir kesiminin ve onlarla kader birliği içindeki bir kesim siyaset sahiplerinin beka sorununun ürünü olan bir siyasal harekettir ve bunun için de özünde hala varolan yasal yollardan geriletilmesinin imkanları bulunmaktadır.
Neticeten Türkiye değilse de, bir bütün olarak, en iç tabanı da dahil olmak üzere faşist blok bir beka sorunuyla yüzyüze bulunmaktadır. Bu ortak tehdit güçlü bir yapıştırıcı rolü oynarken aynı zamanda en önemli zayıf noktasını da oluşturmaktadır. Yürütülecek seçim propagandaları ve taktikler bu gerçeklik bir an olsun ihmal edilmeden kurgulanmalıdır.
b-Savaş-şovenizm-Kürt düşmanlığı:
Bunun için çevre ülkelerle ve ulusal kurtuluş mücadelesiyle gerilimlerin artırılması en başlıca ihtiyacı oluşturur. RTE Kürtlerin oylarını alabilmek için başka kesimlere oynadığı oyunun (AB düzeyinde demokrasi ve muazzam rantlar sunma) bir benzerini de Kürtlere oynadı. Ne zaman ki, bu politikanın artık getirisi götürüsünden fazla oldu onun yerine hemen Kürtlere karşı savaş politikasını geçirip, eski düşmanlarıyla saf tutup müttefiklerini bir çırpıda tasfiyeye girişti. Ergenekoncuların ve MHP’nin her iki alandaki ihtiyaçları en az AKP kadar büyüktür. Zira Ergenekoncular savaş sayesinde önce kaybettikleri konumları yeniden kazanma şansını elde etmekte, MHP ise siyasal İslama yutulmamanın imkanını şovenizmin azdırılmasıyla kendini konsolide etmekte bulmaktadır. Bunun için barışın her türlü imkanı ve halkların dayanışması iktidar blokunun bu birleştiricisinin zayıflatılması, parçalanması için en zaruri ihtiyacı oluşturur. Doğrudan ve dolaylı müttefiklerimizi bu konuda uyarmaya devam ederken, iktidar blokunun tabanını da içine sürüklendiği beka paniğinden çıkarıp, başları üzerinde dolaşan bütün kara bulutların nedeninin bu iktidarın savaş ve gerilim politikası olduğu konusunda aydınlatmak başta gelen karşı vuruş taktiğimiz olmalıdır.
c-Rant ve mevki paylaşımı:
Rantın ve mevkinin iki kaynağından birini merkezi iktidar oluşturur. Şimdilik bunda herhangi bir değişiklik olması mümkün değildir. Ancak yerel yönetimler de en az merkezi iktidar kadar büyük bir rant ve mevki kaynağı oluşturur. Türkiye’nin 11 büyük kentindeki rantların kaybedilmesi demek rant ve mevki kaynaklarının yarısının kaybedilmesi anlamına gelir. O zaman işte ortaklar arasında paylaştırılabilecek olan miktar da yarı yarıya düşer ve bu da ister istemez paylaşım kavgalarına neden olur. AKP’nin bu konudaki sicili çok açıktır. Şimdiye kadar ittifak kurduğu bütün güçlerle (liberaller ve Cemaatçiler) kanlı bıçaklı olduklarını gördük. Mevcut ortaklarıyla da iş zora binince aynı şeyler olacağına kuşku duymaya neden yoktur ve mevcut ortakları da bunu çok iyi bildiklerinden tetikte durmaktadırlar. Yerel iktidarların paylaşımı konusunda AKP-MHP arasında yaşanan çatışmanın meclisteki yansıması buna en iyi örneklerden birini oluşturur.
*****
Kendimizin doğrudan kazanma olanağının olmadığı yerde ana meselemiz AKP’ye kaybettirmek ise, (çok özgül durumların dışında ve derdimiz siyasal arenayı etkileme kabiliyeti olmayan sol örgütler karşısında namus kurtarma meselesi değil ise) onun karşısındaki güçlerin kazanmasıyla bunun mümkün olabileceğini kabul etmemiz ve taktiklerimizi de buna göre ayarlamamız gerekir. Bunun açık ifadesi AKP’nin karşısında olan güçlerin kazanmasına uygun taktiklerle davranmaktır. Bunun birinci yolu elbette ki bizim kazanmamız için gereken her şeyin yapılmasıdır. Ancak bizim kazanmamızın ihtimal dahilinde olmadığı durumda da AKP’ye yardımcı olmamış olmak için oylarımızın ona karşı olan en uygun adaya gitmesinden de sakınmamak gerekir. Özellikle CHP söz konusu olduğunda, en azından onun tabanında var olduğunu kabul ettiğimiz ilericilerin sempatisini ve bir başka zamanda da desteklerini kazanabilmek için böyle davranmamız “AKP’ye kaybettirme”nin yanında ikinci bir neden daha kazanmış olur. Bu ilerici kesimden bazılarının bizim baraj tehdidiyle yüz yüze kaldığımızda bize karşı göstermiş oldukları feraseti gösterme sırası şimdi bizdedir. Bizim oylarımızın katılmasıyla AKP’nin kaybetmesinin açık olarak ortaya çıktığı durumda bu insanlar tarafından AKP’ye dolaylı destek vermekle suçlanacağımızı, fırsatını kollayanların “HDP’nin/Kürtlerin AKP ile işbirliği yaptığı” karalamalarına malzeme sunacağını ve var olduğunu düşündüğümüz sempatinin nefrete dönüşeceğini de hesaba katmamız gerekir.
Demokrat olmayan diğer partilerle ilişkimizde bu nokta söz konusu değildir ama AKP’ye kaybettirmenin tek yolu onlara oy vermek ise bunu halklarımıza en açık gerekçesiyle anlatıp, herhangi bir aldanmaya meydan vermeden yapmak gerekir. Bunu yapmamak AKP’ye dolaylı bir destek sağlamış olmak anlamına gelir. Bu seçim demokratik bir ortamda cereyan ediyor ve faşizm böylesine bir tehdit arz etmiyor olsa idi bu mülahazalarımızın pek bir anlamı kalmazdı. Ne var ki, tartıştığımız mevzu bir eşiğin atlanmasında bizim üzerimize düşen görevler meselesidir. Atlanacak olan bu eşik de devletin artık varolan mekanizmalar aracılığıyla faşist olmaktan çıkarılamayacağı bir eşiktir. Bu eşik atlandıktan sonra iktidar değişikliği ancak ulusal (antifaşist savaş) ya da uluslararası şiddet/savaş yoluyla, ya da çok uzun yıllar içerisinde dünya ve bölge konjonktürünün değişmesi sonucu faşizmin ülkede de artık bir ihtiyaç olmaktan çıkması ve yeni bir rejimin iç ve dış faktörler nedeniyle zorunluluk haline gelmesiyle mümkün olabilecektir. Faşizm bu anlamda daha önce yaşadığımız askeri diktatörlüklere benzemez. Darbeyi yaptıktan üç yıl sonra az ya da çok demokratik seçim yapıp iktidarı sivillere devreden askerlerin durumuyla yüz yüze olmadığımızı iyi görmek ve nefsimizi tatmin edecek ya da hamamın namusunu kurtaracak keskin sloganlar sallayarak faşizmi ürküteceğimizi zannetme gafletinden uzak kalmalıyız.
Bizi bu yaşadığımız günlere getiren 12 Eylül Anayasası da birilerince askeri vesayetten kurtuluşun ve demokrasinin gelişiminin yolu olarak sunulabilirken, bir başka kesimler için de ya kaale alınmayacak bir değişiklik ya da iki faşist seçeneğin her ikisine de karşı çıkma olarak nitelenebilmişti. Bunların hiç birinin anlamının olmadığı yapılan anayasa değişikliklerinin faşist iktidarın kuruluşunun yasal kanallarının döşenmesi olduğunu hep birlikte gördük ve bu durum şimdi yerel seçimler vesilesiyle tekrarlanmaktadır.
Faşizm herhangi bir rejim değildir. Ona karşı mücadelenin enerjisini başka yönlere akıtacak ve bizi tecrit edecek yaklaşımların hepsinden uzak durmak gerekir. Dolaylı ya da doğrudan müttefiklerin tutarsızlıkları üzerinden ilerleyerek ya da daha sonra olabilecek ihtimaller üzerinden “bütün faşistlere ve her türlü düşmanımıza karşı”mücadele taktikleri kurmak, hedef şaşırtmak, faşizme karşı mücadeleyi herhangi bir burjuva iktidara karşı mücadele düzeyine indirgemek ve tarihte yaşanmış büyük acıların tekrarına, “faşizme karşı mücadele” adı altında kanal açmış olmak olur.
HDP ve yerel seçimler
HDP stratejisinin esasını AKP’ye kaybettirmek üzerine kurduğunu ilan etti. Ne var ki bu stratejiye uygun bir plan ve taktikler dizisi geliştiremedi. Somut durumun analizine dayalı stratejik bir plan oluşturmak yerine, faaliyetin ana eksenini “Öcalan’ın tecridine karşı” mücadele eksenine yerleştirdi. Bunun için de seçim arenasında ses getirecek açıklamalar ve taktikler yerine özellikle Batı’da pek bir katkı sağlamayacak tecrite karşı mücadele ekseni öne çıkarıldı. Kimi Kürtler için Öcalan’ın tecriti önemli olsa da gerek Kürdistan’da ve gerekse Batı’da yapılan bütün anketlerin gösterdiği gibi ekonomik sorun nüfusun yarıdan fazlasının en hassas noktasını oluşturmaktadır. Ekonomik durum o kadar kötü bir noktaya ulaşmış bulunuyor ki, RTE, seçim sonrasını beklemeden, aleyhinde o kadar laf etmiş olduğu IMF’nin kapısını çalmış ve seçim öncesinde 20 milyar seçim sonrasında da 200 milyar dolar talep etmek zorunda kalmıştır. Zaten AKP’de halkın ekonomik durum konusundaki tepkisinin çok iyi farkında olduğu için krizin büyük reaksiyon yaratmasını engelleyebilmek amacıyla büyük burjuvaziyi bile zor durumda bırakan zamları ertelettirmekte, iflaslara konkordato diye bir kılıf geçirmekte, bankaları güçlerinin ötesinde krediler vermeye zorlamakta, iflas içinde olan köylüye geçici kredi kolaylıkları sağlanmakta ve nihayetinde yapılmayan atamaları yapıp, devleti ticaretten uzaklaştıracağını söyleyip bütün devlet girişimlerini yandaşlarına arpalık olarak sunan RTE, maliyetinin altında sebze satarak manavlık aracılığıyla oy toplayabileceğini düşünmektedir. Ama esnafların ve kuyruklarda ucuz sebze alacağım diye saatlerce bekleyen insanların öfkesinden kendisini kurtaramayacaktır. Elbette bütün bunların faturası seçim sonunda misliyle aynı insanlara yüklenecektir. Mesele AKP açısından o kadar can alıcı bir duruma gelmiştir ki, ekonomik talep yükselten insanlara sinirlenen RTE onlara, “patlıcan biber deyip duruyorsunuz, biliyor musunuz, bir mermi kaç para? vs. vs.” diye öfke kusmaktan kendisini alamamaktadır.
Erdoğan’ın şu anda kıstırılacağı ana ekseni iktisadi sorunlar oluşturmaktadır. Demokrasi meselesi zaten yandaşları dışında herkes tarafından görülen bir konumdadır. Ama bu mesele onun tabanında pek bir etki yaratmamaktadır, zira demokrasiye aldıran bir taban yoktur ortada. Ama demokrasiye aldırmasalar da boğazlarından geçen lokmaya da aldırmayacak değildirler ve meselenin bu noktadan uzaklaşmasına imkan vermeyecek bir propaganda stili yürütmek gerekir.
HDP’nin de bu gerçekliği gözönünde tutarak, her ne kadar demokrasi mücadelesinin en can alıcı sorunlarından birini oluştursa da Öcalan’ın tecridine karşı mücadeleyi seçimlerle örtüştürmemeye çalışması gerekirdi. RTE’nin kendi ağzıyla yakalandığı savaşın (patlıcan ve bir merminin fiyatı!) ekonomik sıkıntıların temellerinden birini oluşturduğu gerçeği üzerinden ilerlenerek Öcalan’ın tecridine kadar mesele genişletilebilirdi. Ama sorunu tersten koymak bir anlamda Erdoğan’a, kısıldığı ekonomik kapanda biraz rahatlama imkanı sunar. Rahatlıkla yanıt veremediği ekonomik sorunları öteye itip,“ milli savunma, terör tehdidi, milli-yerli silah sanayii” meseleleri üzerinden rahat hamaset yapma imkanını ona vermemek gerekir.
Dolaylı müttefik olsalar da düzen partilerinin halklarımızın temel sorunlarına çözüm getirme açısından hiçbir ciddi tutumlarının olmadığını yığınlara anlatırken faşist blok eksenini unutup mücadelenin sivri ucunu bunlara yöneltmek yapılabilecek yanlışların en büyüğü olur. Parti sözcülerinin yer yer, baş düşmanı unutup, CHP ve İYİ Parti’nin bitmek bilmeyen halk düşmanı politikalarını AKP’ninkilerin önüne çıkaran keskin beyanları yine stratejinin doğru tespit edilmiş olmasına karşın doğru bir stratejik plana sahip olamamaktan ve dolayısıyla da bu planı gerçekleştirecek realist taktiklerin geliştirilememesinden kaynaklanıyor. Stratejik planda tespit edildiği gibi vuruşların faşist blokun en zayıf noktalarına yapılması ve bu sayede öncelikle kendimize ve diğer muhalif partilere oy kaçışının sağlanmasına hizmet edecek bir taktik yaklaşım gösterilmelidir.