MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrının ardından TUSAŞ’a bir saldırı düzenlendi. PKK’nin sorumluğunu üstlendiği saldırının ardından Türk ordusu Suriye ve Irak’taki PKK ve YPG hedeflerine yönelik operasyonlarını yoğunlaştırdı.
TUSAŞ’a yönelik saldırı ve Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta PKK ve YPG’ye karşı başlattığı yoğun operasyon Kürtlerle ilişkileri ve Bahçelinin çağrısıyla başlayan olumlu havayı nasıl etkileyecek sizce?
TUSAŞ saldırısının “çağrı” öncesi bir planlamanın eseri olduğu KCK tarafından açıklandı. Öcalan’la temas başladıktan sonra tekrar edeceğini sanmıyorum. Devlet de KCK de, başlamış olan “şey”in kimi somut sonuçları görülünceye, en azından Öcalan üzerindeki tecrit kalkıncaya kadar şimdiki tutumlarını sürdüreceklerdir. Tırmanan bir çatışma beklemiyorum. Sürecin mantığı bunu gerektirmiyor. Ancak Rojava’ya yönelik misillemenin orantısızlığı ve kıyıcılığı halen bir “barış”ın kıyısında bile olmadığımıza kuşku bırakmıyor.
Bahçeli’nin attığı bu adımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahçeli’nin yaptığı “şey” yüzeysel olarak bir nevi “barış ve çözüm” adımı olarak kodlanıyor. Oysa, 2013-15 paradigmasının değişmiş olduğu aşikar. O dönemde devlet bir “çatışma çözümü” mantığıyla süreci “halk isyanı”nın taleplerini “müzakere”ye yönelik ele alıyor ve ayarsız da olsa bir “özgürlük-güvenlik” dengesi arıyordu. Şimdiki
paradigmaysa, açıkça ifade edildiğine göre, “iç cephe”yi tahkim üzere “terörün tasfiyesi”dir. Bu paradigma, kavramlarını barıştan ve sivil ve demokratik yaşamın güçlenmesi hedefinden değil, savaştan ve çoğu hayali olan iç ve küresel askeri-polisiye gereklerden ödünç alıyor.
Hükümetin de olumlu karşıladığı bu adım neden şimdi atıldı sizce?
“Savaş siyasetin [silahtan] başka araçlarla sürdürülmesidir”, ya da tersinden “siyaset silahsız, yapılan savaştır”. Her iki halde de amaç iktidardır. Gücünü kabul ettirmektir. Bahçeli ve Erdoğan’ın başkaca bir maksatla hareket ettiklerini sanmak için bir bebek kadar saf olmak gerekir. 2013-15 arasında AKP , iktidarını sürdürmek için gereksindiği toplumsal rızayı iktidarı kısmen Kürtlerle paylaşır görünerek kazanabileceğini hesap ediyordu. Bunun Kürtlere öngördüğünden daha büyük bir özyönetim gücü kazandırdığını idrak eder etmez masayı devirdi. Bugünse iktidar paylaşımı artık “buzdolabı”nda bile değil, şimdi Kürtlerle Türkler “yabancı istilası”na karşı “iç cephe”yi tahkime çağrılıyor. Çağrı “kalkın ey ehl-i vatan”dan ibaret “güvenlikçi” ve “militarist” bir tertiplenme içindir.
Hükümetin DEM Partinin Abdullah Öcalan’ın ve tutuklu diğer siyasetçilerin serbest bırakılmasına yönelik taleplerini kabul etmesi bekleniyor mu?
Yukarıdaki bütün yanılsamalı ve abartılı teşhislerine karşın, iktidarın, yaptığı “şey”le Kürtlerin rızası elde edilmeden Türkiye’nin yönetilmesinin mümkün olamayacağını bir kez daha itiraf ettiğini söyleyebiliriz. Apriori olarak söylenebilecek olan, esasen aktif ya da pasif bir onur isyanını sürdürmekte olan Kürtlerin rızasının “güvenlikçi” yordamlarla kazanılamayacağıdır. Büyük harfle ve küçük harfle devlet konuştu. Şimdi, söz Kürtlerdedir, nasıl yaşamak istediklerini hapiste, sürgünde, mecliste, dağda ya da metropolde onlar söyleyecekler. Demokrasi buna cevap bulmaktan ibarettir.