Ertuğrul KÜRKÇÜ yazdı – Olası bir yeni “çözüm süreci” için gereken toplumsal ve politik momentumun ve bir yeni “çözüm iklimi”nin henüz teşekkül etmemiş olması bir yana, iktidarın artık bir savaş makinesine dönüşmüş, muhalefetin ise henüz kararlı bir barış gücüne dönüşmemiş olmasının yol açtığı “muhatapsızlık” koşullarında, barış güçlerinin merkezi meselesi, süregiden krizden çıkışı sağlayacak, savaşa son verme iradesiyle donanmış bir demokrasi ittifakının inşasıdır.
AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 19 Ekim 2016’da muhtarlarla yaptığı mutad böbürlenme seanslarından birinde Türkiye’nin “artık yanlış güvenlik anlayışını terk edip, bitirdiği”ni ilan ediyordu. “Doğru” güvenlik anlayışı şuydu: “Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz, bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz, artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör örgütlerinin bize saldırmasını beklemeyeceğiz, nerede yuvalanıyorsa tepelerine bineceğiz.”[1]
“Önleyici saldırı” konseptiyle yeni savaş dönemi
O konuşurken, amacı Suriye’nin Cerablus kentini “DAİŞ’ten kurtarmak” olarak açıklanan “Fırat Kalkanı” harekâtı çoktan başlamıştı, görünürde DAİŞ’i Cerablus’tan çıkarmayı hedeflese de stratejik hedefinin 6 Ağustos’ta Fırat’ın batısına geçerek Menbic’i DAİŞ’ten alan ve Cerablus ile El-Bab’ı da özgürleştirmek üzere kuzeye yürümeye hazırlanan YPG’nin önünü kesmek; Rojava’yı ikiye ayırarak batıdaki Êfrin’i kuşatmak olduğu herkesin bildiği sırdı. Sonraki yıllarda envai çeşit adlar altında birbirini izleyecek Suriye ve Irak topraklarında Kürtler’e yönelen sınır ötesi askeri harekatlar sürecinin kapısı böylece açıldı. Rejim, Bakur’da yeniden başlattığı savaşı, “önleyici saldırı” konseptiyle Kürtlerin yaşadığı bütün topraklarda sürdürecekti.
Rejim inşasının kaldıracı olarak uzayan savaş
Aynı günlerde yandaş medyaya sızdırılan bir kabine toplantısı haberine göre Erdoğan hükümete hedefi ve kapsamı muğlak bir “uzayan savaş” çerçevesi çiziyordu: “Arkadaşlar, Türkiye artık bu noktada kalamaz. Statüko bir şekilde değişecek. Ya ileri hamlelerle atılım yapıp kazanacağız. Ya da küçülmeye mahkûm olacağız. Ben kendi adıma ileri hamleler yapmaya kararlıyım.” [2]
“Hamleler” çoğaldıkça büyüyen “Suriye’de ne işimiz var?” sorusunun partililerin zihnini de kurcalamaya başladığı 2020 başlarında milletvekilleriyle yaptığı toplantıda Erdoğan yönelimini şöyle gerekçelendiriyordu: “[…] Şayet biz bugün Suriye sınırlarımızı terör örgütlerinden arındırmaz isek, yarın karşılaşacağımız manzara açıkça ortadadır. Bugün Kamışlı’da, Resulayn’da, Tel Abyad’da, Aynelarab’da, Cerablus’ta, Münbiç’te, El Bab’da, İdlib’de vermediğimiz savaşı, Allah göstermesin yarın Şırnak’ta, Mardin’de, Şanlıurfa’da, Gaziantep’te, Hatay’da vermek zorunda kalırız […]. Bugün sadece Suriye’de eğitilmiş ve donatılmış bölücü terörist sayısı 40 ile 60 bin arasında ifade ediliyor. Şayet Suriye’de verdiğimiz mücadeleyi başarıyla sonuçlandıramazsak bu teröristlerin çoğu ülkemize yönelecektir. […] Suriye’de verilen mücadelenin hepimizin geleceğiyle ilgili olduğunu herkesin görmesi ve kabul etmesi gerekir.”[3]
Erdoğan’ın “küçülme”, başka bir deyişle toprak kaybı korkuluğuyla meşrulaştırmaya çalıştığı bu yönelişin yeni sonuçlarıyla yüzleştikçe esasen akıl dışı bir “uzayan savaş” stratejiyle karşı karşıya olduğumuz daha açıkça görülüyor. Bu strateji, Kürtler’in tarihsel iddialarını yerle bir etme ve Rojava ve Başurda Kürtlerin toprak birliğini parçalayarak Bakuru bir doğal cephe gerisinden mahrum bırakma hedefini de gütmekle birlikte bir iç güvenlik harekatının mantığıyla açıklanamayacak bir genişleme hırsını yansıtıyor. Başka bir yerde de yazdığımı tekrar pahasına Erdoğan’ın takip ettiği savaş stratejisinin yeni rejim inşasının bir kaldıracı olarak iş gördüğünün altını çizmek isterim: “Onun savaşı eski devletten toprak, nüfus ve rejim olarak başkalaşmış bir ‘Sünni-Türk otokrasisi’ -kendine özgü bir faşizm- inşa siyasetinin ‘başka araçların karışımıyla sürdürülmesi’dir. Bu, çıkışı olmayan, savaştan rasyonel bir çıkışla barışa değil yeni savaşlara ulaşmayı amaçlayan bir ‘cihad’ stratejisidir.”[4]
Suriye’deki Kürt varlığı MGSB’de savaş gerekçesi
Milli Güvenlik Strateji Belgesi 2019’da bu strateji çerçevesinde güncellenerek Rojava devrimi Türk Silahlı Kuvvetlerinin daimi hedefi kılındı. Yaygın medyada yer alan haberlere göre “Daha önceki belgelerde etnik ve bölücü terör tehdidi ve yapılanmaları olarak tanımlanan PKK ve uzantıları, bu kez Suriye kaynaklı/sınır aşan tehdit olarak yer aldı. Yeni MSGB’de, Suriye’nin kuzeyinde faaliyet yürüten ABD başta olmak üzere dış destekli ‘garnizon terör yapılanmasına’ tüm isimleri ile yer verildi. Belgede, kuzey Suriye kaynaklı dış tehdit, ‘PKK/YPG/PYD/SDG gibi isimler altındaki terör yapılanması’ olarak yer aldı. Kuzey Suriye’den her ne ad altında olursa olsun gelen örgütün PKK tehdidinin aldığı dış destekle birlikte devletleşme yoluna gittiği, nüfus ve demografik yapı değişikliği amaçladığı, bertaraf edilmezse bu terör yapılanmasının ileride Türkiye için daha büyük bir riske dönüşeceği vurgulandı. ABD’nin adı zikredilmese de farklı isimler kullanan bu örgüte verilen dış desteğe dikkat çekildi.”[5]
Ulusalcılar: Rejimin dolaylı müttefiki
Eylül 2015’te Sözcü gazetesinde Uğur Dündar’ın sorularını yanıtlayan kıdemli diplomat Şükrü Elekdağ Kürt kazanımlarının yalnızca rejimin değil onu sert bir biçimde eleştirmeye devam eden ulusalcı muhaliflerinin tehdit algısında da geniş bir yer kapladığını apaçık ortaya koyuyordu: “[…[ Son iki yılda PKK/Kürt sorununu etkileyen parametrelerde köklü değişiklikler meydana geldi […] Özellikle Suriye Kürtlerinin, fiili özerklik gerçekleştirmeleri ‘Büyük Kürdistan’ projesini bir hayal olmaktan çıkarmış ve bölgede yaşayan Kürtler açısından somut bir hedef niteliği kazanmasına yol açmıştır. Suriye Kürtlerinin de Irak’ta olduğu gibi kendi özerk devletlerini kurmaları sadece bir zaman meselesidir. Düşünün bir kere, Türkiye’nin yanı başında, bağımsızlık yolunda, iki özerk Kürt devleti kurulunca, Güneydoğu’da büyük kısmı HDP’ye oy vermiş olan Kürt vatandaşlarımızın bundan daha azına razı olmaları mümkün müdür? Realist bir çözüm önerisinin dikkate alacağı en önemli nokta budur…” [6]
Elekdağ’ın yaklaşımı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin neden esasen karşı oldukları AKP-MHP eliyle süren rejim inşasının bir kaldıracı olan her yerde Kürtlerle savaş stratejisine onay vermeksizin edemediğine dair önemli bir ipucu sunuyor.
“Çözüm Süreci”nin çöküşü
Türkiye, bütün egemen sınıf fraksiyonlarının değişik nedenler ve kaygılarla da olsa verdiği açık ya da örtülü onayla Temmuz 2015’te savaşa geri döndü. AKP “egemenlik paylaşımı” olmaksızın “siyasal çözüm”ün gerçekleşemeyeceğini görmüş, çözüm sürecinin Kürtlerin siyasal kazanımlarını genişletirken AKP’yi Bakur’dan silmeye başladığını hissetmiş, HDP’nin ve Kürtlerin Başkanlık rejimine kategorik olarak karşı olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak, Erdoğan’ın “çözüm sürecini” buzdolabına kaldırmasının tek nedeni bu değildi. Henüz, 28 Şubat’ta “Dolmabahçe Mutabakatı” açıklanmamış ve Erdoğan 19 Nisan’da “mutabakatı” buzdolabına kaldırdığını ilan etmemişken, Ocak 2015’teki Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında çözüm sürecinin gerisindeki rejim onayı sonlandırılmıştı. MGK toplantısında “Kobani ve Gezi olaylarından yola çıkılarak Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin ayaklanmaya karşı koyma stratejisi ve doktrini”[7] çerçevesinde güncellenmesi, bu bağlamda, “kurumlar ve sivil toplum örgütlerinin de görevlendirilmesi” öngörülmüştü. “Çözüm”ün maddesi -Gezi ve Rojava dayanışması- “düşman” olarak kodlanmış; “Çöktürme Harekatı”na yol verilmişti. Egemen sınıf bir kez daha barışın maliyetinin savaşın maliyetinden daha yüksek olduğunda karar kılmıştı.
Yeni güç dizilişi
Egemen sınıfı önceki dönemde “çözüm arayışı”na yönelten belirleyici etmen; savaşın sadece Kürtler değil, Türkler için de yol açtığı muazzam insani ve toplumsal maliyetti. 1995-2015 arasında belirli aralıklarla geri dönülen “ateş-kes”ler ve “müzakereler” sadece PKK’nin değil, TSK’nin de, sadece Kürt halkının değil Türkiye sermayesinin de kayıplarına dayanıyordu. Öcalan 1994’te Şam’da yaptığımız mülakatta tarafları masa başına sürükleyen “çözüm” mantığını şöyle gerekçelendiriyordu: “Bu rejimi tepe takla yıkamayacağımız bellidir. Bilmem ne kadar gerilla da desek, bu gerillanın çok güçlü olan Türk ordusunu parçalayamayacağı, tümüyle başarısızlığa uğratamayacağı açıktır. Ama en az yıkmak kadar tehlikeli bazı işler yapıyoruz.”[8] Siyaset sınıfının, egemen sınıfı barışa ve çözüme taşıyamadığı 1990’larda TÜSİAD’ın savaştan çıkış için öne çıkışı, eski TÜSİAD Başkanı Cem Boyner’in “çözüm”ü merkeze alan bir siyasi parti kurarak başına geçişi; Sabancılar’ın Alpaslan Türkeş’in “ne mozayiği ulan” istiskaline uğrama pahasına Kürt kimliğinin tanınmasına verdikleri onay bundandı. Hem savaşmak maliyetli, hem barış mümkün görünüyordu. Ancak siyasi fetret dolayısıyla bir müzakere inisiyatifi söz konusu olmazken Öcalan’ın 1999’da “uluslararası komplo” ile Türkiye’ye teslimi, çatışmayı en aza indirirken sermaye ile hükümet arasındaki gerilimi sıfırladı.
Öte yandan 1990’larda ABD ve Avrupa’nın “insan hakları ihlalleri” gerekçesiyle uyguladığı “silah ambargoları”na ordu-sermaye işbirliğiyle yanıt verme çabaları, ordu ve polise silah, teçhizat ve savunma sistemleri tedarikinde uzmanlaşmış, savaş ve çatışmadan kâr eden yeni bir sektörün güç kazanmasına fırsat vermişti. Bu gelişme eğilimi, son on yıl içinde doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı ile yakın akraba ve gözdelerinin çevresinde bir “askeri-sınai kompleks”in[9] yoğunlaşmasını kolaylaştırdı. Bu yeni sermaye odağı, doğrudan doğruya Erdoğan tarafından korunup kollanıp fonlanmakla kalmıyor, öte yandan devlet kredileriyle sübvanse edilen bu odağın elindeki medya kuruluşları vasıtasıyla da daimî bir savaş havası körükleniyor ve savaş sanayi ve teknolojisi güzellenirken, savaşı meşrulaştıran “İslami cihat” öğretisini yaymaya devam ediliyordu.
Yeni savaş konsepti
Çözüm süreci aksar ve çözüm dinamikleri gevşerken, sermayenin bu “en gerici, en militarist, en emperyalist ve sömürgeci” hizbi savaşın insani maliyetinin dijital savaş teknolojileri, insansız hava araçları ve hava kuvvetlerinin bir arada kullanılması yoluyla en aza indirilebileceği; savaş profesyonelleştirilip özelleştirildikçe savaşın toplumsal maliyetinin de toplumun gözünden saklanabileceği tezini ordu ve hükümete kabul ettirdi. “Siyasal çözüm”ün devlet ve hükümet katındaki savunucuları etkisiz hale getirildi ve Kuzey’deki direnişi askeri ve politik olarak Güney’den ve Batı’dan tecrit için Kürdistan’ın tamamı “dar’ül harp” ilan edildi. Türkiye savaş hukukuna, uluslararası hukuka, sınırların değişmezliği ve toprak bütünlüğü ilkelerine tamamen aykırı gerekçelere dayandırdığı, Fırat’ın doğusu ve batısında Afrin, Cerablus, Serekanî ve Gre Sipî’ye yönelen saldırılarıyla Kürdistan’ın tamamına boyun eğdirmeyi, son tahlilde hiçbir parçada kalıcı ve istikrarlı bir statü oluşmasına izin vermemeyi hedeflerken yeni bir sömürge savaşları dönemini de açmış oldu.
Yeni “çözüm” olanakları
Bu bağlamda, Kürt Sorunu’nda “çözüm” söz konusu olduğunda eski güç dengelerinden ve toplumsal ve sınıfsal duyarlıklardan türeyen “çözüm ve müzakere” sloganını tekrarlamanın koşullar kendilerini tekrarlamadığı için anlamlı bir sonuç vermesi beklenemez. Bu elbette güçlü bir barış hareketinin mutlak bir gereklilik olduğu hakikatini ortadan kaldırmıyor. Ancak olası bir yeni “çözüm süreci” için gereken toplumsal ve politik momentumun ve bir yeni “çözüm iklimi”nin henüz teşekkül etmemiş olması bir yana, iktidarın artık bir savaş makinesine dönüşmüş, muhalefetin ise henüz kararlı bir barış gücüne dönüşmemiş olmasının yol açtığı “muhatapsızlık” koşullarında, barış güçlerinin merkezi meselesi, süregiden krizden çıkışı sağlayacak, savaşa son verme iradesiyle donanmış bir demokrasi ittifakının inşasıdır. Demokrasi ve barış için mücadeleyi, sömürü, savaş ve diktatörlüğe karşı mücadelelerle birbirine bağlayan bir halk inisiyatifinin yaratılması, HDP çevresinde toplanmış olan güçlerin diğer muhalefet güçleriyle ortaklaşarak diktatörlüğe son vermek üzere harekete geçmesi günümüzün temel güncel görevidir.
Türkiye’de hiçbir hükümetin, dolayısıyla “AKP-MHP iktidar bloku”nun da “kendi Kürt politikası” yoktur. Türkiye’nin “Kürt Politikası” her konjonktürde devletin Kürtleri “Prokrustes yatağı”nda tutma gayretlerinin toplamından ibarettir. Marx’ın 19. yüzyılda formüle ettiği özgürlük ilkesi bugün de hükmünü icra ediyor: “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz.” Kürtlerin özgürleşmesine eşlik etmeyen bir “demokratik siyaset” ne demokratik ne siyaset olabilir.
[1] Erdoğan: 2016’da 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, Gazete Karınca, 19 Ekim 2016
[2] Erdoğan’ın hükümete gösterdiği yeni hedef
https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmet-acet/erdoganin-hukumete-gosterdigi-yeni-hedef-2033391
[3] https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/cumhurbaskani-erdogan-karsimizdaki-senaryonun-asil-hedefi-suriye-degil-turkiyedir-suriyede-istediklerini-alanlar-namlulari-hemen-turkiyeye-cevirecektir
[4] Ertuğrul Kürkçü Çiviyi çivi söker, https://www.ertugrulkurkcu.org/haberler/civiyi-civi-soker/
[5] Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yenilendi: ‘Suriye’nin kuzeyinden gelen tehdit’ vurgulandı
https://tr.sputniknews.com/turkiye/201910021040304067-milli-guvenlik-siyaset-belgesi-yenilendi-suriyenin-kuzeyinden-gelen-tehdit-vurgulandi/
[6] İkinci Kürt devleti kuruluyor, büyük Kürdistan hayal olmaktan çıkıyor!
https://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/ugur-dundar/ikinci-kurt-devleti-kuruluyor-buyuk-kurdistan-hayal-olmaktan-cikiyor-937174/
[7] Askerin yeni mücadele planı!
https://www.haberturk.com/gundem/haber/1026500-askerin-yeni-mucadele-plani
[8] Ertuğrul Kürkçü, Ragıp Duran, Öcalan’la söyleşi, Güneş Ülkesi Yayıncılık, 1995
“Diriliş tamamlandı sıra kurtuluşta”, https://docplayer.biz.tr/42917355-Dirilis-tamamlandi-sira-kurtulusta.html
[9] Ertuğrul Kürkçü, Askeri-sınai kompleks Saray’ın ortasında kurulu