SEÇTİKLERİMİZ – Erdal Kara’nın Siyaset Dergisi’nin 5. (Mayıs-Haziran 2018) sayısında yayımlanan yazısı: “Bugünün aktüalitesi faşizme karşı mücadele, bu doğrultuda en geniş cephenin kurulması, bütün görevlerin bu göreve tabi kılınmasıdır. Oluşturulacak olan en geniş cephe sol bir odağın yaratılması için de çok geniş olanaklar sunacaktır.”
ERDAL KARA
Faşizm tehlikesini bertaraf etme yoluna girmek için öncelikle ülkenin yeniden kuruluşuna öncülük etme potansiyeline sahip kararlı demokratik toplumsal kuvvetleri birleşik bir mücadele ekseni etrafında derlemek gerekir. Eski düşünüş biçimleri içinde kalınarak, alışılageldik siyaset yapma tarzı devam ettirilerek, güçbirliği/ittifak anlayışları değiştirilmeksizin sürdürülerek, yerleşik siyasal pozisyonlar kıskançlıkla korunarak bu derleniş gerçekleştirilemez.
AKP’nin baskın seçim kararı muhalefeti hazırlıksız yakaladı. Şoktan çıkan muhalefet başarının çatı adayla elde edilebileceği yanılgısına sürüklendi. Bereket versin ki, hüsranla sonuçlanacak olan Gül’ün adaylığı üzerinde uzlaşılamadı. CHP’nin İyi Parti hamlesi, muhalif partilerin kendi adaylarıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerine girecek olması, HDP’yi dışta bırakıyor olsa da Millet İttifakı’nın kurulması, HDP’nin barajı aşması için özellikle CHP seçmeninin hatırı sayılır bir kısmının dayanışma oyu vereceğinin belirginlik kazanması, nihayetinde adaylığının açıklanmasının ardından İnce’nin gösterdiği performans muhalefetin yelkenini şişirerek moral üstünlüğün elde edilmesini sağladı. Muhalefet stratejik bir hata yapmaz, maharetini konuşturup Erdoğan şapkasından bir tavşan çıkarmaz ise seçimlere moral üstünlükle gidilecek. Bunun avantaj sağladığına kuşku yok. Lakin madalyonun bir de öteki yüzü var.
Yargı AKP yargısı, YSK onun hizmetinde, seçim KHK’sı “Cumhur İttifakı”na “Millet İttifakı”ndan daha fazla avantaj sağladığı gibi, seçim usulsüzlüklerine hukuki güvence kazandırılmış, kolluk güçleri seçim zabıtası olarak tayin edilmiş durumda. Bu şartlar altında moral üstünlüğün Erdoğan’ı alaşağı etmek için yeterli olduğunu düşünmek, çok gerçekçi görünmüyor.
Erdoğan 7 Haziran Seçimlerini kaybetti. Sonrası malum… Erdoğan 2017 Referandumunu da kaybetti. Sonrası yine malum. YSK darbesiyle muzaffer ilan edildi. İki örnek de, Erdoğan’ın seçim sonuçlarını geçersiz kılacak ya da yok sayacak enstrümanlara sahip olduğunu gösteriyor. AKP iktidarı eliyle faşizmin kurumsallaşma sürecinde alınmış olan yol Erdoğan’a bu olanağı veriyor. Bu hakikati görmeden atılacak adımlar yenilginin peşinen kabulü anlamına gelir.
Bu nedenle, “bunlar gidici”, “işleri bitti” vb. türden avunularla kaybedilecek zaman yok. Bunlar moral pompalasa da, sınıf mücadelesinin katı hakikatini görme becerisinden yoksun temenniler.
Yenilgiyle çıkacağını görmesi halinde Erdoğan’ın sonuçları tersyüz etmeye yelteneceğini aklımızdan çıkaramayız. 24 Haziran’da çok yaygın seçim usulsüzlüklerine tanık olabiliriz. Usulsüzlüklerle sonuç alınamazsa YSK’nın devreye sokulması gündeme gelebilir. Bunlar da sonuç vermezse, bir “polis darbesi” eşliğinde seçim sonuçlarının tanınmaması/geçersiz sayılması dahi gündeme gelebilir. Geçtiğimiz iki hafta içinde TSK’ya yönelik operasyonlarda yüzlerce subayın tutuklanması düşündürücüdür. Eğer bir “polis darbesi” eşliğinde seçim sonuçlarının tanınmaması/geçersiz sayılması senaryosu varsa, bunu işlevsiz kılacak/çelecek devlet içi odakların, özellikle TSK içi odakların tasfiye edilmesi gerekiyor.
Olası seçim sonuçları
Erdoğan-AKP/MHP ittifakı seçimlerden başarıyla çıkarsa faşizmi kurumsallaştırma sürecini hitama erdirmek isteyecek. Bu yönelim Erdoğan’ın zorunluluğudur. Erdoğan bazılarının sözünü ettiği gibi “fabrika ayarlarına” dönemez, Türkiye’yi normalleşme sürecine sokamaz. İktidarını sürdürebilmesi için baskı ve terörü yoğunlaştırmaktan, toplumsal gerginlikleri derinleştirmekten, dayandığı toplumsal tabanı militarize etmekten başka çaresi yoktur.
Erdoğan-AKP/MHP ittifakı seçim sonuçlarını tersyüz etmek, tanımamak/geçersiz saymak için bütün yolları denediği halde sonuç alamazsa, CHP muhtemelen bir kısım AKP milletvekillerini devşiren İYİ Parti ve Saadet Partisi’yle birlikte bakanlar kurulunu oluşturma yoluna gidecektir. Böylesi bir bileşim HDP’yi ya daha baştan dışarıda bırakacak ya da göstermelik bir iki bakanlık ile restorasyon hükümetine içermeyi deneyecektir. Her iki olasılıkta da Türkiye normalleşme sürecine girmeyi deneyecektir. Ancak bunun sürdürülebilir olması beklenemez. Olası koalisyonun siyasal bileşimi, CHP’yi sağa doğru çekecektir. Bunu öngören CHP, önce “devri sabık yaratmamaktan” söz etti, ardından milletvekili aday listesini de buna göre dizayn etti. Türkiye ancak kararlı bir tasfiye operasyonu eşliğinde, “bağırsaklarını temizleyerek” normalleşme yoluna girebilir, toplumsal gerginlikleri böylelikle giderebilir. Paradoks gibi görünse de uzlaşmacı bir tutumla normalleşme süreci sürdürülemez, toplumsal gerginlikler giderilemez.
AKP büyük ölçüde artık devletin ta kendisidir. AKP dışında ona tezgah kurmaya yeltenen (mesela Bahçeli’nin böyle bir tezgahın başı olduğu şeklindeki yorumlar) “geleneksel bir devlet aklı” olduğu yolundaki değerlendirmeler gerçekçi değil. Devlet içinde, İyi Parti’nin, CHP’nin yaklaşımını benimseyen kadrolar kuşkusuz vardır. Peki gidişata direnebiliyorlar mı? Bunun göstergeleri var mı? Varsa ne kadar etkili oluyorlar? Ele avuca gelir gelişmelerin olduğu söylenemez. Akar’ın Gül’ün bahçesine helikopterle inmesi neyin kanıtı? Bu AKP’nin devlet üzerindeki etkinliğinin göstergesi değil mi? Devasa polis ordusu, TSK’nın üst ve orta komuta kademesi, yargı, işgal edilmiş bakanlıklardaki onbinlerce kadro AKP’nin elinin altında değil mi? Buna bir de gün geçtikçe yaygınlaşan paramiliter örgütlenme ağlarını ekleyin… “AKP devleti” normalleşme sürecine direnecek, olası koalisyon da muhtemelen onunla uzlaşma yoluna girecektir. Böylesi bir uzlaşma yolu HDP’yi ve kararlı demokratik toplumsal kuvvetleri denklemin dışına atarak hedef tahtasına koyar. Pusuda bekleyen AKP faşizmine altın tepside sunulan yeni iktidar fırsatı olacaktır bu.
Üçüncü olasılık AKP’nin parlamentoda çoğunluğu yitirmesi, Erdoğan’ın başkan olmasıdır. Bu seçenekten de normalleşme sürecinin çıkması beklenemez. Yine ilk gözden çıkarılacak güç HDP ve kararlı demokratik toplumsal kuvvetler olacaktır.
Her üç olasılığın gözden geçirilmesi şunu apaçık ortaya koyar: Bugünün aktüel siyasal görevi Erdoğan-AKP/MHP ittifakını iktidar katından indirmek olsa da, seçim sonuçlarıyla kendini sınırlandıran bir yaklaşım geleceği kazanma olanağını bize sunmaz. Seçim sonuçları ne olursa olsun esas mücadele 8 Temmuz akşamı başlayacaktır.
Çizdiğimiz karamsar tablo, eğer sonuç alıcı bir mücadele yoluna gireceksek dünden bugüne yapılan hataların gözden geçirilmesini gerekli kılıyor. Geleceği kazanmak benzer hataları tekrar etmemekten geçiyor.
12 Eylül Referandumu’ndan bugüne
12 Eylül Referandumu AKP’nin otoriter bir rejim yoluna girdiğinin ilk işaretiydi. Yargıyı siyasal iktidarın denetimi altına alma amacı, HSYK seçimlerinde hakim ve savcıların oy kullanacak olması, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı, 12 Eylülcülere yargılanma yolu açılması vb. maddelerle maskelenmişti.
AKP’nin otoriter rejim kurma hevesi daha o günlerde önlenebilir ya da geriletilebilirdi. “Yetmez ama evet”çilerin desteği ve Öcalan’ın “bu her şeyden önce AKP’ye verilen kredidir “ diye tanımladığı “boykot” taktiğinin de katkısıyla AKP anayasa referandumundan başarıyla çıktı. Birkaç yıl içinde yargı siyasal iktidarın kontrolü altına girdi.
Gezi Ayaklanması’nın toplumsal muhalefet güçlerince AKP’nin alaşağı edilmesi için değerlendirilebildiğini söyleyebilir miyiz? Sosyalist hareketin kimi öbeklerinin marjinalist tutumları ile Kürt Hareketi’nin mesafeli yaklaşımı birleştiğinde direnişin kolayca bastırılabildiğine tanık olduk.
7 Haziran Seçim sonuçlarıyla elde edilen başarı da önemli fırsattı. Burjuva muhalefet partilerinin basiretsizliğinin yanı sıra, Kürt Hareketi büyük bir stratejik hata yaparak, AKP’nin savaş siyasetine savaşla karşılık verdi, böylece Tayyip Erdoğan gökte aradığı fırsatı buldu ve siyasal iktidar 5 Kasım Seçimleri’nden başarıyla çıktı.
15 Temmuz Darbe Girişimi bahane edilerek gerçekleştirilen karşı darbe de uyarıcı olmadı. Parlamentonun bütünüyle işlevini yitirdiği, KHK hukuku eliyle her türden düzenlemenin yapıldığı geçtiğimiz iki yıl içinde sosyalist sol başta olmak üzere toplumsal muhalefetin faşizm tehlikesini bertaraf etmek için dişe dokunur bir girişimine tanık olmadık.
Anayasa Referandumu’ndan bu yana sosyalist sol zamanı boşa harcıyor, AKP’nin dış ya da iç politikadaki sıkışmışlıkları onun gidici olduğuna yorularak inisiyatif almaktan kaçınılıyor. Oysaki tarihsel deneyimin gösterdiği hakikat, faşizme karşı mücadelenin başarısının muhalif aktörlerin kararlı bir cephede diziliş gerçekleştirmeleriyle mümkün olduğunu gösteriyor.
16 Nisan Referandumu öncesini hatırlayalım… AKP’nin işinin bittiği, gidici olduğu vaaz ediliyordu. Şimdi de benzer yorumlarla karşılaşmaya devam ediyoruz.
AKP iktidarından rahatsız olsa da uluslararası kapitalist oligarşi, siyasal iktidara alternatif bir kuvvet merkezi ortaya çıkmadığı müddetçe kılını kıpırdatmayacaktır. Ticari ilişkilerin hız kesmemesi, Afrin saldırısı karşısındaki sessizlik, Tayyip Erdoğan’ın attığı postalara karşı kayıtsızlık bunu gösteriyor.
Şapkadan çıkarılacak sihirli tavşanın AKP’yi derin bir kriz içine yuvarlayarak iktidar katından indireceği yolundaki düşünceler beyhudedir. Arınç, Davutoğlu, Akar, Erdoğan’ın talimatıyla iki laf ettiklerinde Gül’ün süngüsü düşüyor. Çünkü çok iyi biliyor ki, seçim kaybedildiğinde ikamet edilecek yer kodestir.
Abdestinden emin olanlar, işbirlikçi ile efendisi arasındaki çelişkileri de, AKP içi sorunları da kaşımaktan rahatsızlık duymazlar. Bu tutumun sonuç verebilmesi için dikkate alınabilecek ölçekte bir toplumsal kuvvet olmak gerekir.
Yıllardır AKP’nin işini bitireceği varsayılan bir diğer “Godot” da iktisadi kriz. Geldi kapıya dayandı işte. Seçim sonuçları üzerinde kısmi bir etkisi olacak yaşamış olduğumuz krizin. Ama akıldan çıkarılmaması gereken bir başka gerçek var: Hazırlıklı değilseniz, “iktisadi kriz” iktidar katını işgal edenlerin lehine sonuç verir.
AKP eliyle faşist kurumsallaşma adım adım inşa edilirken muhalif siyasal ve toplumsal aktörlerin yan yana gelme girişimlerine kırk dereden su getirerek yan çizip milyonları AKP karşısında sonuç alıcı bir seçenekten yoksun bırak, uluslararası kapitalist merkezlerin, AKP içi gerilimlerin, “iktisadi krizin”, Gül gibi bir zihni sihir projesinin veyahut hepsinin şu ya da bu ölçekteki bileşiminin AKP’yi iktidar katından indirebileceğinin hayalini kur! Aymazlık bu… Üstelik, AKP karşısında kararlı bir cephe oluşturma girişiminin olası riskleriyle de muhtemelen yüz yüze gelmekten çekinen bir aymazlık türü.
Özgün bir açık diktatörlük biçimi olarak faşizm
AKP’nin otoriterleşme yeltenişinin adım adım faşist bir rejimin inşasına yöneldiğini ileri sürmeye başladığımızda sosyalist hareketin birçok öbeği yersiz bir saplantı içinde olduğumuzu ima ediyor, yaklaşan tehlikeye yönelik uyarılarımız istihzayla karşılanıyordu. Çok şükür neredeyse herkes AKP’nin faşist bir rejimi inşa etme yoluna girdiğinin ayırdına vardı şimdi. Vardı ama ne politika yapma biçiminde ne de güçbirliği/ittifak anlayışında anlamlı bir değişikliğe tanık oluyoruz.
Ya faşizm kavramı pejoratif anlamda kullanılıyor ya da temel özellikleri konusunda ciddi bir kafa karışıklığı mevcut. Bizim örneğimizde ikisi de var. Türkiye’de devletin tarihini faşizmin çeşitlenmeleri tarihi olarak sunmak pejoratif kullanımın tipik bir örneği. Pejoratif kullanımın yaygınlığı kafa karışıklığını da peşinden getiriyor. Bir kez daha özetleyelim…
Faşizm olağanüstü/ötesi, kriz koşullarında alt sınıfların taleplerini demagoji olarak kullanıp ideolojik hegemonyasını din, geleneksel değerler, cins, ırk ayrımcılığı, homofobi, milliyetçilik temelinde kurarken, topluma karşı kullandığı şiddeti toplumun bünyesinde örgütleyip, bunu ele geçireceği devletin geleneksel hegemonya ve baskı aygıtları ile birleştirme özelliğine sahip yeni türde bir açık diktatörlük biçimidir.
Faşizmi diğer devlet biçimlerinden ayıran temel özellik diğer devlet biçimlerindeki yıldırma yöntemlerine ek olarak düzene karşı çıkan alt sınıfların azımsanmayacak bir bölümünün düzen adına saldırıya geçirilmiş olması, sivil toplumun bambaşka bir içerik ve biçimde yeniden formatlanması, devletin geleneksel baskı ve hegemonya aygıtlarına senkronize baskı ve hegemonya aygıtı işlevi gören bir mahiyet kazanması demektir.
Böylelikle, devletin geleneksel baskı ve hegemonya aygıtlarına paralel olarak yeni türden bir baskı ve hegemonya aygıtı tesis edilmiş olur. Bu devletin aşağıya, alt sınıfların içine doğru yayılması/kökleşmesi demektir. Baskı aygıtları toplumun dışında/üstünde örgütlenmiş hiçbir diktatörlük biçimi bunu başaramaz. İşte bu özelliği nedeniyle kurumsallaştığında faşizmi alt etmek zordur.
Devletin alt sınıfların içine doğru yayılması/kökleşmesi, “zor”un bir tür “halklaşması” gerçekleştiğinde “rıza” mekanizmaları da adım adım devreden çıkar. Tarihsel deneyim, faşizmin kurumsallaşma başarısı gösterdiği ülkelerde temsili seçim mekanizmalarını (sendika, oda, dernek, meslek birlikleri, hatta hatta apartman yöneticiliğini bile…) korparatif tarzda yeniden örgütleyerek devletin bir parçası haline getirdiğini, beceremiyorsa içini boşalttığını ya da ortadan kaldırdığını gösterir.
Sivil toplumun yeni bir biçim ve içerikte yeniden dizayn edilmesidir bu. Sivil toplum, siyasal toplumun mütemmim cüzü haline getirilir. “Zor’un halklaşması” ya da “halkın devletleşmesi” diyebileceğimiz bu hakikat nedeniyle, toplumsal muhalefetin filizlenmesini kaynağında kurutma olanağına sahip olur faşist rejimler. Faşist rejimlerin kurumsallaştığı ülkelerde uzun yıllar karanlık bir tünele girilmesinin nedeni budur. Halk sınıflarının azımsanmayacak bir kısmı “örgütlenmiş sivil zor” olarak devlete içerilerek ezilenler denetim altında tutulurlar.
Ülkenin özgünlüklerine göre hangi biçimi alırsa alsın, İtalya/Almanya örneklerine benzesin ya da benzemesin, hangi takı ile adlandırılırsa adlandırılsın, yukarıdan, aşağıdan ya da aşağıdan ve yukarıdan karşılıklı ilişki içinde kurumsallaşsın, yukarıda söz ettiğimiz temelin varlığı söz konusu değilse, faşizmden söz etmenin de anlamı yoktur. Bu temel var olmadığı halde faşizmden söz etmek pejoratif kullanımın çok kötü bir örneğidir ve tam boy bir totolojidir.
AKP faşist bir parti olarak kurulmadı ama kriz karşısında girmiş olduğu yol onun adım adım faşist bir partiye dönüşerek faşizmi kurumsallaştırma yoluna girdiğini gösteriyor.
Güncel merkezi siyasal görev
Faşizmin kurumsallaşması tehlikesinin gündeme gelmesi, “güncel merkezi siyasal görev”in faşizme karşı mücadele olarak belirlenmesini zorunlu kılar. Bütün diğer görevler bu göreve tabi hale gelirler.
Faşizm tehlikesi politika yapma tarzında ve dolaysız sonucu olarak güçbirliği/ittifak ilişkilerinde değişikliği gerekli kılar.
Meseleye böyle mi yaklaşılmaktadır? Hiç sanmıyoruz. Bugünün aktüalitesi başımıza sarılmış faşizm belasını savuşturmak, bütün görevleri bu göreve tabi kılmak iken, her ne kadar AKP’nin faşizm yeltenişinden söz etseler de sosyalist hareketimizin bazı kesimleri farklı gündemleri aktüelleştirme çabası içinde görünmektedir.
“Kodeste” sol odak
Bu türden yaklaşımların en yaygın olanlarından biri, “HDP ve CHP dışında bir sol odağın yaratılması gerektiği” iddiasıdır. Bu iddianın farklı gerekçelendirmelere yaslanan birkaç versiyonu var. Gerekçelendirme önemli değil. İddianın kendisi başlı başına sorunlu.
CHP’nin sol olmadığını biliyoruz. HDP sol değilse niçin bu sıfatı taşımaya haiz değildir, sol ise niçin dışında bir sol odağın yaratılması gerekmektedir? Tanık olduğumuz gerekçelerin hiçbiri bu türden sorulara ikna edici cevaplar vermiyor.
İnsan sormadan edemiyor… Şimdi böyle bir iddia ile ortaya çıkmanın zamanı mı? Solun/sosyalist hareketin bugün ilgilenmesi gereken öncelikli aktüalite bu mu?
’80’li yılların ortalarından itibaren yaklaşık iki on yıl boyunca, “sosyalist hareketin yeniden yapılanması”, “sol bir odağın yaratılması”, “komünistlerin birliği” vb. adlar altında gerçekleştirilen girişimlere tanıklık ettik. 12 Eylül darbesi silindir gibi geçmişti solun üzerinden. Tam belini doğrultmak üzereyken reel sosyalizmin çözülüşü ile yüz yüze gelmiştik. Bu iki belirleyici etki altında yolunu arıyordu sol/sosyalist hareket. Bu koşullar altında sol/sosyalist hareketin hangi ad altında formüle edilirse edilsin bu aktüalitede yoğunlaşması gerekli ve yerindeydi. Peki ya şimdi? Faşist bir rejimin kurumsallaşması tehlikesi kapının önünde dururken solun acil aktüalitesi bu mu olmalı? Yoksa bu “güncel merkezi siyasal görev”den kaçmanın bahanesi mi?
Bugünün aktüalitesi faşizme karşı mücadele, bu doğrultuda en geniş cephenin kurulması, bütün görevlerin bu göreve tabi kılınmasıdır. Oluşturulacak olan en geniş cephe sol bir odağın yaratılması için de çok geniş olanaklar sunacaktır.
Kendi kavramlarımızla söylersek, sol/sosyalist hareketin dünkü acil aktüalitesi sosyalist hareketin yeniden yapılanması idi, bugünkü acil aktüalitesi ise toplumsal muhalefetin en geniş anti-faşist cephenin yaratılması doğrultusunda yeniden yapılanmasıdır.
Solda boşluk varmış, sol bir odak yaratılmalıymış… AKP’nin faşizmi kurumsallaştırma belasını def edemedikleri takdirde soluğu kodeste alacakların öncelikli gündemi bu olabilir mi? “Sol odak” kodeste ne işe yarayacaktır?
Bu söylediklerimizden spesifik olarak sol/sosyalist hareketin yeniden yapılanma/yeniden kuruluş meselesini es geçelim dediğimiz sonucu çıkarılmasın. Tabii ki bu mesele spesifik olarak ele alınmalı, her türden çaba gösterilmelidir. Ancak çeşitli versiyonlarıyla karşılaştığımız “sol odak” yaratılması tezi, faşizme karşı birleşik mücadeleye/cepheye alternatif bir formülasyon olarak ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Açıkça böyle formüle edilmese bile HDP’ye kırk dereden su getirerek mesafe koyma çabası bunu berrak bir biçimde ortaya koyuyor.
HDP’yi ortaya çıkaran şartlar
Öcalan “artık silahlı mücadele dönemi kapanmış, siyasi mücadele dönemi başlamıştır” saptamasıyla 2013 Newroz Deklarasyonu’nda stratejik bir yönelim belirledi. Bu yönelim başta sosyalist hareket olmak üzere Türkiye demokrasi güçlerine demokratik halk iktidarını kurma doğrultusunda girişilecek mücadele için ortak örgütlenme teklifi idi. HDP bu yönelimin siyasal düzlemdeki örgütsel ifadesiydi ve daha önceki güçbirliği/ittifak girişimlerinden nitelik olarak farklıydı. Böyle ele alınmalıydı.
Dünyanın hiçbir ülkesinde ezen ulus sosyalisti, ezilen ulus sosyalistlerinden gelen böyle bir teklifi elinin tersiyle itme hakkına sahip olamaz. PKK’nin bir tarihten beri ayrı örgütlenme yoluna girdiğinden yakınanlar ise bu hakka hiç sahip olamazlar.
Bu teklif niye görmezden gelindi? Milliyetçi önyargıların esiri olunduğu ve Kürt hareketiyle birlikte mücadelenin getireceği olası riskler göze alınamadığı için… Hiçbir laf cebiri bu hakikati değiştiremez.
HDP yukarıda işaret ettiğimiz yönelim ışığında kuruldu. Türkiyelileşme politikası bunun gereği idi. Toplumsal karşılık da buldu bu yönelim. 7 Haziran’da umulmadık bir başarıyla taçlandı.
2015 Haziran seçim başarısının anlamı
Kürt hareketi ile kimi toplumsal muhalefet dinamiklerinin geçmiş ittifak/güçbirliği girişimleriyle elde ettiği seçim sonuçları uzun yıllar yüzde 7 eşiğini aşma becerisini gösterememişti. Bu eşik ilk kez Demirtaş’ın Cumhurbaşkanı adayı olduğu seçimlerde aşıldı. Ardından 2015 Haziran’da barajın yıkılmasıyla sonuçlandı. Bu sonucun elde edilmesinin anahtarı “Türkiyelileşme” politikasıydı. Bu politikanın icra edilmesini mümkün kılan da Öcalan’ın 2013 Newroz Deklarasyonu’dur.
Gezi bu deklarasyonunun yarattığı sosyo-politik atmosferin içinden fışkırdı. Sosyalist hareketin marjinalist kesimlerinin hataları ve Kürt hareketinin görece kayıtsızlığının da etkisiyle devlet şiddeti karşısında tutunma başarısı gösteremeyen Gezi, kendine has bir yoldan geri çekilerek sosyal, kültürel vb. yerel direniş odaklarını şekillendirme yoluna girdi. Bu AKP rejimine karşı aşağıdan mayalanmaya başlayan, yeni türden bir direniş dinamiğiydi. Bu dinamiğin kahir ekseriyeti HDP’nin “Türkiyelileşme politikası”yla Türkiye’nin demokratik siyasal geleceğinin inşa edilebileceğini gördü ve on binlerce aktivist, özerk, yarı özerk, içeriden ve dışarıdan faaliyetler bütünüyle HDP’yi aşağıdan sırtlayarak 2015 Haziran seçim başarısını ortaya çıkardı.
Kürt Hareketinin toplumsal etkinliğinin, HDP’nin merkezi ve yerel organlarının 7 Haziran seçim sonuçları üzerindeki etkisi kuşkusuz yadsınamaz. Lakin bir dizi ateşkes ilanına rağmen çakılıp kalınan yüzde 7 eşiği Türkiyelileşme politikasıyla aşılabilmiş, Gezi’nin bakiyesini oluşturan onbinlerce aktivist bu politikanın açtığı mecranın içinden HDP ile şu ya da bu biçimde ilişki kurarak ona aşağıdan dinamizm kazandırarak seçim başarısının elde edilmesini sağlamıştır. Tabii ki HDP’nin aldığı oyların büyük bir ekseriyeti Kürt oylarından oluşmakta idi ama HDP’nin özgün bir siyasal özne olarak belirginleşmesinde sözünü ettiğimiz faktörün çok büyük bir etkisi vardır.
“Çöktürme planı” ve stratejik düzeyde taktik hatanın sonuçları
Eylül 2014’de gerçekleştirilen MGK’da kararlaştırılan “çöktürme imha planı” Haziran 2015 seçimleri öncesi devreye sokuldu. HDP binalarının bombalanması, Ağrı provokasyonu ve seçime ramak kala Diyarbakır HDP mitinginde patlayan canlı bomba bu planın uzantılarıydı. Kürt hareketi bu plana karşı soğukkanlılığını koruyarak oyunu boşa çıkardı. Bu tutum seçimlerden başarıyla çıkılmasını olanaklı kıldı.
Ne yazık ki Kürt hareketi, Haziran 2015 seçimlerinin ardından, AKP’nin Temmuz ayında Kandil’i bombalayarak başlattığı savaş davetini kabul ederek stratejik önemde bir taktik hata yaptı. Bu hata 2015 Kasım seçimlerinde 1 milyon 200 bin oyun kaybedilmesi sonucunu doğurdu. Seçimlerin ardından “özyönetim direnişleri”yle bu hatanın derinleştirilmesi yoluna girildi.
HDP’nin ve toplumsal muhalefetin bugün içine sürüklenmiş olduğu durumu muarızlarımızın politik tutumlarıyla izah etmek, hatalarımızı görünmez kılmanın, silikleştirmenin en kestirme yoludur. Doğru politika muarızlara fırsat vermeme becerisini gösterebilen politikadır. Bu itibarla yapılan stratejik düzeydeki taktik hatanın HDP ve toplumsal muhalefet hareketi üzerinde doğurduğu sonuçları değerlendirmekle yetineceğiz.
Bu hata şu sonuçları doğurmuştur:
1- HDP’nin Türkiyelileşme politikasını icra etme yeteneği erozyona uğramıştır.
2- 2015 Haziran seçim başarısında önemli bir rol oynayan, Gezi’nin bakiyesi onbinlerce aktivistle kurulan ilişki çok büyük ölçüde örselenmiştir.
3- Topluma her düzeyde demokrasi vaat eden HDP’nin parti içi demokrasisinin dış belirleyicilikle kuşatılmış olması, bunun eş başkanlar seçilirken görünür bir parti içi krize yol açması, söyleminin inandırıcılığına gölge düşürmüştür.
4- Gerek parti içi demokrasi, gerekse politik hattın şekillenmesinde dış belirleyiciliğin HDP’yi patronaja almaya çalıştığı izleniminin doğmuş olması, HDP’yle kurulacak ilişkilerin, yapılacak bağlaşmaların sürdürülebilirliği hakkında ciddi kuşkuların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Son birkaç hafta içinde oluşmuş olan seçim atmosferinin etkisiyle, AKP dahil burjuva partilerinin HDP’ye pas atan yakınlaşma mesajları yanıltıcı olmamalıdır. HDP yukarıda saydığımız sorunlarla malul bir siyasal parti olarak algılanmaktadır ve yapısal bir yenilenme programıyla kendisini yeniden kurmadan geniş yığınların gözünde bu algıyı değiştirebilmesi olanaklı görünmemektedir.
Yeni bir ilişki diyalektiği kurmak
AKP’nin savaş politikasına savaşla karşılık verilmesinin doğurduğu sonuçların HDP üzerindeki etkisi en az hasarla atlatılabilir miydi? İlişki diyalektiği değiştirilebilseydi bu mümkün olabilirdi.
Yasadışı partilerin ya da silahlı direniş hareketlerinin açık/yasal alanda şu ya da bu ölçüde etkisi olduğu partiler/örgütlenmelerle kurduğu ilişkinin nasıl şekilleneceği oldum olası sosyalist/komünist/ulusal hareketlerin çözüm aradıkları sorun olmuştur. Tarihsel deneyim en az sorun üreten ilişki biçiminin açık/yasal alandaki siyasal özneye kendi rüştünü ispat etme fırsatının verilip, olası politik farklılıkların doğurduğu gerilimlerin kısa ve orta vadede olmasa bile uzun vadede her iki alana da kazandıracağı yaklaşımının benimsenmesiyle mümkün olduğunu gösteriyor. Tersi hoyrat patronaj ilişkisidir, yasal/açık alandaki siyasal öznenin prokrustes yatağında biçilmesinden başka bir sonuç verme olasılığı oldukça düşüktür.
HDP ile kurulacak ilişkinin bu gözle tekrar ele alınmasında yarar vardır. Bu yöndeki eleştirinin HDP dışındaki sol tarafından yöneltilmesi, eleştiri şu ya da bu ölçüde milliyetçi tını içerdiği için genellikle etkili olmaz. Eleştirinin içeriden, HDP içi enternasyonalist sol tarafından dillendirilmesinin daha etkili olacağını sanıyoruz. Hal ne olursa olsun, HDP Türkiye siyasetinde etkili bir siyasal özne olarak cisimleşecekse, bu ilişki diyalektiğinin yeni baştan tanımlanması zorunludur.
Direniş hattı ve HDP
Seçim sonuçları ne olursa olsun, HDP hangi hatalarla malul olursa olsun, AKP’nin faşizmi kurumsallaştırma yeltenişinin hitama ermesi için öncelikle yıkıp devirmesi gereken barikat HDP’dir. Toplumsal muhalefetin diğer dinamikleri hala bir nebze soluk alabiliyorlarsa bunun nedeni Kürt Hareketi’nin omurgasını oluşturduğu HDP’de cisimleşen direniş potansiyelinin hala kırılamamış olmasıdır. Bu direniş bastırıldığı takdirde toplumsal muhalefetinin diğer öbekleri, baskıyı savuşturmak için hangi kılığa girmeye yeltenirlerse yeltensinler kısa zamanda ezileceklerdir. Bu gerçek HDP’de cisimleşen direniş potansiyelinin güçlendirilmesini zorunlu kılıyor. Bunu ıskalayan her türlü yaklaşım ezilme sırasının kendisine gelmesini pasif bir biçimde izlemek anlamını taşıyor.
HDP’de cisimleşen direniş potansiyelini güçlendirmekten söz ettiğimizde yapmış olduğumuz teklif, “HDP’nin organik bir parçası olun”, “HDP çatısı altında örgütlenin” teklifi değildir. Böyle bir teklifin, ideolojik önyargılar, farklı siyasal yaklaşımlar ve HDP’nin yapısal sorunları nedeniyle karşılıksız kalacağını biliyoruz.
Ülkenin yeniden kuruluşu ve faşizme karşı mücadele
Türkiye yol ayrımındadır. Ya faşizme doğru ilerleyecek ya da faşizm tehlikesini bertaraf etme yolundan yürünerek ülkenin yeniden kuruluşu gerçekleştirilecektir.
Faşizm tehlikesini bertaraf etme yoluna girmek için öncelikle ülkenin yeniden kuruluşuna öncülük etme potansiyeline sahip kararlı demokratik toplumsal kuvvetleri birleşik bir mücadele ekseni etrafında derlemek gerekir.
Eski düşünüş biçimleri içinde kalınarak, alışılageldik siyaset yapma tarzı devam ettirilerek, güçbirliği/ittifak anlayışları değiştirilmeksizin sürdürülerek, yerleşik siyasal pozisyonlar kıskançlıkla korunarak böylesi bir derleniş gerçekleştirilemez.
Bütün bagajlar bir yana bırakılmalı, ortak talepler etrafında Türkiye’nin yeniden kuruluşuna öncülük edecek bir programla ortaya çıkılmalı, bu program doğrultusunda bir derleniş gerçekleştirilmelidir.
Toplumsal muhalefetin yeniden kuruluşu yukarıdan olduğu kadar aşağıdan bir derlenişi de gerekli kılıyor. 2010’lu yıllarla birlikte AKP’nin otoriterleşme yeltenişine karşı bir reaksiyon olarak filizlenerek aşağıda mayalanan, Gezi’yle birlikte devasa bir kuvvetle ortaya çıkan, Gezi’nin bastırılmasının ardından kendine has bir yoldan geri çekilerek yerel direniş odaklarında tutunan, 2015 Haziran seçimlerinde ansızın başını kaldırarak HDP’nin elde ettiği başarıda kendisini gösteren çok yaygın bir toplumsal direniş potansiyeli var. Muhalif siyasal yapıların/örgütlenmelerin bu toplumsal direniş potansiyeliyle kimi kesişim noktaları olsa da, ayrı kanallarda seyrettikleri bir gerçek. Bu itibarla yeniden kuruluş bütün düzeylerde yeniden inşayı gerektiriyor.
Yeniden kuruluş zemininde bir derleniş gerçekleştirilmesi becerilebilirse, ortaya çıkan birleşik toplumsal kuvvet CHP başta olmak üzere burjuva siyasal partileri üzerinde de etkili olacak, nihayetinde Türkiye’nin bir bütün olarak sola doğru meyletmesi sonucunu doğuracaktır. AKP’nin faşizm yeltenişi ancak böylesi bir yaklaşımla engellenebilir, Türkiye’nin yeniden kuruluşu sürecinde kararlı demokratik toplumsal kuvvetler etkili bir rol oynayabilir. Bu gerçekleştirilemediği takdirde Türkiye karanlık bir tünele girecektir. Vakit varken kolları sıvamak, seçimleri bu yaklaşımın ışığında ele alarak Erdoğan-AKP/MHP ittifakını iktidar katından indirerek faşizm yeltenişine etkili bir darbe vurmak, bu olamıyorsa demoralizasyona mahal vermeden işaret ettiğimiz doğrultuda yürüyüşü devam ettirmek geleceği kazanmanın biricik yoludur.